Edebiyatın hemen her türünde eser veren Selim İleri, 40. sanat yılında yayımlanan Şimdi Seni Konuşuyorduk adlı kitap vesilesiyle yazı serüvenini Kitap Zamanı’na anlatmıştı. 2007 tarihli o söyleşiyi paylaşıyoruz.
Edebiyatın hemen her türünde eser veren Selim İleri, 40. sanat yılında yayımlanan Şimdi Seni Konuşuyorduk adlı kitap vesilesiyle yazı serüvenini Kitap Zamanı’na anlatmıştı. 2007 tarihli Murat Tokay’ın söyleşisini paylaşıyoruz.
Yazı hayatınızda 40 yılı geride bıraktınız. Geçmişe dönüp baktığınızda neler görüyorsunuz?
Bana kırk yılı hatırlatmasalardı, bu yılların nasıl geçtiğini düşünmezdim, aslında düşünmüyorum da. Bu kitap ortaya çıktığı vakit bibliyografya kısmı bana etkileyici geldi. İster istemez kırk yılın geçmiş olduğunu hissediyorsunuz. Ama yine de geçmiş gibi gelmiyor bana. Sanki çok büyük bir zaman geçmemiş gibi, daha dünmüş gibi geliyor. Yıllar önce bir gazeteye dizi hazırlamıştım, ‘Yaşayan Kraliçeler’ diye. Eski güzellik kraliçeleriyle görüşmüştüm. 1929’da kadın kraliçe olmuş; sene 1990, kadın “pek bir zaman geçmedi” diyor. Ben de kendimi öyle hissediyorum. O kadıncağızlarla çok alay etmiştim. Şimdi bakıyorum da kırk yıl çarçabuk geçmiş. Doğrusu düşünmek istemiyorum geçen kırk yılı. Düşündüğünüz takdirde hataları daha fazla algılıyorsunuz. Önünüzdeki zamanın daralmasından endişe duyuyorsunuz.
Sizin için toplantılar yapıldı, bunlar sizi kırk yılın muhasebesini yapmaya itti mi?
Evet, itti tabii. Ama daha çok o günlerden kaynaklanmadı. Toplantıların üç tanesi çok önemliydi. İstanbul’da Eşik Cini dergisinin, Mimar Sinan Üniversitesi’nde Handan Hanım’ın yaptığı ve İzmir Fuarı’nda gerçekleştirilen program… Tarık Zafer’deki ilk programa gittiğim vakit, Nalân’a (Barbarosoğlu) dedim ki; salonu bomboş göreceğiz, rezil kepaze olacağız. Ama çok güzel bir insan kalabalığı doldurmuştu salonu. Çok değişik dünya görüşlerinden insanlar bir aradaydı. İnsan, o heyecanla kırk yılı düşünmüyor tabii. O anın heyecanını yaşıyorsunuz. Ama sonra düşünüyorsunuz neler eksik kalmış, neler başka türlü olabilirmiş diye… Ben geçimimi yazarak kazandığım için aceleye getirilmiş, keşke hiç yazmamış olsaydım dediğim romanlar, eserler olmuş. Bugün bunu daha net görüyorum.
Yazı serüveniniz öykü ile başladı, romanla devam ettiniz…
Daha yolun başındayken benim hevesim hep romandı. Öykü sonradan hayatıma girdi diyebilirim. Ben edebiyatçı olmayı değil, romancı olmayı istedim hep. Daha çok roman okuyucusuydum. Yetişme çağlarında yazdığım birtakım şeyleri roman olarak yazmaya çalıştım. Ortaokuldayken 11 yaşlarında ‘Katil Kim’ diye polisiye bir roman yazmıştım. Daha doğrusu ben onun roman olduğunu zannediyordum. Öyle başladı. Yedi-sekiz tane, heves olarak yazılmış roman vardı. Bunlar hiçbir yerde yayımlanmadı. Ne yayınevleri ne gazeteler yayımladı. O tarihlerde kapısını çalmadığım gazete kalmadı diyebilirim. Hiçbiri basmadı. O dönem içerisinde, lise ikinci sınıftayken Fransızca hocamız Vedat Günyol’du. Yeni Ufuklar diye, bir düşünce-edebiyat-kültür dergisi çıkarıyordu. İşte o, beni hikâye yazmaya yönlendirmişti. Vedat Bey hem romanı hantal bir yapı olarak görürdü hem de edebiyat dergisinde hikâye yayımlamak daha kolay olur diye düşünürdü. Ben aslında hikâyeyi 17-18 yaşındayken yazdım.
Çocuklara hep sorulur, ‘Ne olmak istiyorsunuz?’ diye. Sizin bir cevabınız var mıydı o yıllarda?
Baştan itibaren yazar olmaktı isteğim. Belki ressam da olmak isterdim. Biraz yeteneğim olsaydı bir piyanist olmak isterdim. Ama ikisine de hiçbir yeteneğim yoktu. Belki resim biraz daha fazla; ama müziğe hiçbir yeteneğim yok. Benim kadar kulaksız bir insanı bulmak zordur. Bir üniversite okumayı hiçbir zaman düşünmedim. Ailemin ısrarı ile hukuk fakültesine girdim, bitiremedim.
Peki roman aşkınız nasıl başladı?
Evimiz, roman okunan bir evdi. Annem okurdu. Babam okumazdı, ama hiç okumaz da değildi. Babaannem iyi bir roman okuyucusuydu. Evden de gelmiş olabilir bu. Yetişme çağlarında Sirkeci’den Ankara Caddesi’ne inerken bir dişçimiz vardı; Macit Yaşaroğlu. Onun amcazadesi Ahmet Arif Yaşaroğlu, büyük bir kitabevinin sahibiydi. Orada çocuk romanları serisi vardı. Bunlar Fransızcadan çevrilen, bir tür uyarlanmış masal-roman denebilecek şeylerdi. Herhalde onlar beni çok etkiledi. Hatta hiç unutamam, birisi Mavi Kuş, birisi de İpek Prenses. Bu ikisinden çok etkilendim, belki de ilk orada başladı. Ama tam olarak bilemiyorum. İnsan kestiremiyor.
İlk kitabınız Cumartesi Yalnızlığı, 1968’de yayımlandı. Bir bakıma yazı serüveniniz yalnızlıkla başladı ve yalnızlığın çeşitli halleriyle sürdü. Eserlerdeki yalnızlığın ne kadarı sizindi?
Belki benim yalnızlığım olmayabilirdi. Daha sonra bunu yavaşça kuşandım. İnsanların bana biçtikleri bir kıyafet gibi onu giyindim. Belki başta her insanda yalnızlık muhakkak vardır. Ama bu kadar temelli bir şekilde süreceğini düşündüğüm bir şey değildi herhalde. Bir süre sonra, insanların yazar olarak sizden beklentilerinin bu olduğunun etkisi altında kalmış da olabilirim gibi geliyor bugün. Çünkü benim, arada birkaç tane ironisi de olan kitabım var. Mesela Saz Caz Düğün Varyete. O döneme kadar yazdıklarımdan farklı bir çizgidedir. Çok yadırgandı bu kitap. Çok önemli miydi yadırganması? Belki geçimini yazarlıktan sağlamayan, daha özgür bir yazar için hiç önemli değildir. Ama ben maalesef böyle bir mücadelenin içerisindeydim. O tarafımı biraz köreltmek durumu ortaya çıktı. Ama sonraki yıllarda baktığım vakit, yalnızlığın yazı yazabilmek için iyi bir olanak olduğunu düşünüyorum. Evin içinde bir insan olduğu vakit tek satır yazı yazamam, hatta kitap bile okuyamam. Mecburen gazete filan okurum… Biraz da çalışma yöntemimin bu olması dolayısıyla yalnızlık içerisindeyim.
İbrahim Yıldırım, kitaptaki yazısında ‘Selim İleri’nin yalnızlığı yazınsaldır’ diyor.
Evet, güzel bir tespit. Yalnızlık besledi tabii yazdıklarımı. Ama aslında insanlar çoğunlukla okuduklarının yorumunu yapıyorlar. Yoksa çok yalnız bir insan değilim. İnsanlardan kopuk bir yalnızlık değil bu. Sosyal çevresi geniş olan biriyim. Üstelik bu kitaptan sonra yalnızım demek daha zor. Bu anlamda kırk yıla dönüp baktığımda, beni pek çok seven insan oldu. Onlardan dostluk, arkadaşlık ve iyilik gördüm. Bu konuda hiç nankörlük etmemesi gereken biriyim.
Eserlerinizde hep solup yiteni, kaybolan incelikleri yazdınız. Hep hüzünle yazmak sağlığınızı nasıl etkiledi?
Beden sağlığımı değil, ama ruh sağlığımı etkiledi. Yani yaş ilerledikçe insan tersine daha girişken, daha dışa dönük, daha rahat olması gerekir. Ama bende böyle olmadı. Gençken daha dışa dönüktüm, daha girişkendim, daha az çekingendim. Halbuki o hüzün, yalnızlık hangileri ise etkili olan… Onlar belirledi. Yaşım ilerledikçe çok daha içe kapanık bir insan oldum. Ve bazen öyle günler olur ki evden hiç dışarı çıkmam. Eskiden birileri sevdiğini söylediği vakit memnun olurdum. Gene memnun oluyorum, ama müthiş bir utangaçlık duyuyorum. Sanıyorum ki yazdıklarımız da bize bir karakter biçiyor. Onun da bir etkisi olmuştur diye düşünüyorum.
Bir söyleşinizde ‘insanların hüznünü, acısını yazmaktan yanayım’ diyorsunuz. Bu düşünceniz hâlâ devam ediyor mu?
Hayır etmiyor. Hele son yazdıklarıma bakarsak; özellikle Hepsi Alev’e, artık biraz daha farklı. Bir öfke var herhalde. Tabii insanların hüzünleri hâlâ beni ilgilendiriyor. Ağlayan insan gördüğümde dayanamam, ben de ağlamaya başlarım hemen. Ama bu duygular, sanki dünyaya bakışımda eskiye oranla biraz daha törpülendi gibi geliyor. Dünyanın gelmiş olduğu noktada hâlâ bir yığın kötülüğün olması ve onların bir türlü iyileşememesi beni çok etkiliyor. Ferdi hüzünlerden çok, dünyanın gelmiş olduğu nokta üzerine bir şeyler yapmak istiyorum.
Kırk yılın içinde bir de şiir kitabınız var. Ayışığı, 1986 yılında yayınlanmış. O yıllarda kendinizi öykücü, romancı biri olarak ispat etmiştiniz. Niçin şiir yazma ve yayımlama gereği duydunuz?
O şiir kitabını hatırlamak istemiyorum. Gerçekten de hatırlamıyorum. Türk Edebiyatı dergisinde bir yazı çıktı. Hepsi Alev romanıyla ilgili. O yazıyla birlikte kitaptan bir şiir de koymuşlar. Yazı çıktıktan sonra gördüm ki Hepsi Alev’de yazdığım şeyleri, 1986 yılında şiir zannettiğim tuhaf bir şey yapmışım. O, bir açıdan çok ilgimi çekti. O kitabı niye yaptığımı, niye şiir yazmak istediğimi, başlangıçta olması gereken bir şeyin neden ortada bir yerde olduğunu çözemiyorum. Oradakilere şiir demek çok zor bir şey. Oktay Akbal, çok doğru bir yazı yazmıştı. Artık oturmuş bir in- san bunların şiir olmadığını nasıl göremez diye. Çok kişi bana şiir yazsana demişti. Attila İlhan da senin yazdıklarında şiir var, nesrini alt alta yazıp dize haline getirince şiir olur demişti. Biraz da başkalarının sözlerine kapılarak yazdım.
Bir de çeviri kitabınız var…
Küçük Prens. Bir de Elizora’nın İlya diye çok kısa bir romanı vardır. Onun yarısından çoğunun çevirisini yaptım. İnşallah atılmamıştır, evdedir. Ama çeviri çok zor bir şey, siz onu yaparken aslına bir türlü tam benzetemediğinizi, onu tam anlamıyla yapamadığınızı düşünürsünüz. Küçük Prens çok sevdiğim bir kitaptı o yıllarda. O yüzden yapmıştım.
Yazıya başladığınız yıllarda toplumsal gerçekçilik akımı revaçtaydı. Slogan edebiyatının sesi gür çıkıyordu. Siz o dönemde ‘moda’ya kapılmayarak farklı bir yol seçtiniz…
Aslında hep hüzün, yağmur gibi şeyler akla getiriyorum. Belki çoğunluğu da onlardır, ama ben baştan itibaren politik bir yazar olduğumu düşünüyorum. Kendime has dünyaya bakışım hep vardı. Tabii ki çeşitli aşamalardan, değişimlerden, dönüşümlerden geçti. Ama baştan itibaren politik çizginin dışında hissetmedim kendimi. Zaten öyle bir politik tavrım olduğu için de, slogan edebiyatına hiçbir zaman yanaşmadım. O devre baktığınız vakit, sağ ve sol diye müthiş bir bölünmüşlük vardı. Bu bölünmenin aslında hiçbirinin temeli yoktu. İstanbul’da doğup büyümüştüm. Okur-yazar bir çevreden geliyordum ve bütün bunları o yıllarda çok berrak olarak görebiliyordum. Bu kavganın hiçbir sonuca erişemeyeceğini, tam tersine boşu boşuna kan dökücülükten öteye gidemeyeceğini, çok derin yaralar bırakacağını gördüğüm için o yaygın politik edebiyatın içinde yer almadım.
Öykü, roman, deneme, anı… Edebiyatın hemen hemen her türünde eser verdiniz. İçinde bulunduğunuz durumun sizi bir öyküye mi yoksa romana mı götüreceğini nasıl anlarsınız?
Onun da sezgisel bir şey olduğunu düşünüyorum. O romandır veya hikâyedir, geliyor. Hatta kimi hikâyelerime bakarsanız çok yoğundur, pekâlâ roman olabilir. Ama ben yapamam. O kadar çok, seri, üretken biri olmama rağmen, hâlâ daha çok esinleri ile çalışan biriyim. Bir şey nereden gelir, niye yazılır bilmem. Mesela Kemal Tahir’in çalışma şekline tanıklık ettim. Ciddi plan çıkarırdı. Şurada şu olur, burada bu olur diye. Ben de denedim; ama olmadı. Yazabildiğim kadarını bile yazamaz hale geldim. Bir itişle, bir sezgiyle, metafizik bir dürtüyle yazı yazan biriyim. Yazarlığımda ana itici güç metafiziktir. İnsan yazı yazarken öyle bir şey oluyor ki; düşünceniz, duyuşunuz sizin aklınızın hızın- dan önde gidiyor. Bazen de her şey aklınızda kurgulanmıştır; ama çıkmıyor…
Kitabın başındaki Hayat Üzerine Çiziktirmeler’de 13 Aralık 1979 tarihi yer alıyor. Behçet Necatigil’in ölümünü yaşamınızın etkileyen önemli tarihlerden biri olarak görüyoruz. Necatigil üzerine neler söylemek istersiniz?
Bütün yaşamım boyunca en çok etkilendiğim, örnek almak istediğim kişidir Necatigil. İnsan olarak da şair ve yazar olarak da. Bunu kelimelerle anlatmak çok zor, ama onun dünyaya bakışı, insanlarla olan ilişkisi ya da yaşamı algılayış şekli ve onu ifade edişine hayranlık duymuşumdur. Kendi yaradılışımla ilgili çözemediğim birçok meseleyi Necatigil’in hem şiirinde hem kişiliğinde, dünyaya bakışında buldum. En az ailem kadar yakın birisiydi.
Kırık inceliklerin şairi: Behçet Necatigil’in yayınlanma serüveni nasıldı?
Çok uzun yıllar önce Papirüs dergisinde iki-üç metin yazmıştım. Kaf Yayınları kurulduğu vakit kitaplaştırma fikri doğdu. Baskısı bittiği halde yeniden basılmasını istemedim. Bir kere daha yeniden yazılması gerektiğini düşünüyorum.
Hayatınızı yazarak kazanıyorsunuz. 40 yılda 50’ye yakın eser verdiniz. Geçimini kalemiyle sağlamak size bir disiplin kazandırdı mı? Verimlilikte etkili oldu mu? Selim İleri’nin bir günü nasıl geçiyor?
Yazın 7’de, kışın 7.30-8.00 arası çalışmaya başlıyorum. Ben de hep sabahları çalışıyorum. 12.00’ye kadar. Bazen o gün biraz daha iyi yürümüşse, bir şey akıyorsa, akşam ve gece de çalışıyorum. Gençlik yıllarımda gece çalışırdım. Şimdi en geç 23.00, 23.30’da yatıyorum, pek fazla gece geç kalmıyorum. Erken yatıp erken kalkıyorum. Sabah daha berrak oluyor insan. Gecenin getirdiği esinlenme daha yoğun oluyor; ama bu her zaman geçerli değil. Gece birtakım şeyler yazıyorum. Ama ertesi sabah bir daha elden geçiriyorum. Gece daha esine açık ama sabah denetlemek şekliyle daha iyi oluyor.
Hem sağın hem solun okuduğu, sevip takdir ettiği bir yazarsınız. Bunu nasıl başardınız?
Bu, büyük bir mutluluk olmuştur benim için. Bir başarı söz konusu değil. Bu kendiliğinden oldu. Temel meselesi insan olarak değerlerini henüz kaybetmemiş bir toplumuz. Özümüzde merhametin olduğunu düşünüyorum… Tuhaf bir merhamet toplumu burası. Sanıyorum ki insanların içlerine attıkları, hayatın sorunlarından dolayı putlaştırdıkları birtakım şeyleri yazmaya çalıştığımdan oldu. Batı toplumlarında olduğu gibi sağ ve sol olması gerektiğine bile inanmıyorum. Batı’yla sorunlarımız, meselelerimiz aynı değil.
Geçmişe dair ne çok şey hatırlıyorsunuz. Okur bu nasıl bir bellek diyor?
Yaşamı hatırlamıyorum. Okuduklarımı hatırlıyorum. Elli sene oldu tabii. Hayatımı yazarlıkla kazanmasaydım, bu kadar disiplinli olarak çalışır mıydım, bilmiyorum. Ama hayatınızı yazarlıkla kazanmanın, bunun profesyonel bir meslek oluşunun zararları da var, yararları da. Yararlarının en başında şunlar var: Sizi yazar olma konusunda belli bir disiplin içinde tutuyor. Sizin mesleğinizin bu oluşu heves olmanın ötesine götürüyor. Öteki türlü ne oluyor? Hep artırılmış, çalınmış vakitlerde yazılıyor. Veya maddi durumunuz daha iyiyse istediğiniz vakit yazıyorsunuz. Mesleğiniz bu olduğu vakit yayımlasanız da yayımlamasanız da, sizin her gün bir şey yazmak yükümlülüğünde olduğunuz yavaş yavaş bilincinize yerleşiyor. O açıdan çok yararlı bir şey. Bu yüzden, Türkiye’de profesyonel yazarlığın çok daha fazla olmasını isterdim. Şunu da beraberin- de getiriyor; bazen de özellikle geçmişte üzerinde çok daha fazla çalışmanız gereken birtakım şeyleri, zamanla yarıştığınız için yayıncınız sizden isteyebiliyor. Yeni bir kitap diyebiliyor. Zamanla yarışıyorsunuz. O dönemlerde bu tarz handikaplar olabiliyor.
Bu haberler de ilginizi çekebilir:
Günlük tutuyor musunuz?
Hayatımda hiç günlük tutmadım. Tutmayı çok isterdim. Edebiyat hocamız Rauf Mutluay ‘kötü yazarlar günlük tutar’ gibi tuhaf bir söz söyledi ya da ben yanlış anladım. Tutmaya niyetim varken -tabii ben yazar olmak istiyorum ama kötü yazar da olmak istemiyorum- o korkuyla hiç günlük tutmadım. Heves ederim, günlük tutmak için defter alırım, yazamam. Ama çok iyi bir günlük okuruyumdur.
En son Hepsi Alev’i yayınladınız. Yeni projeleriniz neler?
Önümde üç roman tasarısı var. Kafamda yapmak istediğim bunlar. Birkaç da hikâye var.
Kırk yıl sonra yaşananlar mı, yazılanlar mı?
Yazılanlar tabi… Yaşananların dörtte üçünün hiç yaşanmamış olmasını dilerdim. Demek ki yaşananlar iyi şeyler olmuyor diye düşünüyorum.