Edebiyatta Doğuya Dönmek kitabımın adı, biraz dikkatli okurlarımızın da sezebileceği gibi bir tepki adı. Bir tepki olarak yazdım.
Kime neye tepkiydi bu?
Elbette ki edebiyatımıza, daha doğrusu yayıncılığımıza egemen olmuş gözü kara Batı etkisine. Büyük bir yayınevimizin çevirtip yayımladığı kitapta İrlandalı, adı sanı duyulmamış bir yazarı tanıtırken yabancı dil olarak ‘İlk kez Türkçeye çevrildi’ bilgisini okuyunca şaşırmıştım. Yayınevlerimiz yeter ki Batı ülkelerinden olsun, yeter ki adları Smith, Elizabeth vs. olsun hemen çevirtip yayımlıyorlar. Artık iyi mi kötü mü, Türk edebiyatı ve kültürüne katkısı olur mu ölçütü rafa kaldırılmış; müstemleke kültür ezberi olmuş. Asya, Afrika ve Latin Amerika edebiyatları ancak Batı’da yayımlanmışsa onların süzgecinden geçmiş yazarlar olarak kerhen yayımlıyoruz.
Özellikle 12 Eylül miladından sonra yaklaşık otuz beş yıldır egemen olan “yeni(!)” edebiyatımıza hiç ısınamamıştım. Yıllar içinde yazarların adeta kanlarıyla yazarak bugüne taşıdıkları etik tüm kaygılarına, geleneğine kaba biçimde saldıran bir züppelik, en küçük eleştiriyi bile yok sayıyordu. Zamanla kafaları dumura uğramış kendi okurlarını oluşturdular; Türk edebiyat okuru eleştirel bilincini kaybedip kitap satın alan taraftar konumuna indirgendi ve bu maalesef yapısallaştı.

(Bugünlerde sosyal medyadan Ayfer Tunç’un roman/larına küçük bir eleştirel sızlanma bile suyun başını tutmuş bu yapının elemanları tarafından şiddetle bastırılmaya çalışılıyor.) Yine de burası Türklerin ülkesi ve Türklerin en büyük özelliği özgürlüklerine olan düşkünlüktür. Özellikle sosyal medyanın sağladığı olanaklar ‘malum neoliberal’ tayfanın egemenliğindeki basılı kâğıt egemenliğini sarstı, Aydın Doğanları tepetaklak oldu. Ama bitiremedi, gücünü kıramadı.
12 Eylül’e kadar Türk yazarlarının en büyük konusu (derdi!) Doğu – Batı ilişkileriydi! Kimisi sorguluyor kimisi teslim olup övüyor kimisi reddediyordu, ama bir kesinlik yoktu; konu tartışılıyordu. Cumhuriyet’ten sonraysa kendimizi anlamaya çalıştık daha çok.
Yüz elli yıldır sonuçlanmamış “Batılı mıyız, Doğulu muyuz?” ikilemini Orhan Pamuk öncülüğündeki edebiyat anlayışı yıktı. Tartışmasız Batılıydık, Batılı değilsek bile olmalıydık! Bunun önünde kimler engelse onlara düşmanlık dolu romanlar yaz(ıl)dı: Atatürk, Cumhuriyet, hatta Cumhuriyete karşı olmayan Batı kuşkucusu bilinçli (Akif’in yolunda) Müslümanlar bile aşağılandı, alaya alındı. Türk okurunun gözünde düşman ilan edildi, bu düşüncede olmayan yazar şair eleştirmenler Türk edebiyat bürokrasisinin (ödül, yayınevi, editör…) kapısından bile sokulmadı. Ve bu yazar grubu ve tayfası günümüz edebiyatından çok memnunlar. Bense hep rahatsızım.
Sanırım Edebiyatta Doğuya Dönmek kitabım da Batı’ya tartışmasız ram olmuş adeta faşizan, neoliberal bu anlayışa karşı bu tepkidir. Sanılanın aksine bir Doğu güzellemesi de değil, edebiyatımızda ve kültür hayatımızda Batı lehine bozulmuş dengeye bir isyanın kıvılcımı olarak değerlendirilmelidir.
Türk yazarının, okurunun, ‘düşünce dünyası’nın, uyanması ve kim olduğunun nerede durduğunun artık kesin olarak farkına varması gerekiyor.
Batı kafaları bulandırmada pek mahirdir: Yüzyıllardır Doğu’ya düşünsel anlamda yönelmelerine karşın bizim kafamızdaki Doğu ve Türkiye tahayyülünü, gerçekliklerini silmeye/kazımaya çalışmalarını başka türlü izah etmek mümkün müdür?

Doğu’nun -“cephe”de- kuzey kolu Rus Çarlığı’dır. Napolyon “Doğu Seferi”nde yenilmiş, Ruslar tarafından Paris’e dek kovalanmış, Champs-Élysées’de (Şanzelize) Rus işgal ordusunun gösterişli geçidiyle Batı bireyinin bilincine “Doğu” imgesini iyice pekiştirmiştir. Geçit sırasında bilinçli olarak en öne, vahşi giysileri ve saldırgan kaba hareketleriyle Tatarlar’ın yerleştirilmesini sembolik yanıyla değerlendirirsek bu görüntü Batı’nın bilincine kazınmıştır.
Çar ordularında bütünleşen “Doğu”nun bu zaferi, Doğu-Batı kavgasında yaşanmış büyük travmalardan biridir. Rusların modern edebiyatı Batı’dan alıp başarıyla sentezlemesi, sosyalizmi bir Batı teorisi olmaktan çıkarıp pratikte denemesi çok önemli olaylardır.
Lenin emperyalist aşama öncesi Batı ile sonrası Batı’yı ayırmış ve artık insanlık mücadelesinin Doğu’ya kaydığını tahlil etmiştir; haklı çıkmıştır. (Tek bir “Batı” ülkesinde sosyalizm deneyi yaşan-madı!) Batı buna gerçek gerici yüzünü göstererek Hitler ordularıyla karşılık vermeye çalışacak, Moskova’ya dek açık işgale girişip yakıp yıkacaklardır. Yanıt, Doğu’nun Berlin’e girişidir.
Ruslar, Batıcı Belinski’nin Dostoyevski’yi (1846’larda) şiddetle eleştirmesiyle şüpheye düşen Batıcılık bunalımlarını, 1855 Kırım Savaşı sonrasında “Biz Batılı değil Doğuluyuz, Batılı olmaya çalışmak beyhude çabadır” kesin yargısıyla bitirdiler ve rahatladılar. Kendi ayakları üzerinde durmayı öğrendiler, futbolcu deyimiyle “önündeki maçlara baktılar”!
Güneyde Doğu’nun ikinci serhat ülkesinin biz aydınları hâlâ bu kesin kararı veremediğimiz için sürünüyor, başı kesilmiş gövde gibi kalıyoruz.
Türkler, Selçuklu ve Osmanlı imparatorluğuyla Avrupa’nın Doğu Anadolu’da başlayan sınırını “Batı”nın Mescid-i Aksa’sı sayılan Ayasofya’nın bulunduğu Kudüs değerindeki kenti Konstantinapolis’i de alarak Viyana’ya kadar daraltmıştır. Haçlı Seferleri’ni püskürtmüş, Avrupa’nın en verimli topraklarını ele geçirmiş, Batı’nın ruhani merkezi Vatikan’ı Attila’dan, Cengiz Han’dan, Tarık bin Ziyad’dan sonraki en büyük tehlike olarak yüzyıllarca tehdit etmiştir. Batı’nın buna yanıtı, Haçlı Seferleri’nde pişen kültürel kin olarak bugüne dek sürmesi olmuştur.
Bu çatışmanın son iki yüz yıllık dönemi ise bitmez tükenmez Batı saldırılarıyla geçmiş, en sonunda parçalanmış, ama yine de Anadolu’ya ve üstelik Avrupa topraklarına Churchill’i deli edecek biçimde tırnaklarını geçirerek tutunmayı başarmıştır. Bir Cumhuriyet kurarak küçük, ama canlı kuluçka bir güç olarak varlığını yüz yıldır güçlenerek sürdürmektedir. Rusya aynı yıllarda “Sovyet” örgütlenmesiyle sosyalizmi ideolojik kılıf olarak da iyi kullanarak kendini toparlamış Batı karşısında liderlik bayrağını Çin ortaya çıkana dek uzun süre tek başına elinde tutmuştur.

Yani biz Ruslar gibi bir Doğu ülkesiyiz, Batı bunu iliklerine kadar biliyor ve asla kendinden saymıyor.
İnsanlığın kendilerine gelene dek biriktirdiklerini iyi sentezleştirmiş ‘Aydınlanma Batı’sı’ başka, emperyalist Batı’nın günümüz devletleri ve aydınları başkadır’ diyenler olabilir. Batı’nın kapitalistleşirken yaptığı bilimsel ve düşünsel devrimler ona muazzam bir üstünlük sağlamış, vahşi sömürgeleştirme politikalarındaki kültürel hegemonya, ateşli silahlardan daha etkili işlev görmüştür. İnsanlığın maddi manevi tüm birikimini hoyratça yağmalayıp yarattığı üst sentezi paylaşmada oldukça gaddar davranmaktadırlar.
Bizim amentü bellediğimiz Fransız devrim/lerinin birkaç yıl öncesi ve sonrasında aynı Fransa -hepsini sayamayacağımız- şu ülkeleri kanlı bir biçimde işgal ediyordu: Cezayir (1830), Gabon (1839), Moritanya (1854), Senegal (1854), Gine (1855), Fildişi Sahili (1855), Vietnam (1858), Kongo (1859)… Vietnam’ın 4 bin yıllık bir tarihe sahip olduğunu hiçbirimiz bilmiyoruz, ama tarihini bin yıldan önceye götüremeyen Fransız devrimlerinin hepsini biliyoruz; Vietnam tam yüz yıl General Giap dersini verene dek Fransa’nın kanlı pençesi altında inledi.
Emperyalist ülkeler, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyayı açıkça “Uygar Batı” ve geri kalmış vahşi terörist Doğu olarak ikiye ayırdı!
Oysa uygarlığın lokomotifi olduğu iddiasındaki ‘Batı’nın insanın insanlaşma mücadelesini artık taşıyamadığı ortada. Belçika kralı Leopold’un sakalında 15 milyon Kongolunun cesedi ne kadar gizlense de kokuyor. Batı’nın 100 yılda insanlığa armağanı Hitler, Mussolini, Franco ve Salazar olmuştur. (Doğu’da Atatürk, Gandi, Mao ne kadar naif duruyor böyle.) Bu öyle bir kültürel iflas ki günümüzde “Aylan Bebek”ten sonra Batı’nın insanlığa (kendi dışındakilere) önerebildiği tek şey, kale kapılarını daha sıkı kapatmak oldu örneğin.
Bana göre uygarlığın “Batı” ya da “Doğu”su olmamalıdır; bir zincirin parçalarıdır. İnsanlığın ilerleyişi kendisinden önceki tüm bilimsel, düşünsel, tinsel birikimin ürünüdür. Farklı insan kitlelerinin birbirleriyle ilişkileri, bilgi ve deneyimin paylaşımı sonunda oluşmuştur. Dünyada birbirinden etkilenmeyen uygarlık yoktur.
Bu haberler de ilginizi çekebilir:
Uygarlık, insan soyunun “ortak emeği”dir. Üstelik insanın insanlaşma mücadelesi sürüyor, daha tamamlanmadı.
Bugün Batı, insan uygarlığının gelişiminin insan toplumlarının ortak gelişme yasalarının ürünü olduğunu reddetmekte, hep kendisine yontmaktadır.
Herkes -insanlığın yüz karası bir ifadeyle söylersek- “jeopolitik hesaplar”la Doğu’ya toplaşmışsa biz yazar ve şairler de Rousseau’nun, Goethe’nin -üstelik binlerce kilometre ötede- yaptığı gibi kendi kültürümüze daha çok eğilerek, kendi insanımızı anlayacak yapıtlara ağırlık verebiliriz. Kulağımızı toprağa dayayarak İmrü’l-Kays’ın, Kaşgarlı Mahmud’un, Dede Korkut Hikâyeleri’nin, Hayyam’ın, Fuzuli’nin, Binbir Gece Masalları’nın, tüm dünyayı etkileyen frekans ve seslerini dinlemeliyiz; kendimizi Doğu-Batı ikileminin içinde Doğu’dan yana yeniden sorgulamalıyız. Belki böylece, “Avrupalılık” ve “Amerikalılık” alanına sıkışmış günümüz Batı düşüncesini de insanlığın muazzam ilerleyişine katılması için harekete geçirebiliriz.
Cemil Meriç, Hikmet Kıvılcımlı, Doğan Avcıoğlu, Kemal Tahir, Attilâ İlhan haklıydı. Bu işaret fişeklerini iyi anlamadık. Kuzey Irak’ı ziyaretinde Papa’nın “Müslümanlar Noel’i bizden daha iyi kutluyor” alaycı sözünü duyunca günlerce üzüldüğümü burada belirtmeliyim.
Yalnızca “ekonomik kalkınma”ya odaklanmak Cumhuriyet’in bugünkü geldiği noktada görüldü ki yeterli değil. Toplumun maddi olarak ortaya koyduğu/koyacağı her gelişme ancak insan düşüncesinin ürünü olabilir. O halde toplumun zihinsel evreni, düşünsel ve ahlaksal özgünlüğü başat roldedir. Bir başka deyişle zihinleri, düşünce dünyaları bağımlı toplumların ekonomileri de bir türlü bağımsız olamamaktadır. Bilim insanları Japonya, Kore ve Çin’deki ekonomik gelişmenin sermaye hareketleriyle değil bu toplumların dikine hareket edebilme, örgütlenme kabiliyetindeki tarihsel/zihinsel karakterlerine ve eğitimlerine bağlamaktadırlar.
İnsanlığın Batı merkezli hikâyelerle uyuduğu için tıkanan umutlarını Doğu’nun yeniden dirilişi ve tekrar yükselişiyle canlandırmak ancak sanat ve edebiyatla mümkündür. Evet, bir “Aydınlanma” vardı, ama artık bitti ve insanlığın malı oldu; uzatmanın âlemi yoktur, düşüncesiyle hareket ettim.
Sokrates’in yalnızca Atinalılar’la ilgilenmesinin eksik yanlarını bilen Batılı aydınlar kuşkusuz var. Ama maalesef hâlâ Batılı bireyin ruhunun dışında tüm insan soyuyla ilgilenmemektedirler. Bir sinyal aramak da boşunadır.
Edebiyatta Doğuya Dönmek kitabım bu eksende bir düşünceyle yazılmış, adına rağmen içi oldukça ‘demokratik’ bir kitaptır.
Kuşkusuz Doğu-Batı çatışmasının bütün diplomatik araçları terk edip kaba güçle sürdüğü günümüzde, maalesef hala böyle bir çatışmanın olup olmadığının bilincinde bile olmayanımız da çok. (Bunu bilip görmemezlikten gelen çakallarımız da çok.) Uykudakileri uyandırmak ana amacımdan biri oldu. Açıkçası görüyordum; Kurtuluş Kayalı’nın dediği gibi, Türkiye ‘Batı ekseni’ne sokulduğu yıllardan sonra dengesini kaybetti ve “havası kaçan bir balon” gibi kendi etrafında bilinçsizce dönüyor.
Kitabımda bu dert ve bilinç ekseninde yazdığım kitap yazıları, izlediğim filmler, Doğu’dan ve Batı’dan yazarların incelemeleri var.
Özellikle yazar ve şairlerimizi bu bilince çağırıyorum: Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki gibi kendine güvenmek, kim olduğumuzu bilmek ve Batı’nın oyuncağı olarak yeteneklerimizi köreltip zamanımızı heba etmemek. (Yayınevlerimiz kitabımdaki çağrıyı duydu mu ne Doğu ülkelerinin edebiyatlarına da yavaştan Batılı telif firmalarından bağımsız olarak ilgi duymaya başlıyor. Sevindirici gelişmedir.)
Kitabımın ilk sayfasına aldığım Rus şair Aleksandr Blok’un ‘İskitler’ şiiriyle gerçeği tekrar vurgulayalım:
Milyonlarcasınız. Milyarlarca biz.
Hadi deneyin, savaşın bizimle.
Evet Asyalıyız, biz İskitleriz.
Aç, vahşi ve çekik gözlerimizle!
(Ahmet Yıldız)
Velev'i
Google Haberler üzerinden takip edin
