Yazdığım öykü ve romanlarda kadın karakterleri öne çıkarma eğilimim yeni değil. Yıllar önce bir kadın yazarımızın, erkek yazarların da kadın kahramanları öne çıkarmaları gerektiğini savunan bir yazısını okuduğumda buna kesin olarak karar verdim. Çünkü haklıydı: Kadın ya da erkek, hepimiz insanız ve konularımızı “insan” temelinde işlemeliyiz. “İyi kadın/kötü kadın” ya da “iyi erkek/kötü erkek” ikiliğinden ziyade, iyilikle kötülüğü aynı bedende taşıyan insanı anlatmak gerekir. Ben de kendi çapımda bunu yapmaya çalışıyordum.
Söz konusu yazarın altını çizdiği bir başka gerçek daha vardı ki — neredeyse her güne bir kadın cinayetinin düştüğü ülkede — bu, yaşamsal önemdeydi: Erkek egemen toplumlarda kadın, ikili bir sömürü, baskı, dışlanma ve şiddet sarmalının içinde yaşıyor. İkinci sınıf insan muamelesi görüyor; değeri kimi zaman bir hayvanın ya da eşyanın değeriyle denk tutuluyor. Feodal ilişkilerin sürdüğü bölgelerde “satılan” bir meta sayıldığı örnekler hâlâ karşımıza çıkıyor. Üstelik bu çile, “satıldığında” ya da evlendirildiğinde bitmiyor; üretim ilişkileri içinde ve ailede sömürülüyor, aşağılanıyor, yok sayılıyor, dışlanıyor, hatta öldürülüyor. Erkek şiddeti ise çoğu kez erkek egemen yasalar karşısında kayrılıyor; “haksız tahrik” gibi gerekçelerle indirimler veriliyor. Kadın öldürmek ile sinek öldürmek neredeyse eşdeğer görülüyor.
Bu tablo, dünyaya insancıl gözle bakan her yazarı, her şairi harekete geçirdi. O yazıyı okuduktan sonra beni de.
![]()
Önceki yapıtlarımda — gerek çocuk, gerek yetişkin edebiyatında — ele aldığım her konuda eril bakış açısından uzak durmaya, kadın ve erkek karakterlerin işlevlerini dengede tutmaya özen gösteriyordum. Benim için cinsiyetin (aşkın özel alanı dışında) belirleyici bir önemi yoktu; her karakter her role bürünebilirdi çünkü hepsi insandı.
Ne var ki o yazıdan sonra kadın sorunları daha çok ilgimi çekmeye başladı; yapıtlarımda bu meseleleri daha ağırlıklı işlemeye yöneldim. Bazılarında olay örgüsünü neredeyse bütünüyle kadın karakterler üzerine kurdum.
Yine de yapmak istediğim yalnızca bu değildi. Evet, birçok sorunun arasında boğulduğumuz bir dönemde kadınlar, çoğu kez bizim deneyimlediğimizin katmerlisini yaşıyor. Bu sorunlar yüzlerce romana konu olabilir ve oluyor da. Fakat yapılması gereken yalnızca sorunları görünür kılmakla sınırlı kalmamalı. — Belki yeri değil ama 12 Eylül edebiyatı hakkında da benzer düşünüyorum. O dönemin zindan ve işkencehanelerini bizzat ziyaret etmiş biri olarak, pek çok kalemdaş acıları yazarken ben, tüm acılara karşın direnişi, yılmazlığı, devrimci ruhu yansıtmayı seçtim. —
Çok büyük acılar yaşanıyor; elbette yazılmalı. Ancak yalnızca acıyı anlattığınızda, okurun acıma duygusunu ve belli ölçüde empatisini uyandırırken, istemeden yılgınlık, korku, boyun eğme ve yazgıcılığı da besleyebilirsiniz. “Bu acı kadınların yazgısıdır,” demiş gibi olursunuz farkında olmadan; “sesini çıkarma ve katlan, çünkü erkek senden güçlü; o senin sahibin.”
Gerçek böyle mi? Kadın tümüyle ezik ve güçsüz bir varlık mı? Hele bir de örgütlüyse?
Dünyayı doğuran, büyüten, besleyen, biçimlendiren; yaşamı tanıtan ve ona hazırlayan o değil mi? İlk öğretmenimiz, ilk sevgimiz, ilk pay edenimiz, ilk koruyanımız, ilk doyuranımız, ilk oyun arkadaşımız o değil mi?
Elbette öyle.
Öyleyse ben de bir yazar olarak, kadınların yaşadıkları acıları anlatmakla birlikte, gerçek güçlerini, değerlerini, yaratıcılıklarını; doğurganlık ve anaçlıklarını; toplumsal adalete ve eşitliğe yatkınlıklarını, güzelliklerini de görünür kılan; onlara özgüven aşılayan yapıtlar üretmeliydim. Üstelik bu yapıtlar bütünüyle hayale yaslanmamalı; gerçeğe dayanmalı ya da yaşanabilir olasılıkların içinde filizlenmeliydi.
Bu hevesle tarihe — ve mitolojiye — sarıldım. Özellikle Anadolu coğrafyasında kadınların etkin rol oynadığı tarihsel olayları araştırdım; sayısız kaynağı taradım. İlk karşıma çıkanlar, adları tarih sayfalarında çoğu kez satır aralarında ve olumsuz, ilkel figürler olarak anılan Amazonlardı. Başta Akalar olmak üzere erkek egemen barbar topluluklar onlara bu adı takmıştı; oysa kendilerini AMİSLER diye adlandırdıkları, bir arada ve barış içinde yaşadıkları aktarılır. Kimseye dokunmadıkça çatışmaya girmiyor, kimsenin hakkını gasp etmiyorlardı. Fakat yaşadıkları çağ güç ve savaş çağıydı; kılıcı keskin, atı çevik, bileği güçlü olan zayıfları buyruğu altına alıyordu. Bu vahşi döngünün başını çekenler de çoğunlukla erkeklerdi; tiran erkekler ve onların acımasız erkek tanrıları.
Amislerse bu ilkel, kana susamış ordulara boyun eğmiyor; Samsun Terme’den başlayarak (İzmir dâhil) birçok kent uygarlığı kuruyor; dayanışmanın, adaletin ve mutlu yaşamın simgesi oluyorlardı. Ana Tanrıça Kibele’ye tapınıyor, Ay Tanrıçası Artemis’in gücüne inanıyorlardı. MÖ 2500–2000’lere tarihlenen ve İskitlerle birlikte anılan bu güzel ve gizemli topluluğun tarih sahnesinden ne zaman çekildiği belirsiz. Belki de hiç çekilmedi: Devlet olarak varlıkları sona erse bile kültürel izleri kimi bölgelerde yaşamayı sürdürüyor.
Amisler, aklımdakini uygulamamda mihenk taşı oldu. Uzun ve yoğun bir araştırma, inceleme ve gezinin ardından “Kibele’nin Kızları”nı yazdım (2017, Tolstoy Yayınevi). Bu mitolojik roman, alandaki sıçrama tahtam sayılabilir. Araştırmalar sırasında ajandama düştüğüm bir not — “1828’deki İzmir kadın ayaklanması” — araya birkaç farklı roman girmesine rağmen zihnimin bir köşesinde asılı kaldı.
Sonunda bu olayı derinlemesine araştırmaya başladım. Didikledikçe birbirinden ilginç olay ve durumlar çıktı karşıma. Çünkü 1828 yılı yalnızca İzmir’deki olağanüstü hadise nedeniyle değil, Osmanlı tarihi bakımından da kritik kırılmaların yaşandığı bir eşikti. Üstelik bütün bu olaylar diyalektik bir bağ içinde ilerliyordu; birini atlamak ya da yanlış yorumlamak, kurgunun tümünü çöpe çevirebilirdi. Bu yüzden her ayrıntıyı titizlikle incelemem ve öteki olaylarla bağlantılarını kurmam şarttı.
Üstelik bu bilgiler tek başına romanı yazmaya yetmiyordu. 1828 İzmir’inin demografik yapısını, mahallelerini, gündelik yaşamını, gelenek ve göreneklerini, kültürlerini, giyim kuşamını; farklı etnik toplulukların birbirleriyle ilişkilerini, sosyal örüntülerini, davranış biçimlerini ve dışsal olaylardan ne ölçüde etkilendiklerini de bilmem gerekiyordu.
Sonuçta bir roman yazacaktım; kurmaca özgürlüğü vardı. Yine de anlatının merkezinde tarihsel bir olay bulunuyordu ve kurmaca, bu gerçeklikle çelişemezdi. O olaya bağlı diğer gelişmelerle de… Her bilgi ve her bağlantı yerli yerinde olmalıydı. Bu ise uzun soluklu, dikkatli bir hazırlığı gerektiriyordu; yani zaman. İki yıl süren, sabırla örülmüş bir zaman.
Bu iki yıllık hazırlık döneminde dijital ve basılı yığınla kaynağı okudum. Notlarımı tasnif ettim; karşılaştırmalar ve sağlamalar yaptım. Kaynakların birbirleriyle ilişkilerini araştırdım. Derinleştikçe yeni ve ayrıntılı bilgilere, daha önce görmediğim görsel ve yazılı materyallere ulaştım. İzmir üzerine yazılmış edebî yapıtları taradım. Hepsi ufkumu genişletti, dağarcığımı zenginleştirdi, kurgumu olgunlaştırdı.
Sonunda oturup “Hamalın Karısı”nı yazdım. Kora Yayın tarafından bu yılın Ekim ayında yayımlanan roman artık benim değil, okurun. Diliyorum ki bunca emek boşa gitmemiş, Şefika’nın ve diğer İzmirli kadınların o görkemli eylemini hak ettikleri ağırlık ve sahicilikle anlatabilmiş olayım. (Erdal Çakıcıoğlu)
Velev'i
Google Haberler üzerinden takip edin
