Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nun 10 Aralık 1948’de kabul ettiği İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, 80 milyon insanın öldüğü II. Dünya Savaşı’nın yıkıcı ve ağır deneyiminin çıktısıydı.
Alman diktatör Adolf Hitler’in Nazi ideolojisiyle yönettiği ülkesini, bir dünya imparatorluğuna dönüştürme hevesi dünya çapında ve bir daha geri dönülemez boyutta bir felaketle sonuçlandı. Soykırım ve katliamlarla geçen II. Dünya savaşının sona ermesinden sonra faşizm büyük ölçüde itibarsızlaştırılır ve ‘bir daha asla’ denirken, insanların temel haklarını korumayı amaçlayan bir evrensel belgeyi kaleme alma ihtiyacı da doğmuştu.
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, bu haliyle tüm insanlığı kapsayan hak ve özgürlükleri güvence altına alan ilk metin… Bildirgeyle devletler, bireylerin temel hak ve özgürlüklerini korumakla görevlendirildi. Bildirgenin kabul edildiği 10 Aralık tarihi ise tüm dünyada Dünya İnsan Hakları Günü olarak kutlanıyor.
Her bireyin din, dil, ırk, cinsiyet, ulusal veya toplumsal köken, mülkiyet ve statü gözetilmeksizin tüm hak ve özgürlüklere sahip olduğunu açıkça ifade eden bildirge, insanın haklarıyla birlikte doğduğunu söylüyor.
Söz konusu bu hakların evrensel mutlaklığı ise onları devredilemez, vazgeçilemez, zamana ve mekâna bağlı olarak değişemez kılarken tüm bu hakların birbiriyle irtibatlı ve birinin diğerine tercih edilemez olduğu anlatıyor.
Bildirgenin kendisi hukuken bağlayıcı olmasa da uluslararası hukukun temel kaynaklarından biri olarak tarif ediliyor. Devletlerin kişilerin haklarına ilişkin taahhütlerinin sıralandığı bildirge, evrensel insan hakları sözleşmesi ile Avrupa insan hakları sözleşmesi gibi bağlayıcı metinlerin de öncüsü/kaynağı durumunda.
“Bütün insanlar özgür ve haklar bakımından eşit doğarlar” diye başlayan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde belirtilen 30 hak ve özgürlük arasında işkenceden özgür olma hakkı, ifade özgürlüğü hakkı, eğitim hakkı ve sığınma hakkı var. Metin; yaşam, özgürlük ve gizlilik gibi medeni ve siyasi hakların yanı sıra sosyal güvenlik, sağlık ve yeterli barınma gibi ekonomik, sosyal, kültürel hakları da kapsıyor.
İnsan onurunu korumayı ve eşitliği sağlamayı hedefleyen bir yol haritası olarak bundan 77 yıl önce kaleme alınan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, tüm ulusların ortak değerlerine hitap etse de bugün dünya, insan hakları açısından trajik bir dönemeçte. Dünyada ve Türkiye’de otoriter rejimlerin yükselişi ve eşitsizlikler, bu bildirgeyi bugün bir kez daha zaruri ve anlamlı kılıyor. Her alanda ağır insan hakları ihlallerinin yaşandığı Türkiye tablosu özetle şöyle:
Yaşama hakkının en ağır ihlal alanlarından biri ‘kadın cinayetleri’ olmaya devam ediyor. Kadın örgütlerinin 2025 yılına ilişkin verilerine göre, kadın cinayetlerinin büyük bölümü yine “koruma kararı olmasına rağmen” işlendi. Kasım 2025 itibarıyla bu yıl en az 264 kadın cinayeti, 269 şüpheli kadın ölümü gerçekleşti. Sivil toplum, ‘koruma var ama yaşam güvencede değil’ eleştirisini sürdürüyor.
İş cinayetleri, yaşam hakkı ihlalinin bir başka yüzü… İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG) verilerine göre her yıl yüzlerce işçi, büyük bölümü önlenebilir nedenlerle hayatını kaybediyor. Bu yılın 11 ayında en az 1956 işçi iş cinayetlerinde can verdi. Madenler, inşaatlar ve tarım sektörü, ölüm oranlarının en yüksek olduğu alanlar arasında yer almaya devam ediyor.
Türkiye İnsan Hakları Vakfı ve İnsan Hakları Derneği’nin (İHD) raporlarında, gözaltında kötü muamele ve işkence iddialarının azalmadığına dikkat çekiliyor. Çıplak arama, kelepçeli muayene, cezaevlerinde havalandırma ve iletişim kısıtlamaları, işkence yasağı kapsamında en sık dile getirilen ihlal türleri arasında.
Cezaevlerinde hasta mahpusların tedaviye erişememesi de aynı başlık altında yaşam hakkıyla iç içe geçen bir sorun alanı olmaya devam ediyor. İHD’nin tespitlerine göre Türkiye hapishanelerinde 161’i kadın, 1251’i erkek olmak üzere en az 1412 hasta mahpus bulunuyor. Bu kişilerin 335’i ‘ağır hasta’ olarak tanımlanıyor. Bu grubun içindeki 230 mahpus yaşamını tek başına sürdüremeyecek durumda, 105 mahpus ise günlük hayatını sürdürebilmek için desteğe ihtiyacı var.
Medya Özgürlüğü Acil Müdahale (MFFR) raporuna göre, yılın ilk yarısında Türkiye’de 157 medya mensubu veya kuruluşunu ilgilendiren toplam 64 basın özgürlüğü ihlali kaydedildi. İhlallerin en yaygın failleri mahkemeler ve adli kurumlar (yüzde 48,4) olurken, bunları polis ve devlet güvenlik güçleri (yüzde 32,8) izledi.
Eğitim Reformu Girişimi (ERG) ve İSİG verileri ise Türkiye’de çocuk işçiliğinin özellikle MESEM’ler eliyle daha da yaygınlaştığını söylüyor.
Yasak olması gereken çocuk işçiliği MESEM’lerde devlet eliyle meşrulaştırılırken okula gitmesi beklenen yüz binlerce çocuk atölyelere/fabrikalara sürülüyor.
ERG’ye göre 2024–25 eğitim-öğretim yılında 15–18 yaş grubunda MESEM’lere devam eden öğrenci sayısı 392 bin 887. Açık liselere devam eden ya da hiç okula gitmeyen çocuklarla birlikte örgün eğitimde olmayan çocuk sayısı 1 milyon 470 bin 694…
Bu yıl şimdiye dek tam 85 çocuk iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi.
Türkiye’de yoksulluk ve gelir eşitsizliği de 2025 itibarıyla daha da derinleşmişti. Açlık ve yoksulluk sınırı, asgari ücretin ve en düşük emekli aylığının çok üzerine çıkmış durumda. Asgari ücret bu yıl sadece ocak ayında açlık sınırının üzerinde kalabildi. Açık sınırı 30 bin liraya yakın seyrederken asgari ücret 22 bin, ortalama emekli aylığı 17 bin lira civarında bulunuyor. Emekliler kira, beslenme, elektrik ve ısınma giderlerini karşılamakta zorlandığını anlatıyor.
Türkiye’de insan haklarının akıbeti böyleyken bu bildirge bugün tam da bunun hayati. Ve insanlık tarihinin mücadele mirasından biliyoruz ki, zulüm varsa direniş de olacaktır. Çünkü insan, haklarıyla insandır.
Velev'i
Google Haberler üzerinden takip edin
