Bundan yüzyıl önce bir insan, sırf yanlış bir sokağa saparak hayatının yönünü değiştirebilirdi. Hiç bilmediği bir mahallede, bir kitabevinin önünde durup rüzgârla savrulmuş bir sayfanın peşinden yepyeni bir dünyaya düşebilirdi. Kaybolmak, varoluşsal bir maceraydı. Bugünse haritalar ceplerimizde, rotalar önceden çizilmiş, her şey ulaşılabilir ve bilinir. Şimdi kaybolmak bile, bilinçli bir seçim yapmak kadar zor.
Bir tren istasyonunda kimseyle konuşmadan bir bilet almak, sırf bir kitabın adını duyduğumuz için yollara düşmek ya da kendimizi bir ara sokakta, tabelasız ve salaş bir kahvehanede bulmak… Bunlar artık nostaljinin müzelik parçaları. GPS, internet ve algoritmalar, her sapmayı düz bir çizgiye çekiyor. Ne yazık ki, kaybolmak imkânsız. Kaybolmayı seçseniz bile, Google Haritalar size çok geçmeden “eve dönüş yolu” önerecektir.
Baudrillard’ın dediği gibi, artık harita, gerçeğin yerine geçti. Biz bir kentin sokaklarında dolaşmıyoruz; haritanın içinde dolaşıyoruz. Yürüdüğümüz yolların büyük kısmı önceden Google sokak kameraları tarafından taranmış, keşfetmek dediğimiz şey aslında yalnızca bilinen bir veriyi onaylamaktan ibaret. Özgürlüğümüz simülasyona hapsolmuş gibi. Bir zamanlar kaybolmak, hayata karışmak demekti; şimdi ise kaybolmak, sistem dışına düşmek gibi bir şey.
Peki, bu kadar bilinir olmanın, her adımın izlenmesinin, her yönün haritalanmış olmasının insana bedeli ne? Kaybolamamak, insanın iç dünyasında bir şeyleri de yok etti mi?
Modern Zamanlarda Kaybolamamak
Kaybolmak bir zamanlar bir eksiklik değil, bir olanaktı. İnsan, kaybolarak yeni yerlere varırdı. Bazen bir sokak arasında, bazen bir kitaba gömülerek, bazen de başka bir insanda… Kaybolmak, kendini silikleştirerek dünyanın katmanlarını keşfetmekti. Şimdi ise kaybolamıyoruz, çünkü kaybolmak için gereken boşluklar dolduruldu.
Geçmişin seyahat hikâyelerine, büyük edebi yolculuklara bakınız: Hemingway’in Paris’te kayboluşu, Bruce Chatwin’in haritasız Patagonya’sı, Kerouac’ın yollarda sürüklenişi… Hepsi, belirsizlikten doğan deneyimlerin hikâyesiydi. Ancak bugün kaybolma ihtimalimiz bile elimizden alındı.
Haritalar ceplerimizde. Bir şehirde yürürken artık içgüdülerimizle değil, ekranlarımızla yol alıyoruz.
Sosyal medya bizi sabitliyor. Nerede olduğumuzu, ne yaptığımızı her an paylaşarak kendimizi hep görünür kılıyoruz.
Dijital algoritmalar keşif yapmamıza izin vermiyor. Önceden bilmediğimiz müziklere, filmlere, kitaplara ulaşmak bile eskisi gibi değil; çünkü öneri sistemleri bizi zaten bildiğimiz şeylerin varyasyonlarıyla kuşatıyor.
Belki de modern insanın en büyük trajedisi budur: Bilgiye bu kadar yakınken, keşfe bu kadar uzak olmak.
Kaybolamamak Ne Anlama Geliyor?
Kaybolamamak, sadece fiziksel bir mesele değil, aynı zamanda zihinsel ve duygusal bir sıkışmışlık hali. Baudrillard’ın dediği gibi, simülasyon çağında yaşıyoruz ve artık yolculuklarımız bile önceden yaşanmış gibi. Bir yere gitmeden önce onun fotoğraflarını görüyoruz, hakkında yüzlerce yorum okuyoruz, haritalardan inceliyoruz. Gerçekte orada bulunmadan önce zihinsel olarak tüketiyoruz.
Peki ya duygusal olarak?
Eskiden bir ayrılık, bir yalnızlık, bir kayboluş bizi yeni iç dünyalara sürüklerdi. Şimdi ise hissettiğimiz her şey dijital bir yankı odasında çarpılıp yankılanıyor. Düşüncelerimiz bile özgür değil; çünkü her şey paylaşılabilir, her şey kaydedilebilir.
Eskiden insanlar günlüklerine yazardı; şimdi Twitter’a yazıyoruz. Eskiden bilinmez bir sokakta yürümek maceraydı; şimdi haritada önceden işaretlenmiş bir rotadan şaşmıyoruz. Belki de en büyük problemimiz, kaybolmayı artık bir kayıp olarak görmemiz.
Kaybolmak, Direniş midir?
Kaybolmak, bir zamanlar sadece bir durumdu. Şimdi ise bir tercih, belki de bir başkaldırı. Çünkü modern dünya, kaybolmamıza izin vermiyor. Algoritmalar bize en uygun yolu çiziyor, sosyal medya bizi her an görünür kılıyor, dijital ağlar her hareketimizi takip ediyor.
Kaybolmak, sadece yönümüzü kaybetmek değil, sistemin görünürlük dayatmasına direnmek anlamına da gelebilir mi?
Sadece fiziksel olarak değil, zihinsel olarak da bir kaybolma eylemi… Bir süreliğine kaybolmayı seçmek, kendimizi geçici olarak dünya sahnesinden çekmek mümkün mü?
Flanör’ün Ölümü: Şehirde Kaybolmak Mümkün mü?
Walter Benjamin’in flanör kavramı, kaybolmayı bir sanat hâline getiren şehir gezginini anlatır. 19. yüzyılda Paris’in sokaklarında amaçsızca dolaşan flanör, kentin ritmine karışarak yaşamı gözlemlerdi. Kaybolmak onun için bir kayıp değil, bir özgürlüktü. Ama şimdi, modern şehirler bizi bir flanör olmaktan alıkoyuyor.
Kaybolacak bir yer bırakmıyorlar. Haritalar, yönlendirme tabelaları, reklam panoları, GPS… Gözlem yapmamıza izin vermiyorlar. Şehirler artık insan için değil, araçlar ve tüketim için tasarlanıyor.
Dikkatimizi dağıtıyorlar. Sosyal medya, anın içinde olmamızı değil, paylaşmamızı istiyor.
Belki de flanör olmak için artık sadece sokaklarda değil, dijital dünyada da kaybolmayı öğrenmek gerekiyor.
Dijital Dünyada Kaybolabilir miyiz?
Bugün kaybolmak için telefonu kapatmak bile devrimsel bir hareket gibi. Çünkü algoritmalar bizi her an haritalıyor, her etkileşimimizi işleyerek bir kişilik profili çıkarıyor. Peki, bu çemberi kırmak mümkün mü?
İnternette iz bırakmadan dolaşmak artık zor. Ama yine de anonim kalmak, iz bırakmadan okumak, sadece seyirci olmak mümkün mü?
Kendini sosyal medya görünürlüğünden silmek bir tür kaybolma eylemi olabilir mi?
Plansız bir yolculuğa çıkmak, bilinmezliğe yürümek, algoritmaları kandırmak modern çağın en radikal eylemi mi?
Belki de en büyük direniş, kendini sistemin çizdiği haritalardan çıkarabilmek.
Kaybolmanın Yeniden Tanımlanması
Kaybolmak, bir zamanlar bilinmezlikten doğan bir maceraydı. Şimdi ise çözülmesi gereken bir hata gibi görülüyor. Kaybolduğumuzda elimiz hemen telefona gidiyor, bir yol tarifine, bir sinyale, bir bildik yöne muhtaç hissediyoruz. Oysa kaybolmak, bazen en iyi keşiflerin başlangıcıdır.
Gerçek anlamda kaybolmak için ne yapabiliriz?
Rotasız yürümek: Gittiğin şehirde GPS açmadan yürüyebiliyor musun? Bir sokağa sapıp, sadece içgüdülerinle ilerlemeye cesaretin var mı?
Sadece bakmak: Bir kafede otururken telefona uzanmak yerine, yalnızca insanları ve hareketlerini izlemek… Flanör olmak, belki de önce gözlemlemeyi öğrenmekle başlar.
Kendi ritminden kaçmak: Aynı kitapları okuyup, aynı müzikleri dinleyip, aynı yerlere gidip duruyor musun? Algoritmalar seni seninle aynı kalmaya mı mahkûm ediyor? Öyleyse, keşfi yeniden öğrenmek için eski tanıdıklarını terk etmek gerekebilir.
Sistem dışına çıkmak: Bir günlüğüne bildirimleri kapatmak, sosyal medyada görünmez olmak, hatta en radikali: telefonu bir günlüğüne tamamen kapatmak. Gerçekten bağlantıyı kopardığında ne olacağını merak ediyor musun?
Kaybolmak Bir Başarısızlık mı, Yoksa Bir Sanat mı?
Kaybolmanın başarısızlık olarak görülmesi, modern dünyanın dayattığı kesinlik ve hız takıntısından geliyor. Hep bir şeyleri bilmemiz, her adımımızın sağlam olması, her kararımızın bir amaca hizmet etmesi gerekiyor. Kaybolmak ise yavaşlamayı ve belirsizliği kabullenmek demek. Belki de en büyük keşifler, bir amaca bağlanmayan anlarda gerçekleşiyordur.
Baudrillard’ın “harita, artık gerçeklikten daha gerçek” dediği çağdayız. Artık yalnızca yolları değil, hayatlarımızı da bir rotaya oturtuyoruz. Peki, o haritaların dışına çıkmak, belki de bazen “bilerek” kaybolmak… Bu, modern dünyaya karşı bir sanat olabilir mi?
Ama ironik olan şu ki, kaybolmayı bile yanlış yapıyoruz artık. Ne zaman kaybolsak, biri bizi buluyor.
Kaybetmeyi de kaybettik galiba.