Nükleer tehdit, varlığıyla yokluğu aynı anda hissettiren; uygarlığın hem gücü hem sonudur.
Nükleer tehdit, bireysel bir patlama ya da diplomatik bir restleşmeden ibaret değildir. Bu kavram, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren insanlığın hem teknolojik ilerlemesi hem de kendi kendini yok etme kapasitesine ulaşmasının adıdır. Hiroşima ve Nagazaki’de kullanılan atom bombaları yalnızca binlerce canı değil, aynı zamanda etik düşüncenin sınırlarını da yerle bir etti. Soğuk Savaş boyunca nükleer silahlar, doğrudan kullanılmaktan çok, kullanılma ihtimaliyle küresel siyaset üzerinde bir gölge iktidar kurdu.
Bugün, nükleer tehdit sadece ABD ve Rusya gibi büyük güçlerin cephanelikleriyle değil, aynı zamanda İran, Kuzey Kore gibi aktörlerin belirsiz politikaları ve nükleer enerji santrallerinin güvenlik açıklarıyla da gündemdedir. Tehdit yalnızca politik değil; ekolojiktir, etiktir, teknolojiktir. Çünkü bir reaktörde yaşanacak sızıntı ya da bir “yanlış alarm”, sadece diplomasi değil, gezegenin geleceği üzerinde de telafisi olmayan etkiler yaratabilir.
Nükleer silahlar caydırıcı mı, yok edici mi?
Klasik uluslararası ilişkiler teorileri (örneğin realizm), nükleer silahların esas işlevinin kullanılmamak olduğunu savunur. Bu “karşılıklı yok oluş” (mutually assured destruction – MAD) ilkesi, tarafların birbirlerini yok edecek güce sahip olması sayesinde bir tür denge sağlar. Ancak bu argüman, insan aklının her zaman rasyonel davranacağı varsayımına dayanır. Tarih ise kazayla tetiklenmiş nükleer alarmlar, teknik arızalar ve yanlış yorumlanmış radar sinyalleriyle doludur. Dolayısıyla nükleer silahlar, yalnızca bir denge unsuru değil, her an tetiklenebilecek bir felaket senaryosudur.
Nükleer tehdit yalnızca savaşla mı ilgilidir, yoksa barışçıl enerji de tehlike midir?
Nükleer enerji, temiz ve yüksek kapasiteli bir kaynak olarak sunulur. Ancak Çernobil (1986), Fukuşima (2011) gibi felaketler, bu enerjinin “barışçıl” biçiminin bile doğanın sınırlarını nasıl ihlal ettiğini gösterdi. Radyasyonun etkisi sadece anlık değil; kuşaklar boyu süren genetik bozulmalara yol açabilir. Ayrıca nükleer enerji üretimiyle açığa çıkan atıkların bertarafı hâlâ çözülememiştir. Bu yüzden nükleer enerji, ne bütünüyle çözüm ne de bütünüyle tehdittir; çelişkilerle dolu bir risk ekonomisidir.
Nükleer tehdit ulus-devletlerin mi, yoksa tüm insanlığın sorunu mu?
Klasik güvenlik paradigmaları, nükleer tehditleri “ulusal çıkar” bağlamında değerlendirir. Ancak nükleer savaş ya da kazanın sonuçları sınır tanımaz. Atmosferdeki radyasyon, okyanuslardaki sızıntı, tarım alanlarının çoraklaşması; bunların hiçbiri sadece bir ülkeye ait değildir. Bu bağlamda nükleer tehdit, kozmopolit bir sorumluluk alanı doğurur. Etkisi evrenseldir, dolayısıyla etik ve hukuki yaklaşımı da evrensel olmak zorundadır. Bu da uluslararası işbirliği kadar, kamusal farkındalığın da artmasını gerektirir.
Nükleer silahların varlığı neden hâlâ meşru görülüyor?
İronik bir şekilde, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin daimi üyelerinin hepsi nükleer silaha sahiptir. Bu durum, “güçlüysen meşrusun” mantığını pekiştirir. Silahlanma karşıtı anlaşmalar (örneğin NPT – Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması) çoğu zaman bu güç dengelerine göre şekillenir. Dolayısıyla meşruiyet, etik ilkelerden çok, jeopolitik pazarlıklara dayanır. Sivil toplumun baskısı ve uluslararası hukukun güçlendirilmesi olmadan, bu meşruiyetin sorgulanması mümkün değildir.
Nükleer tehdit karşısında bireyin yapabileceği bir şey var mı?
İlk bakışta birey, bu devasa sistem karşısında çaresiz görünür. Ancak kamuoyu, uluslararası baskı ve çevreci hareketler, nükleer tehdit algısını dönüştürebilir. Sivil toplum kampanyaları, fosil enerji yatırımlarından nükleer karşıtı yürüyüşlere kadar birçok alanı kapsar. Ayrıca eğitim, medya ve sanat yoluyla kolektif bir bilinç oluşturulabilir. Bu tehdide karşı koymak, yalnızca devlet politikalarıyla değil; toplumsal duyarlılıkla da mümkündür.
Kitap Dünyasında:
John Hersey – Hiroşima: Atom bombasının bireyler üzerindeki etkisini anlatan çarpıcı bir belgesel roman.
Jonathan Schell – The Fate of the Earth: Nükleer savaş sonrası yeryüzünün geleceğine dair güçlü bir uyarı.
Eric Schlosser – Command and Control: Nükleer silah sistemlerinin nasıl kazalara açık olduğunu belgeleyen araştırma.
Sinemada ve Dizilerde:
Dr. Strangelove, The Day After, Threads: Nükleer savaş olasılığını karanlık mizah ya da toplumsal travma üzerinden işleyen klasikler.
Chernobyl (HBO): Bir reaktör kazasının politik, etik ve teknik boyutlarını irdeleyen mini dizi.
Oppenheimer (2023): Atom bombasının mucidinin vicdanî çöküşüne dair bir biyografik anlatı.
Video Oyunlarında:
Fallout serisi: Nükleer kıyamet sonrası bir dünyada hayatta kalma mücadelesi.
Metal Gear serisi: Nükleer silahların denetimi ve küresel komplolar üzerine kurgulanmış bir evren.
Tiyatro ve Diğer Sanat Alanlarında:
Robert Lepage’ın Les Sept Branches de la Rivière Ota adlı oyunu, Hiroşima’dan yola çıkarak nükleer hafıza üzerine çok katmanlı bir anlatı sunar.
Greenpeace’in görsel kampanyaları, nükleer tehdidi sanat ile politik bir protestoya dönüştürür.
Nükleer tehdit, insanlığın bilgiyle kurduğu en büyük çelişkilerden biridir: Bir yandan ilerleme, bir yandan yok oluş. Bu tehdit, sadece silahların değil; kibirli aklın, teknokratik yönetimin ve görmezden gelinen sonuçların da ürünüdür. Bugün nükleer tehdit, sadece düğmeye basmakla değil; her an basılabilecek bir düzene alışmakla da ilgilidir. Sessizliğiyle konuşur, görünmezliğiyle şekillendirir ve tam da bu yüzden, unutuldukça büyür.
► SAVAŞ SANATI
► EKOLOJİK ETİK
► KORKU POLİTİKASI
► TEKNOLOJİ FELSEFESİ
► SİVİL İTAATSİZLİK