Düş kuran, imkânsızı dileyen “deli”lere öyle hasretiz ki... İstisnaları dışarıda tutarsak, hayal gücü dahi oturmuş vaziyette iktidarın altına ittiği koltuğa... İyi de, “üretim” cephesindeki akla ziyan tektipleşme arzusunun gayesi ne? Bu kısırlık, bu kuraklık, bu kabızlık niçin çıldırtmıyor okuru?
Tuhaf bir ülke burası… Tuhaf alışkanlıklarımız var, tuhaf ısrarlarımız, tuhaf ezberlerimiz… Öyle ki, bizim “normal”lerimiz, nice ülke için “anormal”… Vaktiyle Avrupa, hatta Dünya vatandaşı olmaktı muradımız; şimdi ise “yakın” olduğumuzu sandığımız kesime dahi “yabancı”yız, uzağız.
Akılalmaz bir hızla bir noktada birleşenler kendi sanatlarını, sanatçılarını üretemediği, çağın ruhuna uygun mekânlar, ilişkiler, formlar yaratamadığı gibi, var olana yahut dikte edilene direnen, onu yıkan, sarsıp sallayan, en azından bunu deneyen, belki de yerine yeni, farklı, özgün, sıradışı, adı her neyse, bir seçenek sunan “gençlik”e tesadüf etmek neredeyse imkânsız…
Freud’un kulağı çınlasın: Kültüre ilişkin bir hoşnutsuzluk yok! Devrimci, boykotçu, kooperatifçi yahut pasifist, bilemediniz evrimci bir anarşist yapı/ruh o kadar uzağındaki bu iklimin… Teknoloji ve modernizm üzerine kuşatıcı bir sistem eleştirisi, uzak, çok uzak bir komşu, hiç hatırını sormadığımız, kapısını çalmadığımız…
Liseli gençlerin isyan bildirilerini gördükçe, o pek meşhur, kendi “kurtuluş”unu “başka”sının insafına, iştahına, maharetine bırakma alışkanlığının arkasına saklanıp romantik romantik coşuyoruz. Bilinçli bir refleks, sert ve keskin bir mizah, muhalif bir duruş yalnızca bir “olasılık” olarak hayatımızda, çok düşük bir olasılık olarak…
Hâlbuki edebiyat, doğası gereği, isyan ve direnişle kol kola, dip dibe… Sütkardeşi adeta, örgütlü emeğin, tutkunun… Gel gör ki, Adorno’nun tarif ettiği o “bütüncü(l) yabancılaşma”nın uzağındayız; baskı, zulüm ve sansür, iktidar eliyle sanat/sanatçı üzerinde her an inmeye hazır bir giyotin olarak dururken hem de… Düş kuran, imkânsızı dileyen “deli”lere öyle hasretiz ki… İstisnaları dışarıda tutarsak, hayal gücü dahi oturmuş vaziyette iktidarın altına ittiği koltuğa… İyi de, “üretim” cephesindeki akla ziyan tektipleşme arzusunun gayesi ne? Bu kısırlık, bu kuraklık, bu kabızlık niçin çıldırtmıyor okuru?
Putları Niye Yıkamıyoruz?
Ataç, yıllar yıllar önce, “bu kargaşalık, bu düzensizlik böyle sürüp gitmez, bir gün gelir, bu araştırmalar, bu çalışmalar yeni bir düzene, yeni bir geleneğe, yeni bir anlayışa varır. Yeni bir gelenek dedim; dünden kalmış, yaratma gücünü yitirmiş gelenek değil, usun yeniden kurduğu, yeni olanaklarla yüklü bir gelenek… Vereceğini verdikten sonra o da eskir, o da yaratıcılığını yitirir, o da yeni atılımları durdurmaya kalkar. Gene bu güzelim yeryüzünde gençler yetişir, onlar da onu yıkıp daha öteye geçerler.” demiş ve eklemiş: “Yüzyıllar berisinden onlara da kendilerine inandığımı, güvendiğimi bildirmek isterim. İsterim ya, nereden duyacak onlar benim sesimi?”
İşte öngörü bu! Artık Ataç bir müfredat yazarı… Üniversiteyi bitirip de hayata karışanlar için “ataş” bile değil heyecanlarını, fikirlerini edebiyata teyelleyen… Bundandır ki o gençler, duymuyorlar Ataç’ı… Orada, öylece dururken tüm cömertliğiyle, kimse gidip de üzerindeki tozdan topraktan kurtarmıyor onu…
Hemen berimizde, pek talihli gibi görünen Nâzım Hikmet duruyor, yüzünde hınzır bir gülümse… Niye mi? Hemen özetleyeyim: İspanya’nın doğusundaki Katalonya’nın yeni seçilen başkanı Carles Puigdemont, resmen görevini teslim aldığı törende bir dizesini okuyor – içimiz içimize sığmıyor! Yahut: Alparslan Türkeş, MHP kongresinde yaptığı bir konuşmaya Nâzım Hikmet’in bir şiirini ekliyor ve bu durumu gazetecilere, “Milliyetçi sol gruplara uzatılan bir zeytin dalı” olarak tanımlayabiliyor. Hatta: Muğla’nın Milas ilçesinde bir Anadolu lisesinde düzenlenen şiir dinletisinde “Vatan Haini” adlı şiiri okuyan öğrenci, kaymakam Hulusi Doğan’ın talimatıyla gözaltına alınabiliyor. Ama Nâzım’ın “Resimli Ay” dergisindeki “Putları Yıkıyoruz” eylemi çabucak unutuluyor. Akabinde, sürekli didiştiği Peyami Safa’nın “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” için “O romanda ben bir gökbilimcinin, teleskobunun başında yeni yıldızlar keşfetmedeki heyecanını duyuyorum.” diyecek kadar kendiyle barışık olduğu ıskalanıyor.
Ve tabii Sabahattin Ali’nin bir Ege kasabasında (Aydın/Nazilli) eşkıyalar tarafından öldürülen karı kocadan hareketle kalınlaştırdığı “memleket gerçekliği” damarını, Muazzez ve Yusuf’un hikâyesini (Kuyucaklı Yusuf) okumak dururken, “Kürk Mantolu Madonna”sıyla kafa buluyoruz. Orhan Kemal, “Murtaza”nın yahut “Bereketli Topraklar Üzerinde”nin yazarı değil sanki; varsa yoksa “Hanımın Çiftliği”… Niye? Bu “light”, bu mecburen yazdığı eserinde “hücre çalışması ve komünizm propagandası” yok da ondan mı?
Edebiyat bağlamında isyan bayrağı açan, üslup ve kurgusuyla yeni bir şey diretenler listesine Yılmaz Güney’in “Boynu Bükük Öldüler”ini de eklemek mümkün, Leyla Erbil’in “Tuhaf Bir Kadın”ını da… Sevim Burak’ın “Yanık Saraylar”ını ve Latife Tekin’in “Sevgili Arsız Ölüm”ünü de… Edebiyat sosyolojisi açısından son derece önemli bir durak olan Sevgi Soysal’ın “Yenişehir’de Bir Öğle Vakti”ni de… Metin Kaçan’ın edebiyatımıza “kırmızı bir kar tanesi” gibi düşen “Ağır Roman”ını da… Yusuf Atılgan’ın “Anayurt Oteli”ni, Vüs’at O. Bener’in “Buzul Çağının Virüsü”nü, Bilge Karasu’nun çok kapılı “Gece”sini de…
Beş Sonlu Bir B Filmi…
Ancak benim söylemeyi beceremediğim şey şu (bir kez daha deneyeyim): Kült, kanon yahut bir opus magnum olarak kabul gören eserleri aşmaya yönelik bir çaba göremiyorum gençlerde! Hadi düzelteyim (biraz tahrik ederek tabii): Kabul görmüş değerleri değersizleştirerek bile kendine yer açmaya çalışanların sayısı o kadar az ki…
Hakan Günday geliyor aklıma ansızın… “Kinyas ve Kayra”sı… Sanırım iki kez baştan sona, sonra taraklayarak ara ara, yalnızca belli bölümleri, kâh söverek, kâh sinerek, ama daima duygusal bir tepki vererek okudum bu romanı. Başlardaki retçi üsluba hayran kalarak çoğu kere… Dilini ilk kez limona değdiren bir kedi edasıyla hem de…
Ne oldu? Bir süre kenarda köşede, belirli kişiler tarafından okunurken, ağır ağır merdivenleri çıktı bu genç ve asi soluk; çıktıkça kıyafetlerini değiştirdi, ikram ettiği kahveyi seyreltti, düştüğü tekrarları meziyetleştirdi vs vs. Ve şimdi Müslüm Gürses’in hayatını senaryolaştıran adam olarak karşımızda!
Sonra Elif Şafak geliyor aklıma… Çok tesadüfen bir vitrinde görüp aldığım “Pinhan” mesela… Doğuştan iki bedene ve iki ruha sahip, elmanın güzelliklerine kanan ve yakasından bir türlü düşmeyen utançla yaşayan roman kişisi ne çok sıkmıştı boğazımı… Kombassan’ın verdiği Mevlana Ödülü’yle de kirlenmişti duygularım… Ta ki “Bit Palas”a kadar küskün kalmıştım. “Bit Palas”ta “Pinhan”ın sesi yoktu, ama bunu hiç umursamadım; buna mukabil “fazla”lıkları canımı sıkmakla kalmadı, yaktı da… Bitmesi gerektiği yerde bitseydi keşke… Bitmedi ve beş sonlu bir B filmi gibi kaldı nazarımda…
“Puslu Kıtalar Atlası”yla gönlümüzü köpürten İhsan Oktay Anar da kenarda duruyor, bir mazlum edasıyla… Bunca kabul görmesini anlamakta zorlanıyorum. Yıllarca ağzına filtre kahve, “latte” koymamış yurdum insanının peş peşe açılan kahve dükkânlarından çıkmak bilmemesi gibi bir şey bu… 400 sözcükle sınırlı oysa kendimizi ifade gücümüz. Ve ne hikmetse, kulağımıza fısıldanan bir ninni gibi geliyor Vardapet’in, Alibaz’ın yahut Rendekar’ın serencamları… Peki, ne vakit öğrendik onca terminolojiyi acaba? Lakin mühim olan elbette bu değil, şu: Ne oldu, ne değişti de, “Puslu Kıtalar Atlası” gibi hakikaten farklı bir eseri üreten ruh, “Suskunlar”a da imza attı?
Ruhunu İnkâr Etme
Sanmayınız ki, karalamak adına, aralamakla yetindim bu eserlerin kapılarını… Fevkalade önemsediğim kitaplar bunlar. Başta Ataç vesilesiyle andığım “yeni gelenek”in anlam alanına da yakışıyorlar üstelik. Sorun şu: Böylesi eserlerin, yani anaakımın dışında seyretmeye eğilimli eserlerin, şu ya da bu sebeple nehre dâhil olması! Popüler kültürün yelkenlerini şişiren rüzgârlara dönüşmesi… Günden güne seyrelmesi, seyreldikçe takipçilerinin artması…
Bir tek ben mi böyle düşünüyorum acaba? Gençler, metal müziği bile kendi içinde on beşe yirmiye bölerek, kendilerine adacıklar oluşturmak, farklılaşmak ve isyanını bunlar aracılığıyla dışavurmak isterken, edebiyat söz konusu olduğunda, bilhassa üretim alanında, neden tık yok! Öyle sessiz ki içerisi… Bir tüy tanesi düşse, yanlışlıkla yere, “Zelzele oluyor!” diye paniğe kapılıp sokağa fırlayacak herkes…
Edebiyatta isyan ve direncin, çok özel kişiler aracılığıyla ve çok özel durumlarda kendini hissettirmesi elbette mühim… Ancak ondan da mühim olanı: isyanın -mış yahut -muş gibi yapmadan, fasılasız ve kendiliğinden tekrarlanması… Ruhunu inkâr etmemesidir. Bilhassa genç nesil tarafından…
Gençler, nice güfteden beter sözleri “şiir” sanıp çıkıyorlar er meydanına. Parası olanlar bastırıyorlar da bunları… Çevresi olanlar ödül de alıyorlar üstelik. Ama ne şiir bir şey kazanıyor bu gençlerden, ne de gençler “şair” olabiliyorlar.
Sanal âlemin sihirli dünyası sayesinde kendini birden şöhret basamaklarının en yükseğinde bulan gençler, vaktiyle satılan “Nasıl Kız Tavlanır?”, “Sevgiliye Mektup Yazma Teknikleri” gibi kitaplardaki metinlerden bile gerideler… Evet; tezat bir durum var: Kitapları çoksatanlar listesinin başındalar, ama yazarlık karneleri sıfırla dolu…
Yazar Özgürlüğe Mahkûmdur!
Genel ehliyetsizliklerine dair pek çok sebep sayılabilir, lakin en temeli, bir dertlerinin olmaması. Yalnızca yazmış olmak için yazmaları… Bir hesaplaşmaları yok edebiyatla, hatta hayatla… Hele hele bir ideolojileri – hiç yok! Kendileriyle bile kavga etmiyorlar. Öyle büyük ki boy aynaları ve o ayna o kadar yalancı ki, oradan buradan çalıp çırptıkları aforizmaları, dil oyunlarını, yasak aşk kurgularını roman diye sunmakta sakınca görmüyorlar. Kerime Nadir, Güzide Sabri, Oğuz Özdeş, Aka Gündüz, Tahsin Berkant vs okumadıkları için de edebiyatta kalıcılığın ne olduğunu bilemiyorlar. Dolayısıyla o kadar boş geliyor ki ısrarla yapılan “üslup” çağrısı, “kurgu” çağrısı… Bırakın diğer kulaktan çıkmasını, ilkine bile ulaşmıyor.
Okurun “koyun”laşmasını, siyasi iradenin arzuları bağlamında anlamak belki mümkün, lakin yazarınkini anlamak o denli “kolay” değil. Çünkü yazar, irade sahibi kişidir, sözcüklerden dünya inşa edendir; psikologdur, sosyologdur, mimardır, müzisyendir; işçidir, emekçidir… Mübalağa edersek: Özgürlüğe mahkûmdur! Nasıl olur da direniş sergilemez, ezber bozmaz, sesini yükseltmez ve cicilerini giymiş bayram çocuğu gibi koroya dâhil olmak onu mutlu eder?
Baskının, zulmün olduğu yerde yükselir mizah, değil mi? Peki, nerede? Bugün bir Uykusuz’un, bir Leman’ın, bir Penguen’in, Oğuz Aral yönetimindeki Gırgır kadar satamadığını niçin görmüyoruz? 1978’de 280 bin, 1981-1983 döneminde ise 500 bine ulaşan Gırgır tirajının yanına bugün tüm mizah dergileri birleşse varamaz; iyi de neden? Üstelik Türkiye’nin nüfusu kaçtı o zaman, bugün kaç?
Ar duygumuzu yitirdik aslında: Cahillikten utanmıyor, bilakis övünç duyuyoruz! Beceriksizliği bir tür beceri olarak sunuyor, alkışlamayanı da kırbaçlıyoruz kitle iletişim araçları ve mahalle baskısıyla…
Yalınlık ve sadelik, basitlik ve bayağılık ile yer değiştirmiş vaziyette: Basitleştikçe bayağılaşıyoruz. Basitlik dekadansı, soysuzlaşmayı, niteliksizleşmeyi, pervasızlığı, değersizliği, yetersizliği de beraberinde getiriyor. Bayağıların mutluluğa olan düşkünlükleri gözlerini karartıyor. Yarışmacı kılıyor onları, tahripkâr kılıyor, dünya malına düşkün kılıyor, hain kılıyor… Kendilerini bile kendilerinden saymayacak kadar fütursuzlaştırıyor onları bayağılık.
Ve bunca koyun içinde, biri çıkıp da çitin ötesini merak etmiyor. Cesaretini toplayıp çitin üzerinden atlamıyor. Herkes önüne konulan yemle yetiniyor; miktarı ve türü mühim değil!
Fasit Daire Güzellemesi…
Ne var ki insanız biz! Özü gereği vicdanıyla hareket eden ve kendisini vicdansızlığa zorlayan her türlü devlet biçimini, erkini reddeden… Herhangi bir sıralama (hiyerarşi), ast-üst ilişkisini kabul etmeyen… O halde bu biat, bu itaat neyin nesi?
Muhafazakâr sağ, bir adım ötesi teokrasi, iktidarın tüm nimetlerini seferber etmesine rağmen, belirli bir burjuva kültürü, belirli bir aristokrasi yaratamadığından, bilhassa güzel sanatlar için söylüyorum: fasit daire güzellemeleriyle meşgul!
Bu sebeple çıka çıka bir “Minyeli Abdullah” (Hekimoğlu İsmail), bir “Huzur Sokağı” (Şule Yüksel Şenler), bir “Yanık Buğdaylar” (Ahmet Günbay Yıldız) çıktı; hidayet romanları furyası günden güne eridi gitti; miadı doldu neredeyse… Sebep ne? Günümüz gerçeklerine aykırı mı? Romanın tezli olması belirli bir feragatı zorunlu mu kılıyor? Bu durumda Boris Pasternak’ın “Doktor Jivago”suna ne diyeceğiz? John Steinbeck’in “Gazap Üzümleri”ni nasıl tanımlayacağız? Yahut Erich Maria Remarque’nin “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok”unu…
Muktedirler tez fark ettiler, saflarında zamana meydan okuyacak sanatçı olmadığını… Hatta olamayacağını… Bu sebeple kimi kavramların içini boşalttılar, kimilerini ucuzlattılar, kimilerini tedavülden kaldırdılar… Kimilerini “satın aldılar”, güçlerinin yetmediklerini yücelttiler… Öyle yücelttiler ki, artık o yerden vazgeçmek, ölümle, yoklukla, düşüşle, kayboluşla, hiçlikle eşti; kişi, o yücelikte “bulunma”yı tercih eder oldu.
Nedense Miyazaki düştü aklıma, hani şu anime denince akla ilk gelen Stüdyo Ghibli’nin sahibi, “Ruhların Kaçışı”nın yönetmeni durup dururken… “Her film bir lanettir! Yeni bir filmle başıma yeni bir bela alıyorum!” diyen, kendisiyle ilgili belgeselin sonunda.
Tuhaftır ki, bunu 72 yaşında söylüyor Miyazaki. Çoğu kişinin ununu elediği bir vakitte… Ancak ilginç olan şu: Tüm kahramanların öldüğü bir film yapmaktan son anda vazgeçiyor ve bir kişiyi sağ bırakıyor! Bunu “umut” adına yapıyor… Ve Japonya halkı, bu umudu, “yeni bir film çekme arzusu” olarak okuyor. Filmin galasında, Miyazaki çıkıyor sahneye… Diyor ki: Utanç verici, ama ilk kez kendi filmimde ağladım!
Miyazaki bence mühim bir örnek. Yaş 72, ama hâlâ boyun eğmiyor ticari zorlamalara (bu yüzden Stüdyo Ghibli batıyor)… Yaş 72, ama söyleyecek şeyi var hâlâ (yani ruhen de, fikren de genç)… Ve koca Japonya, 72 yaşındaki bir adamın emekli olmasına müsaade etmiyor!
Kendi adıma söyleyeyim: Bugün Ayşe Kulin yazmasa, Ahmet Ümit yazmasa, Canan Tan yazmasa farkına bile varmam. Benim “ihtiyaç”larıma karşılık gelmiyorlar çünkü… Fikirsel ve sanatsal bağlamda “doyur”muyorlar beni…
Hiç tatmadığım lezzetlere, acı da, ekşi de olsa, uzanmak istiyorum oysa. İçimdeki aslanı kükretecek sesi bulmak… Hayatı parçalara ayıracak, belki de yarım bırakacak ve bu yarımlığın güzelliğine beni ikna edecek yazarlarla tanışmak istiyorum.
Kenarda kalmak da, dolaşımda olmamak da bir seçimdir; direniş ille de meydanda olacak diye bir kaide yok! İşte bunu görebilmeyi, buralarda üretileni okuyabilmeyi, çok istiyorum!