Ferit Edgü: ‘Yazmadan yaşayabilseydim, elime kalemi almazdım’          

Ferit Edgü: “İçeriden” baktığımda, kendim için konuşayım, elimizden geleni yaptık. Türkçe, bizim kuşakla düşünmeyi ve dünyaya eşzamanlı bakmayı öğrendi. Çağdaşlık bilinciyle yazdık. Hiçbir konuda, ne siyasal ne yazınsal ödün vermedik.

  • ü
  • 22 Temmuz 2024
  • ü
  • Kültür

2009 yılında edebiyat dünyamızda “50 Kuşağı”nın 50. yaşı kutlanmıştı. Kuşağın yazarlarının ilk kitapları yeniden yayımlandı, dergilerde 50 Kuşağı üzerine dosyalar hazırlandı, soruşturmalar yapıldı. Edebiyatımızın seçkin isimlerinden Ferit Edgü’nün ilk kitabı Kaçkınlar da “50. Yıl” dolayısıyla yeniden yayımlandı. Göz önünde olmayı pek sevmeyen, kitap eklerine ve basına söyleşi vermeyen Edgü o dönemde Kitap Zamanı’nı kırmamıştı. Said Aydın usta yazarla 50. yılında “50 Kuşağı”nı ve ilk kitabını konuşmuştu. Kitap Zamanı’nın 46. sayısında yer alan o söyleşiyi yayımlıyoruz.

 

Sel Yayıncılık’ın “Elli Kuşağının İlk Kitapları 50 Yaşında” serisinin ilk kitabı Kaçkınlar. Gencecik bir yazarsınız bu kitabın içindeki metinler yayımlandığında; Ahmatova’dan alıntılayan da sizsiniz: “Yazılan yazılmıştır”. Peki, yaşananlar yaşanmış mıdır? Bu “50 Yıl” için neler söylemek gerekir?

Sel Yayıncılık, bu yıl Kaçkınlar’ı yayımlamak istediğinde bunun bir anlamı olmadığını söyledim. 50 Kuşağı denilen biz öykü yazarlarının (Demir Özlü, Orhan Duru, Onat Kutlar, Adnan Özyalçıner, Erdal Öz ve ben) ilk kitaplarımız 1958-60 yılları arasında yayımlanmıştı. Ülkemizde böylesi yıldönümlerine pek aldıran yok. Bir örnek olsun diye, hepimizin ilk kitaplarını yayımlamasını önerdim Sel’in yöneticisi İrfan Sancı’ya. Bir an olsun duraksamadan kabul etti. Ama ne yazık ki altı kitabı aynı kapakla yayımlama olanağı bulamadık. Onat’ın İshak’ını Yapı Kredi, Özyalçıner’in kitabını Evrensel, Erdal Öz’ünkünü kendi kurduğu yayınevi Can yayımlamak istedi. Hiç değilse tüm kitapların kapağında sevgili dostum Erkal Yavi’nin 50. Yıl logosu yer aldı.

Bu kısa açıklamadan sonra, işin ve sorunuzun özüne döneyim. Yalnız ben değil, tüm bu saydığım dostların ilk kitapları yayımlandığında gencecik insanlardık. Hepimiz çok erken başlamıştık yazmaya. Bu belki çok önemli değil. Önemli olan yayımlamaya da çok erken başlamıştık: lise sıralarında.

1956-58 yılları arasında yazılmış Kaçkınlar bir ilk kitap, ama benim ilk öykülerimi bir araya getirdiğim kitap değil. İlk öykülerim 1953-54 yıllarında yayımlanmaya başladı. Onlardan biri hariç, hiçbirini kitaplarıma almadım. Ben öldükten sonra da kitaplaşmayacaklar. Onları yadsıdığım anlamını çıkarmayın. Yazdığım hiçbir şeyi yadsımadım. Çıraklık dönemi öyküleriydi onlar. Belki yenilik açısından Kaçkınlar’dan daha yenilikçiydiler. Ama dil sorununun önemini henüz algılayamadığım bir dönemde yazılmışlardı. Bilmiyorum, belki de yanılıyorum. Aradan o kadar uzun bir zaman geçti ki… Arşivimde yer almadıkları için onları okuyup yeni bir değerlendirmede bulunma olanağım yok. Doğrusunu isterseniz, merak da etmiyorum.

Evet, yazılan yazılmıştır ve yayımlandığı yerde durması gerektir. Kuşkusuz, yaşananlar da yaşanmıştır. Ama anılar, yazılmadığında, sözcükler gibi yaşamlarını sürdüremezler. Zaman içinde bulanıklaşıp gerçekliklerini yitirirler. Yalnızca kör bellek sorunu değil, bizlerin onları değiştirme, kendimizce yorumlama gereksinimimizden. Ve tabii, istekli ya da isteksiz unutuşlardan dolayı. Yoksa onca ağırlık altında nasıl yaşardık?

Sözünü ettiğiniz bu “50 Yıl”, anılarıyla, ardında bıraktıklarıyla gerçekten çok ağır bir yarım yüzyıldı. Türkiye 2. Dünya Savaşı’na girmedi ama savaşı tüm yoksulluğuyla yaşadı. Ben kendimi hep bu savaşın çocuğu olarak gördüm. (Sakladığım ilk nüfus kâğıdım, ekmek karnesi damgalarıyla dolu.)

Sonra gerek Türkiye’de, gerek dünyada toplumsal, siyasal olaylar, umutlar, düş kırıklıkları, darbeler ve 20. yüzyıl sona ermeden sosyalist dünyanın çöküşü.

O sıralar Berlin’deydim ve bu çöküşü gün be gün izledim. İnsanlığın, kimi toplumların belli dönemlerde adına Rönesans denilen yeniden doğuşu yaşadıklarına inanırım. Bireylerin de. Ama insanlık için böylesi bir oluşumun tohumlarını göremiyorum bugün. Umarım insanlık bir toparlanma döneminden sonra bunu, yeniden doğuşu gerçekleştirir.

Kaçkınlar’ın bir “şehir efsanesi olması gibi bir durum da söz konusu. YKY İlk Öyküler’inizi yayımlamıştı ama onun da baskısına ulaşmak mümkün değildi bir süre. “Bulunmuyor, muhteşemdir,” denen bir “ilk kitap”, ilk yayımlandığında nasıl karşılanmıştı?

Kaçkınlar’ı yazıp daktiloya çektikten sonra, benim yazdıklarıma lâyık olduklarından fazla ilgi gösterip dergisinde (Yeni Ufuklar) yayımlayan Vedat Günyol’a teslim ettim ve uzun sürecek bir Batı yolculuğuna çıktım. İlkin Münih, ardından Paris.

Ben Türkiye’den ayrılmadan önce Demir’in Bunaltı’sı yayımlanmıştı. Bu, kuşağımızın ilk öykü kitabıdır. Sonradan anladık ki, birbirinden habersiz biz diğer beş öykü yazarı da böylesi bir hazırlık içindeymişiz. Ama Vedat Günyol’un bir yayınevi yoktu. Eş-dost yardımıyla ancak Yeni Ufuklar’ı yayımlayabiliyordu.

Sonunda, bana her zaman inanmış sevgili bir kuzin, Vedat Bey’e kitabın o günkü baskı gideri olan bin lirayı verdi ve böylece Kaçkınlar yeni bir yayınevi adıyla (Çan Yayınları) gün ışığına kavuştu. Böylece hiç kimsenin aklında olmayan, sonraları Türk entelektüel yaşamında önemli bir yer alan Çan Yayınları da kurulmuş oldu.

Kaçkınlar yayımlanırken ben Paris’te olduğumdan baskıyı denetleyemedim. Dosyayı Günyol’a teslim ederken de ayrıntılı, yeterli bilgileri de vermediğim için olsa gerek, kitap bir öyküler kitabı olarak yayımlandı. Oysa, Kaçkınlar dört bölümden oluşan tek bir öyküydü. Ya da bir uzun öykü. Vedat Günyol’u üzmemek için, bunu sağlığında hiçbir zaman söylemedim. Ama 1987’de, Ada Yayınları’nda İlk Kitaplar dizisini kurup Kaçkınlar’ın yeni baskısını yaptığımda, sessiz sedasız bu düzeltmeyi yaptım.

Kaçkınlar, 1959 yılında yayımlandığında, az önce belirttiğim gibi ben Paris’teydim. Kıyıda köşede neler yazıldı, yazıldı mı, pek bilmiyorum. Anımsadığım, Attilâ İlhan’ın uzun bir yazısıyla, sevgili Orhan’cığımın (Duru) bir dostluk yazısıydı. Ama Kaçkınlar daha yayımlanmadan önce Asım Bezirci (Halis Acarı takma adıyla) Pazar Postası’nda dört tefrikalık “Ferit Edgü’nün Tedirginliği” başlığıyla bir dizi yazı yayımlamıştı. 1964’te Türkiye’ye döndüğümde Çan Yayınları’nın deposunda, 1000 adet basılan Kaçkınlar’dan 100 kadar vardı.

Kaçkınlar bugün, 2009’da hâlâ “Güneş Eskin’e ithaflı. Demir Özlü’nün “Evlenme Töreni”nde andığı, Ahmet Oktay’ın da “Öğle Yemeği” şiirinin anlatıcısının “Ferit” isimli birine şunları sorduğu Eskin: “Üsteledim: Anlat nasıl öldü Güneş Eskin / Paris’te? Düştü mü, atladı mı o raylara; / elinde portatif pikap. Tünel’de miydi yoksa? / Söyle, hangisi kurmacaydı bu ölümlerin?” Şiirdeki cevabı biliyorum ama “Ferit Edgü” ne cevap verir bu sorulara, şimdi?

Bir kitap kime adanmışsa hep ona adanmıştır. Kaldı ki benim, Peyami Safa gibi, değiştirmek için bir nedenim de yoktu. Güneş Eskin, benim Akademi’den arkadaşımdı. Bedri Rahmi atölyesinde karşılaştık ve çok kısa zamanda kaynaştık. Uzun hayatım boyunca çok dostum oldu diyemem, ama olanlar bugüne değin hemen hiç fire vermeden süregeldi. Bunların arasında, Onat gibi, Demir ve Orhan gibi kuşağımın yazarları vardı. Yüksel Arslan gibi sanatçı, Sencer Divitçioğlu gibi bilim adamı dostlarım var. Bunlarla dostluğum, hayata, dünyaya aynı pencereden bakan entelektüel dostluklardı.

Güneş Eskin’le olan dostluğum bunların hiçbirine benzemez. O bir yaşam dostluğuydu. Açıklanması zor bir dostluk. O, hiçbir şeye sahip olmak istemeyen biriydi. Ne kitap, ne resim, hiçbir şey. Sürekli aynı tuvali boyuyordu. Bir de akut alkol sorunu vardı. Mutluluğun değil, mutsuzluğun peşinde gibiydi. Kargınmış biriydi ve belli etmese de, bundan, handiyse gurur duyuyordu.

Sonu tam 1960’ların Fransız filmlerindeki gibi oldu: Bir Fransız doktor hanım, Güneş’e âşık oldu. Güneş de ona. Bu kadından bir erkek çocuğu oldu. Çocuk dört yaşındayken annesinin beyninde bir ur ortaya çıktı ve ameliyat sırasında öldü.

Güneş’in ölüm haberini, bir akşam Üsküdar meydanında Beykoz dolmuşunu beklerken, Ömer Uluç’tan aldım: “Biliyor musun, Select’ten Coupole’e geçerken otomobil çarpması sonucu ölmüş Güneş.” O an, ayağımın altındaki toprağın sarsıldığını duydum. O, yitirdiğim ilk dostumdu. Sonra sıra diğerlerine geldi. Kaçkınlar’ın üzerinde bu dostumun gölgesi, hattâ soluğu vardır. Dünyanın, yaşamın anlamsızlığını bedeninde yaşıyordu. Tabii Sartre’ı, Camus’yü, Kafka’yı okumamıştı. Tepeden tırnağa bir bunaltıydı. Hiçbir geleceğe inanmıyordu. Hiçliği onun kadar radikal yaşayan bir insanoğluyla karşılaşmadım bugüne değin.

50 Kuşağı’na dair yapılan en yaygın tespitlerden biri İkinci Yeni ile kurulan koşutluk. Kaçkınlar’ın anlatıcısının da şiirsellik gütmeden şiirsel olma yeteneği âşikâr. Bu ilk kitabı da kapsayan “şiir-öykü” ikiliği için neler söylersiniz?

İkinci Yeni ile 50 Kuşağı’nın yenilikçi öykü anlayışı eşzamanlıdır. Aşağı yukarı kitaplarımızın yayımlanış tarihi de. Örneğin, Üvercinka ile Bunaltı aynı yıl (1958) yayımlanmıştır. Benim kitabımla Turgut Uyar’ınki de. Bana, belki yanılıyorum, yenilikçi arayışlar öyküde daha önce başlamış gibi geliyor. Çünkü bizim öncü durumunda bir yazarımız vardı: Sait Faik. Özellikle son kitabı Alemdağda Var Bir Yılan (1954) bizler için yol gösterici olmuştu.

İkinci Yeni ile bir farkımız da şu: eski kuşaktan, İlhan Berk, daha sonra Oktay Rifat gibi şairler bu oluşumun içinde yer almışlardır. Bizden önceki kuşaktan hiçbir öykü yazarı, bizim etkimizle öykü anlayışını değiştirmek zorunluluğunu duymamıştır.

Ben yazınsal türler içinde şiiri, elbette baş köşeye koyarım. Sanat odur. Öykülerimde, Sait Faik’in öykülerindeki denli bir şiirsellikten söz edilebilir mi, bilmem. Onun birçok öyküsü düzyazı şiirdir. Kaçkınlar’da böylesi bir şiirsellik görmüyorum. Belki Hakkâri’de biraz var. Bilemiyorum.

50 Kuşağı’nın öykücülerinin bir “dil” inşa ettiğini, bu kuşak üzerine çalışan herkes tespit etti, ediyor. Ama bir suçlama içeren “kaçış edebiyatı” belirlemesi de mevcut. Sizin kitabınızın adı Kaçkınlar, Orhan Duru’nunki Bırakılmış Biri, Demir Özlü’nünki Bunaltı, Erdal Öz’ün kitabının adı Yorgunlar. İsim sembolizasyonu “çok şey” değil elbet, ama burada “birkaç şey”e karşılık geliyor sanki. Ne dersiniz?

Evet, bizim kuşak bir şey başarmışsa bu, dildeki başarısıdır. Bunu da Ataç’a borçluyuz. Ataç, dil konusunda öylesine bir tedhiş (gerekli sözcük gerçekten bu) yaratmıştır ki, bir sözcüğü yazarken üç kez düşünürdük. Türkçe nasıl yazılır, nasıl Türkçe düşünülür, bir dil nasıl zenginleştirilir, tüm bu sorulara verilmiş birer yanıttır bizlerin yapıtları. Bizlerin derken tabii, dil konusunda en büyük çabayı gösteren Tahsin Yücel’i, Bilge Karasu ve Vüs’at O. Bener’i unutmuyorum. 1950 öncesi Türk edebiyatıyla 1950 sonrası Türk edebiyatı dil açısından karşılaştırıldığında bu söylediğim somut olarak çıkar ortaya.

Bunaltı ya da kaçış edebiyatı nitelemesine gelince… Bu suçlamalar, hattâ saldırılar, yalnız bizde değil Batı’da özellikle de sosyalist ülkelerde geçer akçeydi. Hadi, Stalinci sosyalist ülkeleri bir kıyıya koyalım. Ama örneğin, Fransa’da, Sartre bir ölügömücü olarak nitelendiriliyor, Kafka’yı yakmalı mı, diye soruşturmalar düzenleniyordu.

Bizde, bireyin varolmadığı bir toplumda varoluşsal, deneysel, öncü bir edebiyatın ortaya çıkması, yayılması; her şeyi politika penceresinden gören güdümlü, bağnaz yazarları, bizlere karşı kışkırtıyordu. Ama gördüğünüz gibi hiçbir işe yaramadı.

Bir kitabın “elli yıl” yaşayabildiğinin de somut hali olan Kaçkınlar’ın bu yeni baskısının sonunda, sizin bu “ilk kitap”a dair 1987’de yazmış olduğunuz “Sonsöz” var. 2009’da yeni bir şey söylemek, yinelemek mi olacaktı oradaki sözlerinizi?

Uzun yıllar Kaçkınlar’ın ikinci baskısını yapmaktan kaçındım. Sonra baktım, tıpkı bugünkü gibi, yalnız benimki değil, Demir’in, Orhan’ın, Onat’ın ilk kitaplarının yeni baskısı yapılmamış. Ada Yayınları’nda yeni bir dizi başlattım: İlk Kitaplar. Kapaklarını Abidin Dino yaptı. Bu dizide ilkin bizlerin, sonra Tomris Uyar’ın ilk kitaplarımızın baskısını yaptım. Güzel kitaplardı, ama ne yazık ki devam edemedi. Benim bu baskıya yazdığım Sonsöz’ü bu yeni baskı dolayısıyla yeniden okudum. Ekleyecek bir şeyimin olmadığını gördüm. Zaten ön değil SONSÖZ demişim…

Hakkâri’de Bir Mevsim, Dıranas’ın Cansever’e şikâyet ettiği şekliyle sizin için bir “Fahriye Abla”ya dönüştü mü, diye hep merak etmişimdir…

Evet, merakınızda haklısınız, dönüştü. Başka bir kitap yazmamışım gibi Hakkâri’nin, yalnız onun yazarı oldum. Oysa, onun kadar satan bir kitabım var: Yazmak Eylemi. Biliyorsunuz bu konuda yazarın, şairin elinden bir şey gelmez kabullenmekten başka. Ben de kabullendim. Bir şikâyetim de yok.

Yaşadığınız coğrafyanın “Doğu”suna “steril” olmayan ilk bakışlardan birinin sahibisiniz metinlerinizle. Doğu’ya olan mesafeniz şimdi nasıl? Ferit Edgü’nün kaleminden bir “Mirza” daha okuyabilecek miyiz mesafenin kapanmaya başladığının iddia edildiği günümüzde?

Bir başarının üzerine yeni bir başarı inşa edemezsiniz. Bu kendi kendinizi sömürmek olur. Bu nedenle Hakkâri’den sonra Doğu ile ilgisi olmayan öyküler yazdım. Ama öyle bir an geldi ki karşı koyamadım. İçimde yaşamakta olan Doğu, bana yeni öyküler yazdırdı. Doğu Öyküleri öyle çıktı. En son da Yaralı Zaman. Küçük bir kitap, yolculuk notları altbaşlığıyla yayımladım. Çünkü ne bir zaman, ne bir öykü. Küçük, ama uzun yıllarımı aldı. Yazmaya Berlin’de başladım, belli aralıklarla devam ettim. Bitiremeyeceğimi anladığımda da, yolculuk notları deyip yayımladım.

Umarım, gerçekten kapanıyordur mesafeler. Keşke. Ama bu o kadar güç ki. Bugünkü durumdan çıkar sağlayanları düşündükçe, barış hiç gelmeyecekmiş gibi geliyor bana. Keşke bu bekleyişi yazabilsem, Mirza’yı yazabildiğim gibi.

“Odada” isimli öykünün anlatıcısı “Benim de yaşamım bu işte: düşler ve sözcükler” diyordu. Ferit Edgü’nün de edebiyatın birçok türüyle, sanatın diğer disiplinleriyle olan “yoğun” ilişkisini biliyoruz. “Odada”nın anlatıcısıyla sizi ‘birlikte okuma arzu’muz yersiz olur mu “elli yıl” sonra?

Alıntıladığınız cümle sanki bir itiraf. Öykü ve romanlarımın dışında, sanat yazıları yazdım, ders notlarımı yazdım ve birçok kitaba, kataloğa sayısız önsöz yazdım. Eğer yazmadan yaşayabilseydim, hiç kuşkunuz olmasın elime kalemi almazdım. Ama dengemi ancak yazarak koruyabildim. O öyküleri, romanları yazan benim. Ama öyküdeki kişiler kim? İşte bunu bilmiyorum. Örneğin, Hakkâri’deki Halit, benim gerçekten tanıdığım, adı da gerçekten Halit olan Halit mi?

Hayır, Halit değil.

Peki, o Halit değil mi?

Evet, o Halit.

Yazmanın diyalektiği bu, deyip geçelim.

Kaçkınlar’daki “odalar”dan dışarı çıkmak mümkün mü?

Hiç kuşkusuz. Bu içinizdeki özgürlük tutkusuna bağlı. Nerde olursanız olun, özgür olabilirsiniz. Eğer gerçekten istiyorsanız ve bu özgürlüğe gereksiniminiz varsa, yani onu kullanacaksanız…


Bu haberler de ilginizi çekebilir:

 

Son olarak şunu sormak isterim; 50 Kuşağı’nın “getirdikleri”ni biliyor ve minnet duyuyoruz. Peki, “içeriden” nasıl görünüyor bu kuşak?

Minnet duymanıza gerek yok, okumanız yeter. Bizim kuşağın gerçekleştirdikleri gerçekten biliniyor mu? Çok kuşkum var. Evet, zaman zaman, yurtiçinde, yurtdışında tezler yazılıyor, değerlendirmeler yapılıyor ama bu dağınık, sapla samanın birbirinden ayrılmadığı edebiyat ortamında taşlar yerli yerine oturmuş değil.

“İçeriden” baktığımda, kendim için konuşayım, elimizden geleni yaptık. Türkçe, bizim kuşakla düşünmeyi ve dünyaya eşzamanlı bakmayı öğrendi. Çağdaşlık bilinciyle yazdık. Hiçbir konuda, ne siyasal ne yazınsal ödün vermedik. Şimdi bakıyorum da yarım yüzyılda pek de fazla değişmedik.

Velev'i Google Haberler üzerinden takip edin

ÖNERİLEN İÇERİKLER

WP Twitter Auto Publish Powered By : XYZScripts.com