Ekonomik krizin yıkıcı etkileriyle boğuşan geniş toplumsal kesimlerin derdine derman olmak bir yana tam da bu derdin yaratıcısı olan iktidarın gelip dayandığı yerde elinde sopadan, baskı ve zordan başka bir şey kalmış değil. Kürtlerin ‘eşit yurttaşlık’ taleplerinin ‘suç’ kabul edilmesi bir avuç savaş baronunun bekası için şart ve kaçınılmazken, toplumun sofrasından çalınan ekmeğin Kürtlerin başına bomba olarak yağdırılıyor olması barışa aslında kimin ihtiyacı olduğunu da söylemiyor mu?
Almanya’nın Polonya’yı işgal ettiği ve II. Dünya Savaşı’nın başladığı tarih olan 1 Eylül, savaşa karşı olan milyonlarca insan için ‘barış içinde bir dünya mücadelesi görevi’ni hatırlamak/hatırlatmak için bir vesile.
II. Dünya Savaşı’nın ardından; ölümler bir daha olmasın, savaşın ağır tahribatları, geri döndürülemez yıkımları bir daha yaşanmasın diye tarihe çentik atmak için ilan edilen 1 Eylül Dünya Barış Günü, üzerinden geçen yıllara rağmen ölümlerle, kanla ve gözyaşıyla anılıyor.
Dünyada açlık ve yoksulluk derinleşip, tırmanırken diğer tarafta ‘savunma’ adı altında savaşlara devasa bütçeler ayrılıyor. Toplumların demokratik hak ve özgürlükleri gerilerken, siyaset alanında otoriter, faşist lider ve partiler her geçen gün daha çok boy gösteriyor. Türkiye de bu tablodan azade değil.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın imzasıyla Ekim 2023’te Meclis’e sunularak kabul edilen 2024 bütçesinde ‘savunma ve güvenlik’ denerek savaşa harcanacak para tam 1 trilyon 133 milyar 500 milyon lira olarak öngörüldü.
2024 yılı ‘savunma’ bütçesi, önceki yıla göre yüzde 150’lik rekor bir artışla Cumhuriyet tarihinin en militarist bütçelerinden biri olarak kayıtlara geçti.
Eğitim, sağlık, tarım gibi kritik ve temel toplumsal ihtiyaçlara ayrılan bütçeler ise savaş ayrılan paraların yanında yine devede kulak kaldı.
2002 yılında genel kamu hizmetlerine ayrılan pay yüzde 42 iken, yıllar içinde bütçelerden kamu hizmetlerine ayrılan pay azaldı ve 2023’te yüzde 28’e kadar geriledi.
Devlet bütçeleri; kaynakların nasıl sağlanacağını, bu kaynakları nasıl ve kimler için harcanacağını söylerken, tüm bunların toplamının ne tür toplumsal ve siyasal sonuçlar üreteceğini de anlatır. Bütçeler, bu haliyle ülkenin nasıl yönetileceğini söyleyen önemli siyasi metinler olarak tarif edilir.
Kamu hizmetleri ve yatırımlarına ayrılan paranın azalması, toplumun sırtındaki vergi yükü ve cepten yapacağı özel harcamaların belirgin bir şekilde artmış olması bütçenin gerçekte kimin için hazırlandığını da açıkça gösteriyor.
Zenginlerle yoksullar, sermaye ile emekçiler, erkekler ile kadınlar yani tüm toplumsal kesimler ve toplumsal sınıflar bütçede karşı karşıya gelirler. Toplumun büyük bir kesimi açlık sınırının altında hayatta kalma mücadelesi verirken, savaş politikalarına milyarlarca dolarlar harcanıyor olmasının başka bir anlamı olmamalı.
Bütçe; iktidarın militarist içeriğine tüm çarpıcı verileriyle ayna tutarken, onun siyaset alanındaki karşılığının görüntüsünü de veriyor.
Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz’ın aşağıdaki iftihar dolu ifadeleri, Türkiye’de sanayinin militarizasyonunun kısa sürede gerçekleştirdiği sıçramayı şöyle işaretliyor:
“2002’de savunma sanayii sektöründe sadece 56 firma faaliyet gösterirken, bugün bu sayı 3 bini aşmış, 62 olan proje sayısı 850’yi geçmiştir. Savunma sanayii projelerimiz, 16 kat artışla 90 milyar doların üzerinde bir büyüklüğe ulaşmıştır. 2002 yılında savunma sanayii alanında AR-GE’ye ayrılan bütçe sadece 49 milyon dolar iken, bugün yıllık 2 milyar doları geçmiştir.”
Hal böyle olunca, bu tüm bu dev savaş yatırımının boşa gitmemesi için yönelmesi gereken ‘düşmanlar’ da bulunmalı yoksa da icat edilmelidir elbet.
Başta Kürtler olmak üzere toplumun tüm farklı etnik, dini ve cinsiyet gruplarına dışlayıcı politikalar uygulayan hatta onları şeytanlaştırıp kriminalize eden AKP, ‘düşmanlarını’ da böylece bulmuş olur. 40 yıldır çözülmeyen/çözülmek istenmeyen Kürt meselesinin bu devasa savaş sanayii ve bütçesiyle dolaysız ve güçlü bağı da tam olarak böyle bir şey olmalı.
Kürtler ve Kürtlerin eşit yurttaşlık talepleri, ‘milli güvenlik sorunu’ ilan edilip, tehdit olarak işaretlenmelidir ki adına ‘güvenlikçi’ denen savaş politikaları meşru olabilsin. Kürtlerin hak ve özgürlük taleplerinin terörize edilip, suç kabul edilmesi bir avuç savaş baronunun zenginliği ve bekası için şart ve kaçınılmaz.
AKP-MHP ikilisinin tahayyülünde Kürtler, Aleviler yok, inanç ve kimlikler, kadınlar, gençler, yoksullar, emekçiler yok. Demokrasi, özgürlük, toplumsal barış yok.
Ekonomik krizin yıkıcı etkileriyle boğuşan geniş toplumsal kesimlerin derdine derman olmak bir yana tam da bu derdin yaratıcısı olan iktidarın gelip dayandığı yerde elinde sopadan, baskı ve zordan başka bir şey kalmış değil.
Yoksulluk ve açlıkla baş başa kalmış toplumun sofrasından çalınan ekmeğin Kürtlerin başına bomba olarak yağdırılıyor olması, barışa aslında kimin ihtiyacı olduğunu da açıkça söylemiyor mu?