Savaş, ekonomik kriz, adaletin sıfırlanması, düşünce özgürlüğünün tamamen yok edilmesi, yasanın artık tamamen hükümsüz olması gibi bu dev sorunlarla mücadele için elde kala kala bir tek gazetecilik kaldı. Memleketin adalet terazisi şaşmış olabilir ama hakikat arayışı devam ediyor. Velev de o arayışta sapasağlam bir nefer…
Ülkede adalet olmadığını söylemenin pek bir manası yok artık. Adaletin çöktüğünü görmek için birbiri ardına çıkarılan “yargı reformalarına” bakmak yeterli. Belki oraya da bakmaya gerek yok. Çünkü Türkiye artık bir yasa devleti bile değil. Yasası olmayan bir devletten adalet beklemenin saflığını kenara not edelim…
Son birkaç günde yaşanan gelişmeleri şöyle alt alta yazsak bile genel bir “adalet” resmi ortaya koyabiliriz. Çoğundan haberdar olduğumuz, başlıklarını okuyup içeriğini “tıklamaya” üşendiğimiz bu gelişmeler, ülkenin adalet rayından çıktığını, artık medeni ülkeler klasmanında müstesna bir koltuğa oturduğumuzu göstermeye yeter de artar bile.
Türkiye’de düşünce özgürlüğünün olmadığını, yargı deen şeyin ise sosyal medya tepkileri ile çalışan basit bir “aparat” olduğunu anlamak için birkaç örnek sıralayalım:
Sanatçı Pınar Aydınlar, İstanbul’da Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlediği bir organizasyonda sahneye Seyit Rıza’nın resmiyle çıkıp, bir de Tunceli demek yerine Dersim deyivermiş. Olacak iş mi, Seyit Rıza’yı anmak, Dersim demek. Sol mahallenin 50 yıllık “muhbiri” Doğu Perinçek’in gazetesi başta olmak üzere, yeni ırkçılığın kalesi Zafer Partisi mensupları ile Ekrem İmamoğlu’na vurmaya hazır kıta bekleyen CHP’li ulusalcılar, bir olup Aydınlar’ı hedef gösterdiler anında. Aydınlar gözaltına alındı, sosyal medya neferleri “zafer” naraları atıp bir sonraki kurbana odaklandı.
Gazeteciliğini pek sevmesem de zaman zaman dikkat çeken “dobralığını” sevdiğim Nevşin Mengü, alt üst olup durulan Suriye’ye gidip PYD liderlerinden Salih Müslim’le görüşüp röportaj yaptı. Röportajı sosyal medya hesabından yayınladıktan kısa bir süre sonra da kaldırdı. Gerekçesini de açıkladı: Hukukçular “başına belaya girer” demiş, o da çekinip silmiş. Silmiş ama Nevşin Mengü’yü kızgın ateşlere atmak için dört gözle bekleyen iktidar trolleri ile Perinçek artıkları, Zafer Partili “kanziler”, CHP’nin “o türban türban, başörtüsü değil” histerisindeki ulusalcıları devreye girdi, Mengü sabahına gözünü karakolda açtı. Gazetecinin herkesle görüşüp soru sorabileceği temel gazetecilik ilkesini bir yana bırakıp Salih Müslim’in sadece birkaç yıl önce Ankara’da ağırlandığını hatırlatmanın bir faydası da yok artık…
Dilek Ekmekçi konusu, daha özel bir ilgiliyi hak eden bir mevzu. Sosyal medya hesaplarındaki paylaşımları ile zaman zaman hakikatten insanın zihin sınırlarını zorlayan iddialarda bulunan Ekmekçi, en çok da eski ve yeni pek çok MHP’li yöneticiler ve bir kısım bürokratın kolkola yurt kızlarını birilerine peşkeş çektiğine ilişkin söylemleri sonrası hedef gösterildi. Meral Akşener’in “yurt kızlarına” ilişkin söylemleriyle düşüncesini destekleyen Ekmekçi bir anda kendini her kapıyı açan maymuncuk “fetö”den içeride buldu. Bununla da yetinilmedi elbette. Ekmekçi’ye öyle bir ders vermek lazımdı ki bir daha sesi soluğu çıkmasın. Deli diye hastaneye yatırmak gibi pek “yaratıcı” fikirler buldular. Velhasıl Dilek Ekmekçi, yargıyı elinde tutan dev bir çeteden bahsederken, o yargının bizzat kurbanı oluyordu…
Ana akım medyayı geçtim, muhalif medyanın neredeyse tamamının kör kaldığı bir dava var İstanbul’da. Geçtiğimiz iki gün duruşmaları yapıldı. Devletten tek bir KHK ile atılan insanların çocuklarının birbirleriyle görüşmeleri, yemek yemeleri, sinemaya gitmeleri gibi suçları işleyen 14 yaşındaki çocuklar hakim karşısına çıktı. Henüz 8 yaşındayken gerçekleşen 15 Temmuz’dan sorgulanan çocuklar, talimatlı yargının “adaleti” karşısında boyunları bükük giyotini bekleyen idam mahkumlarının tedirginliğiyle dikildiler.
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Ancak bu kadarı herhalde ülkenin adalet manzarasını almaya yeter.
Peki, tüm bunlar olup biterken bir sıradan vatandaşlar ne yapıyoruz?
Savcıların, hiçbir suç unsuru taşımayan vakalarda ne kadar hızlı davrandıklarına şaşırıp, sosyal medya mahkemelerinden anlık kararların çıktığına şahit olmaktan harap olmuş zihinlerimizi çevirip ağır ekonomik krize ve etkilerine bakamıyoruz bile. İki yıl öncesine kadar “normal” bir vatandaş iken, bugün dümdüz “fakir” olarak neyi kaybettiğimizi dahi sorgulamaya fırsat olmadan, milyarlarca liralık dev bütçesiyle “İletişim Başkanlığı” denen propaganda makinesinin dişlilerinin arasından sızan dakikalık, saatlik, günlük ve haftalık kırıntılar arasında yönümüzü bulmaya çalışıyoruz.
Savaş, ekonomik kriz, adaletin sıfırlanması, düşünce özgürlüğünün tamamen yok edilmesi, yasanın artık tamamen hükümsüz olması gibi bu dev sorunlarla mücadele için elde kala kala bir tek gazetecilik kaldı. Layıkıyla yapılmış gazetecilik sayesinde bu dertleri görünür kılabilir, tüm medyayı sustursalar bile “gazeteciliğin devam ettiğini” onlara gösterebiliriz. Bunun için de bağımsız ve özgün medya çok kıymetli.
Bakmayın siz kendine “sosyal medya habercisi” diyen haber çöpçülerine, yeri yurdu belli, eli ayağı olan ve bir haber merkezi mantığıyla çalışan her türlü medya organı (gazete, internet sitesi, YouTube kanalı) HÂLÂ dünyanın en ileri demokrasilerinde son derece saygın kabul edilirler. Sosyal medya habercileri, hiçbir şey üretmedikleri için, medya kuruluşlarının, gazetecilerin, muhabirlerin ürettiklerini “çalıp” anlık bilgi olarak yayınlıyor. Ama güvenirlikleri sıfır. Doğru bilgi kaynağı olabilecek iktidar çeperi dışında kalan “muhalifler” de ya korkudan sinmiş, ya parasızlıktan bitap düşmüş ya da devlet dilinin sınırlarında yaşama uğraşı veriyor.
Yukarıda sayılan sebeplerin yanında başka binlerce sebebi de toplayıp Velev gibi, bağımsız ve özgün habercilik arayışındaki birkaç gazetecinin olağanüstü emeklerle kurduğu haber mecralarına sahip çıkın lütfen. Bu mecranın her gün bıkmadan usanmadan Türkiye’deki adaletliğin fotoğrafını çektiğini görün.
Memleketin adalet terazisi şaşmış olabilir ama hakikat arayışı devam ediyor. Velev de o arayışta sapasağlam bir nefer…