“…Özgür, bağımsız, çok sesli bir yazılı ve görsel basın, demokratik rejimin önemli güvencelerinden biridir. Doğru bilgi ve haber alma hürriyetinin korunması esastır.
…Yazılı ve görsel basın sektöründe tekelleşme ve kartelleşmenin önlenmesi için ilgili mevzuat yeniden düzenlenecektir.
…Medya çalışanlarının iş güvencesi ve sosyal güvenlik sorunları dolaylı olarak haber alma özgürlüğünü etkilemektedir. Bu nedenle medya çalışanlarının uluslararası standartlarda bir çalışma ortamına ve iş güvencesine kavuşturulmaları sağlanacaktır.”
İnanması güç ama AKP’nin 14 Ağustos 2001 tarihli parti programında ‘basın’ konusu tam olarak bu ifadelerle dile getirilmiş.
2007 yılına geldiğimizde siyasi zemindeki demokratik gerileme, bir dönüm noktasına da işaret eder. 2016’daki 15 Temmuz darbe girişimi ve 2017’de başkanlık sistemine geçilmesinden sonra ise demokrasiye az buçuk benzer ne varsa OHAL ve KHK’lar marifetiyle hızla silikleşerek kaybolur.
AKP’nin anti-demokratlığı, tahammülsüzlüğü, otoriter eğilimleri iktidar basamaklarında yukarı doğru çıktıkça belirginleşir.
Bugüne geldiğimizde ise otoriterleşmeyle anılan AKP iktidarı; ‘faşizm’, ‘sivil darbe’, ‘tek parti rejimi’ kavramlarıyla birlikte ele alınıyor.
AKP kurucularından ve eski Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, geçen hafta yaptığı dikkat çekici açıklamasıyla tüm bu tabloyu içeriden bir gözle şöyle özetledi:
“AK Parti kurulurken, milletin partisi olarak kuruldu. Ama şu anda parti devletleşmiş devlet de partileşmiştir. Bir facia bu… Bir parti eğer devlet partisi oldu mu, kendi sonunu hazırlamış demektir. Türkiye’de 15 Temmuz yargısı diye bir yargı oluştu. Bu aslında yargı falan değil, bu bir çeşit istiklal mahkemeleri… İstiklal mahkemeleri nasıl ki giyotin gibi çalıştıysa, 15 Temmuz yargısı da maalesef giyotin gibi çalışıyor.”
Gazeteciler Barış Pehlivan, Seda Selek, Serhan Asker’in gözaltına alınması ve Halk TV Genel Yayın Yönetmeni Suat Toktaş’ın tutuklanması bu sürecin son halkası oldu. Otoriterleşme meselesi, artık “AKP vites mi arttırdı, yeni bir levele mi geçiyoruz?” gibi bir içerikle konuşuluyor.
22 yıl önce ‘yasakları bitirme’ vaadiyle iktidara gelen AKP, basın ve ifade özgürlüğünü de adım adım yok etti, diğer tüm alanları olduğu gibi medyayı da çökertilmiş bir yapı haline getirdi.
Demokratik gerilemeyle iç içe yürüyen bu süreçte ilk iş, basını ele geçirmek yani tekelleşmek oldu. Bu 22 yılda ana akım medyanın yüzde 90’ı siyasi iktidarın kontrolüne geçti. Ulusal-yerel toplam 1800 gazetenin yarıya yakını kapandı.
Artan maliyetler ve siyasi baskılar nedeniyle yerel-bölgesel televizyon kanallarının yüzde 90’ı kapısına kilit vurdu. Radyoların yüzde 70’e yakını yayınlarına son vermek zorunda kaldı. On binlerce medya çalışanı işsiz kaldı, medya alanında işsizlik oranı yüzde 40’ları buldu.
AKP; kendisinin propaganda aparatı değil de, kısmen de olsa haber kuruluşu olmaya cesaret edebilen medya gruplarına yönelik baskı araçlarını çeşitlendirip, şiddetlendirdi.
Basını; yargı tehdidiyle, RTÜK sopasıyla, reklam baskısıyla kontrol etmeye çalışan AKP’nin kendisinden olmayan bu az sayıdaki kuruluşa ayar verme çabası, nasıl bir ülkede yaşadığımızın da en berrak göstergesi.
1961 yılında, resmi ilanların objektif ve tarafsız şekilde basına dağıtımının yapılması için özerk bir yapıda kurulan Basın İlan Kurumu (BİK), otoriterleşmeye giden süreçte AKP’nin basını kontrol altına alma, cezalandırma aygıtı olarak yeniden konumlandırıldı.
Resmi ilanların yüzde 78’ini havuz medyasına veren BİK, cezaların yüzde 97’sini ise havuz medyasından olmayan yayın kuruluşlarına verdi.
Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu, internet medyasının ‘yargısız infaz kurumu’, İletişim Başkanlığı ise Saray’ın operasyon ve dezenformasyon başkanlığı gibi çalışıyor ve tüm bu yapılar, kara delik gibi para öğütmekte.
İletişim Başkanlığı’na 2025 yılı bütçesinden ayrılan para tam 6 milyar… Dezenformasyonla Mücadele Merkezi’nin 1 yıllık maliyeti ise yüzlerce milyon lirayı buluyor.
‘Dezenformasyonla mücadele’ söylem ve gerekçesiyle AKP’nin 2022’de Meclis’ten geçirdiği ‘sansür yasası’ gazetecileri susturmak ve yıldırmak için kullanıldı.
RTÜK’ün, muhalif kabul edilen basına yönelik cezaları ise buradan köye yol değil, 4 dört şeritli otoban olur ve tüm bu yapılar eliyle sansür çoktan yasalaşmış durumda.
Havuz medyasının gerçekle ilişkisi olmayan kurmaca, kirli, iftiraya dayalı haberlerinin etkisinin azalması ise Erdoğan ve AKP’nin kabul edebileceği bir durum değil elbet. Basının yüzde 90’ı kontrol altında ama heyhat kaç yazar. TRT ve Anadolu Ajansı’nın partizanlaşmasıyla itibarsızlaşmasının birlikte olması gibi…
Tam da bu yüzden, hayatta kalabilmiş az sayıdaki basın-yayın kuruluşu hedefte. Haberleri suç sayılan gazetecilerin peşini tehdit, hedef gösterme, gözaltı ve soruşturmalar bırakmıyor. Sadece 2024 yılında gazeteciler 720 kez hakim karşısına çıkarken, 74 gazeteci gözaltına alındı, 14’ü tutuklandı. En az 35 gazeteci yeni açılan soruşturma ve davalarla karşı karşıya… Türkiye bu haliyle artık ‘dünyanın en büyük gazeteci hapishanesi’ olarak anılıyor.
22 yıl önce başladığı yerde “Özgür, bağımsız, çok sesli bir yazılı ve görsel basın, demokratik rejimin önemli güvencelerinden biridir” diyen AKP’nin bugün vardığı yerde tek sesli, itaatkâr toplum yaratma girişimleri arasındaki fark çürümüşlüğün ilanından başka bir şey olmasa gerek. Toplumsal rıza üretebilmekten çoktan uzaklaşmış, meşruluğunu kaybetmiş AKP’nin elinde sopadan başka bir şey kalmış gibi görünmüyor.