Netflix, Türkiye’ye geldiğinde belki şu ana akım televizyonda Show TV, ATV ve Fox TV (Now oldu sonra) üçgeninin bayıltan dizilerinden kurtuluruz diye ümitlenmiştik ama platformun bu kanalların bile gerisine düşmesi birkaç yılı bulmadı. Yavaş yavaş düşürülen kalite sonunda sadece küfür, hakaret, taciz, geğirme, abartılı laf sokmalı şakalardan ibaret bir yapımlar mezarlığına kadar vardı. Nasılsa gider, “Ortalama Türkiye seyircisine bundan fazlasına gerek yok” diye klişenin de klişesi yapımlarla doldu taştı.
Aile dizimi, ayağı asla yere basmayan garip korku şeyleri, lohusa, erkek tavlama-kız tavlama klişeleri, lise seviyesinin az üstünde, çoğunlukla başka ülkelerde “tutmuş” yapımların kopyası dizi ve filmler platformu doldurdu. Arada tek tük iyi işler çıksa da “yerli yapım” kategorisinde izlenmeye değer doğru düzgün bir şey bulmak neredeyse imkansız.
Netflix Türkiye’nin ana sayfasında öne çıkan yapımlara bakmak, içler acısı hali anlamak için yeterli. Yabancı yapımlar anında çok izleniyor ve izlenmelerde yukarılara çıkıyor. Yerli yapımlarda ise durum fecaat: Ya çocuk çizgi dizileri, ya berbat üçüncü sınıf enişte-damat-salak-avanak komedileri ya da basitin de basiti bilim kurgu ile korku ve gerilim arasında dolanan aile dizimi, gizem, şeytan, cin yapımları veya ancak lise seviyesinde olabilecek gençlik-aşk-romantik komediler…
“Bir Başkadır” gibi fenomen bir diziyi “yerliden” çıkarabilmiş platformun yokuş aşağı freni patlamış kamyon gibi sürüklenmesine şahitlik etmek üzücü ama alışkanlıkla da olsa hâlâ üyeliği sürdürüyor ve “Acaba iyi bir şey gelir mi?” umuduyla ücret ödemeye devam ediyoruz. Tamam yabancı yapımlarda iyi işler çıkıyor, şahane diziler, çok önemli filmler, belgeseller izliyoruz ama sıra “yerli kategoriye” geldiğinde bize sunulan vasat veya vasat altı kaliteye şaşırmamak elde değil.
Bu kadar uzun girizgahı Netflix Türkiye’nin en çok izlenenler kısmının tepesinde bulunan “Platonik: Mavi Dolunay Otel” dizisine değinmek üzere giriştim. Gupse Özay’ın senaryosunu yazdığı, başrollerini Kerem Bürsin ve Öykü Karayel’le paylaştığı dizi, büyük ve bana göre çokça abartılı reklama rağmen beklenen ilgiyi göremedi. Görse, en azından platform yapımlarının değerlendirildiği internet veya gazete köşelerinde bir iki “olumlu” değerlendirme okurduk. Anlaşılan pek çok eleştirmen görmezden gelmiş diziyi. Keşke “olmadığını” da yazma cesareti gösterilebilse diyeceğim ama Netflix’in cezbedici reklamlarından vazgeçmek kolay olmasa gerek…
Doğrudan adını koymak lazım: “Platonik: Mavi Dolunay Otel” kötü bir dizi olmuş. Gupse Özay’ın artık kendini tekrar etmeye başlayan kaleminin kıvraklığı, şaşırtmayı amaçlayan hamleleri bile kurtarmaya yetmemiş. Buna 8 bölüme sığdırılmaya çalışılan hikayenin telaş yüzünden yeterince atmosfer oluşturamamasını da ekleyince ortaya vasat veya vasatın biraz üstü bir yapım çıkmış. Netflix’in kötü bir ezberle Türkiye seyircisine layık gördüğü seviyenin acıklı tüm halleri, “Platonik: Mavi Dolunay Otel” dizisinde toplanmış. Aile dizimi hikayeleriyle dalga geçerken inandırıcı olamayan, hayatlarının aşkını bekleyen iki kardeşin bir türlü seyirciye geçmeyen çekişmesiyle diziye boca edilen “kurt-dolunay-uluma-cadı-büyü-uçma-kaçma” klişeleriyle oldukça sıradan.
Farklı zannedilen ancak tüm farklılıkları bilinen, denenmiş, herkesin ezbere bildiği konu ve başlıklarla bezenmiş dizi; herhangi bir iş yaparken “Ses olsun diye” açıldığında dahi zaman kaybına uğramış hissi yaratıyor. Seyirci de ne yapsın, kitaplıkta ondan daha kötü “Ayakçı” ile “Gelinler Takımı” dizilerini “yeni” kategorisinde görünce mecburen “Bari biraz gülerim” umuduyla “Platonik: Mavi Dolunay Otel”de karar kılıyor. Tamamen “mecburiyetten”.
Dizi baştan sona akan, ama seyirciyi içine çekemeyen olayların art arda sıralanmasıyla oluşmuş sanki. Karakterlerin -bir ikisi hariç- neredeyse hiçbiri oturmamış, konuların ayakları yere basmıyor, absürt mü olacak yoksa düz komedi mi olacak kararını dahi verememiş dizi sırtını tesadüflere yaslamış. Dizinin son bölümlerinde ağırlığını fazlasıyla hissettiğimiz “uzaylı-üstün ırk” mevzusu var ki, ne tamamına erdirilebilmiş hakkıyla ne de anlamlı bir sonuca bağlanmış.
Oyunculuklara gelince…
Gupse Özay’ın zaman zaman parlayan performansları olsa da oyunculuğu genel itibariyle “vasatın az üstü.” Kerem Bürsin, tam da kendisinden bekleneceği üzere vücudunun, saçının, sakalının ekmeğini yemekle meşgul dizi boyunca. Ona atfedilen “üstün” vasıflardan başı dönen karakteri, bir Kerem Bürsin kataloğunda nerede durur acaba? Bana göre “vasat civarı” yeter de artar bile.
Dizide oyunculuğunun hakkını veren tek karakter olan “Nedret”, Öykü Karayel tarafından canlandırılmış. Biraz alık, kafayı ezoterik bilgi, doğa, aile dizimi gibi şeylerle bozmuş bir karakteri canlandıran Karayel’in oyunculuğu dizide seyirciye geçen tek oyunculuk olarak öne çıkıyor. “Öyle olduğuna” inandığımız tek karakter Nedret. Dizinin senaryosundan ve yönetmenlikten kaynaklı pek çok soruna rağmen Nedret’le özdeşlik kurulabiliyor. O berbat ve gereksiz “koltuk altı yalama” ve “uluma” sahnelerine rağmen…
Netflix, uzun zamandır Türkiye kataloğunda doğru düzgün yapımlara yer vermiyor. Elbette izlenme oranlarını, seyirci beklentisini göz önünde bulundurarak bir katalog hazırlıyor ancak bu tercihin sonu hiç iyiye gitmiyor. Günden güne düşen kalite, berbat oyunculuklar, klişe hikayeler ile Netflix Türkiye, -yapımcılarla ajanslar arasında varılmış bir anlaşma karşılığı gibi- kan kaybediyor; ne filmleri, ne dizileri ne de belgeselleri artık heyecanlandırmıyor. “Günü kurtaran”, ortalama seyirciye hitap edecek işlerin yanında hiç olmazsa “zevahiri kurtaracak” işler de destek görmeli.
Netflix’ten bağımsız sinema beklentisinde değiliz ama belli bir seviyenin üstünde kalite beklemek de hakkımız…