Top Gun: Maverick ile büyük başarı yakalayan yönetmen Joseph Kosinski imzalı F1 Filmi (F1: The Movie) formula severler için heyecan verici bir yapım olarak bu yaz sinema salonlarında yerini almıştı. Kimi eleştirmenler için yaz döneminin klişe yapımlarından biriydi kimisi içinse spor filmleri arasında üst sıralara yerleşmeyi hak ediyordu.
Filmin yapım süreci epey gündeme geldi. Film gerçek F1 sezonu devam ederken çekildi, Brad Pitt’in canlandırdığı Sonny Hayes karakteri pist alanında Ferrari’yle yan yana yürüdü, gerçek yarış pilotları ve takımlar bu evrene dahil oldu. Bu haliyle sinema tarihinde nadir görülen bir “içeriden prodüksiyon” örneği olarak dikkat çekiyor. Filmin aynı zamanda prodüktörlerinden olan Lewis Hamilton, Max Verstappen ve Charles Leclerc gibi efsanelere sahnelerde rastlamak da heyecan verici.
Film, Brad Pitt’in canlandırdığı eski pilot Sonny Hayes’in hikâyesiyle başlıyor. Yıllar önce bir kaza yüzünden kariyerine veda etmiş, pistten uzaklaşmış ama içinde hâlâ motor sesinin yankısını taşıyan bir adam. Onu yıllar sonra yeniden pistlere döndüren şey ise biraz inat, biraz özlem ve çokça yeniden başlama isteği. Burada karşısına genç bir sürücü çıkıyor: Damson Idris’in canlandırdığı Joshua Pearce. Hırslı, öfkeli, gençliğin verdiği acelecilikle dolu. Hayes ile Pearce’in yolları kesiştikçe, film yalnızca hızın değil, kuşakların, deneyimlerin, hataların ve dostluğun öyküsüne dönüşüyor. Sadece bir yarış filmi izlemiyorsunuz aslında. Senaryoda zayıflıklar göze çarpsa da takım ruhunun, tecrübenin başarıya etkisi izleyiciye samimi bir film atmosferi sunuyor.
Tecrübeli oyuncu Brad Pitt filmi baştan sona taşıyor. Yorgun gözlerinin arkasındaki kararlılığı hissetmek mümkün. Damson Idris ise enerjisiyle, tutkusu ve kırılganlığıyla o genç sürücüyü izleyiciye sahici biçimde geçiriyor. Javier Bardem’in takım patronu Cervantes rolünde ekrana kattığı ağırbaşlılık ve sıcaklık ise hikâyeyi daha inandırıcı kılıyor.
Filmin en güçlü yanı gerçek pistlerde çekilmiş sahneler. Monza, Silverstone, Spa… O asfaltın üzerinde hızlanan arabaların titreşimini sanki kendi bedeninizde hissediyorsunuz. Kamera sizi öyle bir yere konumlandırıyor ki sanki direksiyonun başındasınız. Virajlardaki keskin dönüşler, motorun çığlığı, lastiklerin dumanı… Koltuğunuzda otururken kalbiniz pistte hızlanan arabalarla aynı ritimde atıyor. Buna Hans Zimmer’ın müzikleri eklendiğinde, film bir spor hikâyesi olmaktan çıkıp epik bir deneyime dönüşüyor.
Ama film yalnızca yarışa dair değil. Asıl mesele, geçmişte takılıp kalmakla geleceğe yürümek arasında sıkışan bir adamın hikâyesi. Hayes’in gözlerinde pişmanlıkla birlikte hâlâ parlayan bir umut var. Pearce’in öfkesinde ise gençliğin kaybolmaya yüz tutan masumiyeti. İkisi yan yana geldikçe film bize kuşaklar arası bağların, mentorluk ilişkilerinin, öğrenmenin ve teslim olmanın ne kadar değerli olduğunu hatırlatıyor.
Elbette hikâyenin bazı noktalarında tahmin edilebilir dramatik anlar yok değil. Spor filmlerinin klişeleri burada da karşımıza çıkıyor. Ama perdeye yansıyan o gerçeklik, oyuncuların sahiciliği ve pistte yaşanan büyüleyici anlar bu kusurları kolayca unutturuyor.
F1, sadece hız severlere değil, hayatın iniş çıkışlarına tanıklık etmek isteyen herkese hitap eden bir film. Bazen hayat da pist gibi: dönemeçleri var, sert frenleri, hızla açılan düzlükleri… Kimi zaman kaybediyorsunuz, kimi zaman yeniden başlıyorsunuz. Filmden sonra aklınızda kalan şey yalnızca motor gürültüsü değil; yeniden başlamanın cesareti ve dayanışmanın gücü oluyor.