Bazen ne söyleyebiliriz, ne kaçabiliriz. Utanç, içimizde büyüyen bir suskunluktur.
Utanç, bireyin toplum önünde yahut kendi vicdanında “olması gereken ile olduğu şey arasındaki farkı” hissetmesiyle oluşan derin bir duygudur. Suçluluk, çoğu zaman bir eylemle ilgilidir; utanmak ise daha çok kişinin varlığıyla, yani kim olduğu ya da neye dönüştüğüyle ilişkilidir. Bu yüzden utanç, sadece bir duygu değil, bir kimlik krizi, bir kendilik yarılmasıdır.
Psikolojide utanç, genellikle “kendine dönük bir öfke” ya da “gözün dışarıdan içeri dönmesi” olarak tanımlanır. Utanç anında kişi, kendini başkalarının bakışında donmuş, sıkışmış ve küçülmüş hisseder. Bu yönüyle, toplumsal olanla içsel olanın çarpıştığı en kırılgan duygudur. Antik Yunan’da “aidōs” (utanma duygusu), erdemli insanın göstergesi sayılırken, modern çağda utanç giderek bir zayıflık belirtisi gibi algılanmaya başlanmıştır.
Toplumsal sistemler çoğu zaman utancı bir denetim mekanizması olarak kullanır. Aile içinde, okulda, sokakta ya da dijital platformlarda insanlar normlardan saptığında yalnızca hukuken değil, duygusal olarak da cezalandırılır. Özellikle beden, cinsellik, yoksulluk, başarısızlık gibi alanlarda utanç bireyi içe çeker, susmaya, saklanmaya ve kendi değerini sorgulamaya iter.
Utanç ile suçluluk arasındaki fark nedir?
Utanç ve suçluluk sıklıkla birbirine karıştırılsa da, psikolojide ve felsefede bu iki duygu farklı düzlemlerde işler.
Suçluluk genellikle bir eyleme yöneliktir: “Yanlış bir şey yaptım.”
Utanç ise varoluşsal bir duygudur: “Ben yanlışım.”
Suçluluk telafi edilebilir; özür, pişmanlık ya da onarımla dışarıya yöneliktir. Utanç ise çoğu zaman kişinin kendi benliğiyle ilgili derin bir rahatsızlığa işaret eder ve içe kapanma, kaçınma, görünmez olma arzusu yaratır.
Psikiyatrist John Bradshaw bu ayrımı şöyle özetler: “Suçluluk sizi eyleminizi sorgular; utanç sizi kendinizi inkâra sürükler.”
Utanç evrensel midir, yoksa kültürden kültüre farklılaşır mı?
Utanç, evrensel bir duygudur, ancak kültürel biçimi ve eşiği büyük ölçüde değişkendir. Örneğin Batı toplumları bireysel başarıyı ve özgüveni öncelediğinden, utanç daha çok kişisel başarısızlık ya da sosyal dışlanma üzerinden deneyimlenir.
Oysa Doğu toplumlarında—özellikle Japonya, Kore gibi onur kültürlerinde—utanç, kişinin ailesine veya topluluğuna zarar vermesi durumunda daha yoğun hissedilir.
Antropolog Ruth Benedict’in tanımıyla; suç kültürlerinde (örneğin ABD), yasaya aykırı davranışlar suçluluk yaratır. Utanç kültürlerinde (örneğin Japonya), normlara aykırılık utanç doğurur—görülmek yeterlidir. Bu nedenle utanç, hem evrensel bir çekilme dürtüsüdür hem de kültürel olarak biçimlendirilmiş bir aynadır.
Utanç duygusu sağlıklı bir gelişimin parçası olabilir mi, yoksa her zaman zararlı mıdır?
Utanç, aşırıya kaçmadığı sürece ahlaki ve sosyal farkındalığın gelişiminde önemli bir işlev görür.
Çocuklar küçük yaşlardan itibaren utanç duymaya başladıklarında, kendi sınırlarını, başkalarının duygularını ve toplumsal normları öğrenirler. Örneğin bir çocuğun yalan söylediğinde utanç hissetmesi, empati ve sorumluluk gelişimine katkı sağlar. Ancak kronik utanç, özellikle çocuklukta sürekli aşağılanma, dışlanma veya değersizleştirme ile içselleştiğinde, bireyin benlik değerini zedeler.
Psikolog Brené Brown’ın çalışmalarına göre, sağlıklı bireyler utancı tanıyıp işleyebilen, onu bastırmadan kabul edebilen kişilerdir. Aksi takdirde utanç; depresyon, öfke, bağımlılık ve ilişkisel kopukluklara yol açabilir.
Modern toplumlarda utanç nasıl üretiliyor ya da körükleniyor?
Bugünün toplumları—özellikle dijital kültür—utancı hem görünür kılar, hem de yeniden üretir.
Sosyal medyada yapılan “linç kültürü” ve kamuoyu baskısı, bireylerin en mahrem anlarını bile herkesin gözünün önüne serer.
Moda, beden, başarı, annelik, ilişki, kariyer gibi başlıklarda oluşturulan normlar, milyonlarca kişiye “yeterince iyi değilsin” mesajı verir.
“Toksik pozitiflik” ve sahte mükemmellik algısı, insanların gerçek duygularını utanılacak şeylermiş gibi saklamalarına neden olur.
Böylece utanç, yalnızca bireysel bir duygu değil, kolektif bir disiplin biçimi hâline gelir.
Michel Foucault’nun deyimiyle, modern toplumda birey “sürekli bakılan, ama hiç bakamayan bir mahkûma” dönüşür—ve utanç bu gözetim toplumunun içselleştirilmiş yüzüdür.
Utançla nasıl baş edilir? Bu duyguyla yaşamak mı gerekir, yoksa dönüştürmek mi?
Utanç, bastırıldığında değil, tanındığında ve paylaşıldığında iyileşmeye başlar. İlk adım, utancı yargılamadan fark etmektir: “Bu duyguyu neden hissediyorum?” İkinci adım ise utancı sözleştirmektir—yani içe kapanma yerine paylaşmak. Güvendiğimiz biriyle konuşmak, utancın üzerindeki sessizlik örtüsünü kaldırır.
Psikoterapide utançla baş etmek için “şefkat odaklı terapi” ve “duygulara odaklı terapi” gibi yöntemler kullanılır.
Öz-şefkat, kendine kötü davranma kalıbının yerine “anlama, bağışlama ve yeniden kurma” süreçlerini koyar.
Utançla yaşanabilir; ama onunla yalnız başına yaşamak zorunda değiliz. Dayanışma, görünürlük ve kabul; utancın karanlığını delmenin ilk yoludur.
Kitap Dünyasında:
Karl Ove Knausgaard – Kavgam: Yazarın çocukluk travmalarından yetişkinliğine kadar uzanan utanma, ezilme ve içe kapanma deneyimleri.
Jean-Paul Sartre – Varlık ve Hiçlik: Başkasının bakışı karşısında duyulan utancı, varoluşsal bir temel deneyim olarak tanımlar.
J.M. Coetzee – Utanç (Disgrace): Güney Afrika’nın geçirdiği toplumsal dönüşümle kişisel suçluluk ve utanç arasındaki ilişkiyi işler.
Sinemada ve Dizilerde:
Shame (2011): Cinsellik, bağımlılık ve utanç arasındaki gerilimli ilişkiyi merkeze alan çarpıcı bir film.
The Handmaid’s Tale: Kadın bedeninin nasıl utanç nesnesine dönüştürüldüğünü distopik bir anlatımla sergiler.
BoJack Horseman: Psikolojik sorunların ve geçmiş travmaların utanç duygusuyla nasıl iç içe geçtiğini animasyon diliyle anlatır.
Video Oyunlarında:
Hellblade: Senua’s Sacrifice: Psikozun ve içsel suçluluk/utanç döngüsünün görsel olarak temsil edildiği bir deneyim.
Disco Elysium: Karakterin geçmişteki eylemlerinden dolayı yaşadığı utanç, oyun içi diyaloglara ve seçimlere doğrudan yansır.
Tiyatro ve Diğer Sanat Alanlarında:
Sarah Kane – Crave, 4.48 Psychosis: Kendilik, çıplaklık, utanç ve öz yıkım arasındaki sarsıcı sınırları zorlayan metinler.
Butō dansı: Japon beden sanatında, utanç ve bastırılmışlık doğrudan bedensel ifade biçimine dönüşür.
Utanç, insan ruhunun içe doğru kıvrıldığı, kendiyle çarpıştığı bir eşiktir. Ne tamamen bastırılabilir, ne de kolayca anlatılabilir. Belki de bu yüzden en sessiz, ama en derin duygulardan biridir. Toplum, utancı çoğu zaman disiplin aracı olarak kullanır; birey ise bu duyguyla baş edebilmek için ya unutmaya çalışır ya da inkâr eder. Oysa utanç, bastırıldığında değil, tanındığında dönüşebilir. Çünkü utanç yalnızca bir çöküş değil, aynı zamanda kendini yeniden inşa etme imkânıdır.
Bu madde ilginizi çektiyse aşağıdaki başlıklara da göz atabilirsiniz:
►JÜRGEN HABERMAS VE KAMUSAL ALAN – Akıl Yürütmenin Toplumsal Sahnesi