Uluslararası ilişkiler, devletlerin ve devlet dışı aktörlerin birbirleriyle kurduğu siyasi, ekonomik, askeri ve kültürel ilişkileri inceleyen bir disiplindir. Hem bir akademik alan hem de bir uygulama pratiği olan bu saha; savaş ve barış, diplomasi, güç dengeleri, küresel yönetişim, uluslararası hukuk ve kurumlar gibi konularla ilgilenir.
Uluslararası ilişkilerin kökeni, antikçağdaki imparatorluklararası diplomatik yazışmalara dek uzanır. Modern anlamda ise bu disiplin, I. Dünya Savaşı’nın yıkıcı sonuçlarından sonra doğmuş, savaşın nedenlerini anlamaya ve önlemeye dönük akademik çabalarla gelişmiştir. Realizm, liberalizm, yapısalcılık gibi teorik çerçeveler zamanla oluşmuş, Soğuk Savaş’ın ardından devlet dışı aktörler (STK’lar, çokuluslu şirketler, uluslararası kuruluşlar) de analizlere dahil edilmiştir. Günümüzde iklim krizi, göç, terörizm, yapay zekâ, siber güvenlik gibi konular da uluslararası ilişkiler gündeminin bir parçasıdır.
Uluslararası ilişkiler (ya da diğer adıyla uluslararası çalışmalar), devletler ve ülkeler arasında var olan ilişkileri ve etkileşimleri ifade eder. Bu alanın temel çalışma konuları arasında uluslararası hukuk, uluslararası siyaset, uluslararası ekonomi ve uluslararası ilişkiler tarihi yer alır. “Uluslararası ilişkiler” başlığı altında genellikle dış politika çalışmaları ve uluslararası sistemin ana meseleleri incelenir: devletlerin rolü, uluslararası örgütler, hükümet dışı organizasyonlar (STK’lar) ve çokuluslu şirketler bu analizlerin temel aktörleri arasındadır.
Uluslararası ilişkiler, hem akademik hem de siyasi bir alandır. Bu ilişkiler hem pozitivist bir yaklaşımla (olanı anlamaya yönelik) hem de normatif bir yaklaşımla (olması gerekeni tartışmaya yönelik) ele alınabilir. Her iki yaklaşım da ülkelerin uluslararası politikalarını hem çözümlemeyi hem de biçimlendirmeyi amaçlar.
Tarihsel olarak siyaset bilimi disiplinine ait görülen uluslararası ilişkiler, özellikle 1970’lerden bu yana hızla gelişen uluslararası siyasal ekonomi alanı sayesinde ekonomiyle de güçlü bağlar kurmuştur. Bununla birlikte, bu alan yalnızca siyaset bilimiyle sınırlı değildir; uluslararası hukuk, felsefe, coğrafya (özellikle jeopolitik), sosyoloji, antropoloji, kültürel çalışmalar ve diğer sosyal bilim dalları da uluslararası ilişkiler disiplinine katkı sunar.
Bu alanda çalışılan başlıca konular arasında küreselleşme, devlet yapısı, ekoloji ve sürdürülebilir kalkınma, nükleer silahların yayılması, milliyetçilik, ekonomik kalkınma, uluslararası finans ve insan hakları gibi temalar yer alır.
Uluslararası ilişkiler, küreselleşmenin analizine dair farklı kavramsal çerçeveleri anlamayı amaçlar. Jean-François Guilhaudis’in belirttiği gibi, “uluslararası” terimi ilk olarak 18. yüzyılın sonlarında İngiliz filozof Jeremy Bentham tarafından ortaya atılmıştır. Ancak uluslararası ilişkiler olgusu, yani bağımsız siyasal topluluklar arasındaki ilişkiler çok daha önce, Antik Yunan döneminde Thukydides ile birlikte incelenmeye başlanmıştır. Bentham, ulusların mutlak monarşilere karşı belirginleşmeye başladığı bir dönemde, devletler arasındaki ilişki biçimlerini sorgulamıştır.
Uluslararası ilişkiler disiplini, Birleşmiş Milletler, IMF, Dünya Ticaret Örgütü ve Dünya Bankası gibi çok sayıda küresel kurumu da içerir. Bu kurumların uluslararası güvenlik, ekonomik ve sosyal kalkınma, insan hakları ve insani yardım konularındaki rolleri bu bağlamda önem kazanır.
Bu alandan söz ederken ulus ve milliyetçilik kavramlarına da değinmek gerekir. Zira uluslararası ilişkilerin temel hedeflerinden biri, ulus-devlet olgusunun ve milliyetçi ideolojilerin tarihsel süreçte nasıl ortaya çıktığını, nasıl evrildiğini ve bu olgular üzerine geliştirilmiş başlıca teorileri anlamaktır. Geleneksel tanıma göre uluslararası ilişkiler, devletlerarası temasları ve dış politikayı konu edinir. Ancak günümüzde bu dar çerçevenin ötesine geçilerek, hükümetlerin denetimi dışındaki pek çok sürecin de uluslararası ilişkiler alanının bir parçası olduğu kabul edilmektedir.
Uluslararası ilişkiler alanını anlamak için, “uluslararası ilişkiler” teriminin ortaya çıkışı ile, bu ilişkilerin tarihsel pratiği ve akademik incelemesi arasındaki farkı net biçimde ayırmak gerekir. Bu alandaki doktrinlerin, teorilerin ve araçların gelişimi çok daha eskiye dayanırken, çağdaş uluslararası ilişkiler disiplini genellikle 1648 tarihli Westphalia Antlaşmaları ile başlatılır. Bu antlaşmalar, modern anlamda devletler sisteminin oluşmasına ve uluslararası arenada “egemenlik” kavramının yasal temelinin atılmasına vesile olmuştur.
Westphalia Antlaşmaları’yla birlikte Avrupa’da, ulusal yasama otoritesinin ülke sınırları içinde en yüksek otorite olarak kabul edildiği bir düzen tesis edilmiştir. Bu model, daha sonra diplomasi kurumlarının ve daimi orduların kurulmasıyla birlikte devletin uluslararası alandaki meşruiyetini güçlendirmiştir. Bu Avrupa merkezli sistem, özellikle sömürgeleşme yoluyla Amerika, Afrika ve Asya’ya da ihraç edilmiştir. Soğuk Savaş dönemindeki dekolonizasyon süreçleri, bugünkü uluslararası sistemin temel taşlarını oluşturmuştur.
Yine de tüm ülkeler modern anlamda ulus-devlet modelini benimsememiştir. Bazıları bu yapının ötesine geçmiş, “post-modern devlet” niteliği kazanmıştır. Bu çeşitlilik, modern uluslararası ilişkiler disiplininin açıklama kapasitesini de sorgulamaya açmıştır. Bu noktada, bireysel (lider, birey), devlet düzeyinde (ulus-devlet), uluslararası (hükümetler arası ve çok uluslu yapı) ve küresel düzey (iklim krizi, göç gibi) olmak üzere dört temel analiz düzeyi tanımlanmıştır.
Uluslararası ilişkiler teorisi ise esasen I. Dünya Savaşı sonrasında sistematik biçimde gelişmeye başlamıştır. Ancak bu teorik düşünce geleneği farklı disiplinlerden de beslenmiştir. Thukydides’in Peloponez Savaşları üzerine yazdıkları, Hobbes’un Leviathan’ı ve Machiavelli’nin Prensi realizm kuramının öncülleri sayılır. Öte yandan, liberal teori Emmanuel Kant ve Jean-Jacques Rousseau’nun metinlerinden esinlenmiştir. Doğal hukuk geleneği içinde Francisco de Vitoria, Hugo Grotius ve John Locke gibi düşünürler, insan hakları fikrinin temellerini atan isimler arasında gösterilir. 20. yüzyılda ise Marksizm, uluslararası ilişkiler disiplininin kuruluşunda etkili olan diğer bir düşünce geleneğidir.
I. Dünya Savaşı’nın ardından, yaşanan büyük yıkım, uluslararası siyasetin bilimsel olarak çalışılması gerektiğini açık biçimde göstermiştir. Bu dönemde yeni bir uluslararası ahlak anlayışı çerçevesinde birçok girişim ortaya çıkmıştır. ABD Başkanı Woodrow Wilson’ın 8 Ocak 1918 tarihli meşhur “14 Nokta” konuşması bu yeni anlayışın temel örneklerinden biridir:
Uluslararası hukukun geliştirilmesi ve barışçıl çözüm yollarının benimsenmesi,
Uluslararası örgütlerin kurulması,
Barışa dayalı bir yeni ahlaki düzenin inşası,
Demokrasi ve serbest ticaretin teşviki.
Ancak bu kurumlar pratikte beklenen başarıyı gösterememiştir. Özellikle Milletler Cemiyeti, ABD Kongresi’nin kuruma üyelik onayı vermemesi nedeniyle zayıf kalmış, Briand-Kellogg Paktı ise savaşın tamamen yasaklanması gibi fazla idealist bir hedefle başarısızlığa uğramıştır. Faşist İtalya’nın Habeşistan’ı işgali bu başarısızlığın somut bir örneğidir. Sonuçta, devletlerin dış politika yürütürken kendi rasyonel çıkarlarını öncelediği birçok durumda bu idealist yapılar işlevsiz kalmıştır. 1939’da patlak veren II. Dünya Savaşı, Wilsoncu idealizmin başarısızlığının trajik bir kanıtı olmuştur.
Bu gelişmelerin ardından ortaya çıkan realizm teorisi —bugün “klasik realizm” olarak adlandırılır— uluslararası ilişkilerin etik ile değil, güç ile anlaşılması gerektiğini savunmuştur. Edward H. Carr ve Hans Morgenthau gibi teorisyenler, idealizmin tehlikeli saflığını eleştirmiş ve gerçekçi yaklaşımlar geliştirmişlerdir. Bu düşünce hattı, uluslararası siyasal sistemde istikrarı sağlamanın tek yolunun güç dengesi olduğuna işaret eder.
Uluslararası ilişkiler, modern anlamda bir akademik disiplin olarak ilk kez Britanya’da ayrı bir çalışma alanı olarak ortaya çıkmıştır. 1919 yılında, I. Dünya Savaşı’nın ardından, savaşın nedenlerini bilimsel olarak anlamlandırma çabası doğrultusunda Galler’deki Aberystwyth Üniversitesi’nde Woodrow Wilson Kürsüsü adıyla kurulan ilk uluslararası ilişkiler kürsüsü, hayırsever David Davies’in bağışıyla hayata geçirilmiş ve Sir Alfred Zimmern’e emanet edilmiştir. Bu, alanın tarihindeki ilk akademik atılımdır.
1920’li yılların başında, Londra Ekonomi Okulu (London School of Economics – LSE) bünyesinde Nobel Barış Ödülü sahibi Noel-Baker’ın girişimleriyle benzer bir kürsü daha kurulmuştur. 1927’de Cenevre’de William Rappard tarafından kurulan Yüksek Uluslararası Çalışmalar Enstitüsü ise doğrudan Milletler Cemiyeti’ne bağlı diplomatları yetiştirmeyi amaçlamış ve dünyada yalnızca uluslararası ilişkilere adanmış ilk yükseköğretim kurumu olmuştur. Bu kurum aynı zamanda uluslararası ilişkiler alanında ilk doktora derecelerini vermeye başlamıştır.
Amerika Birleşik Devletleri’nde uluslararası ilişkiler disiplinine adanmış ilk fakülte, Georgetown Üniversitesi’nde kurulan Edmund A. Walsh Dış Hizmetler Okuludur. 1928 yılında ise Chicago Üniversitesi’ne bağlı Uluslararası İlişkiler Komitesi, bu alanda ilk resmi akademik diplomaları veren kurum olmuştur. Bugün dünyanın önde gelen üniversiteleri bünyesinde uluslararası ilişkiler veya dış politika çalışmaları yürüten birçok prestijli fakülte ve okul bulunmaktadır. Bunlar arasında şunlar öne çıkar:
American University: School of International Service
Columbia University: School of International and Public Affairs
King’s College London: Department of War Studies
Johns Hopkins University: Paul H. Nitze School of Advanced International Studies
University of St Andrews: School of International Relations
George Washington University: Elliott School of International Affairs
Tufts University: Fletcher School of Law and Diplomacy
Princeton University: Woodrow Wilson School of Public and International Affairs
Bu kurumsal gelişmelere paralel olarak, tarih yazımı alanında da disipline büyük katkılar sağlanmıştır. Kadınların akademide özellikle uluslararası ilişkiler gibi erkek egemen alanlarda nadiren temsil edildiği bir dönemde, tarihçi Zara Steiner, 1982 yılında yayımladığı Times Survey of Foreign Ministries of the World başlıklı eseriyle bu alana nitelikli bir katkı sunmuştur. Steiner’in 30 yılı aşkın araştırma ve yazım emeğiyle ortaya koyduğu iki ciltlik devasa çalışması —The Lights That Failed (2005) ve The Triumph of the Dark (2011)— Oxford Modern Avrupa Tarihi serisinin parçası olarak yayımlanmış, titizliği ve entelektüel derinliğiyle kalıcı bir başvuru kaynağına dönüşmüştür.
2021 yılında yapılan kapsamlı bir analiz, 1990 ile 2019 yılları arasında kalkınma konulu 24.894 akademik makalenin incelenmesiyle, gelişmekte olan ülkeler üzerine yapılan araştırmaların ezici çoğunlukla Kuzey ülkelerinde (çoğunlukla Avrupa ve Kuzey Amerika merkezli üniversite ve araştırma kurumlarında) üretildiğini ortaya koymuştur. Söz konusu 30 yıllık süreçte yayımlanan bu çalışmaların yalnızca %16’sı küresel Güney’de yer alan araştırmacılar tarafından kaleme alınmış, yalnızca %11’i ise her iki yarımkürenin akademisyenleri arasında işbirliğiyle yürütülmüştür. Bu dengesizlik, küresel bilgi üretiminde ciddi bir temsil eksikliği ve epistemolojik önyargı riski doğurmaktadır.
Lebel ve çalışma arkadaşlarına (2021) göre, akademik yayınların değerlendirilmesinde kullanılan mevcut metriklerin, bu eşitsizlikleri dikkate alacak şekilde yeniden gözden geçirilmesi elzemdir. Zira birçok alanda araştırma verilerinin kalitesi, bu verileri toplayan kişinin yerel bağlamı ne kadar iyi bildiğine doğrudan bağlıdır. Mikroskobik iklimsel farklılıklar, biyolojik çeşitlilik, yerel sosyo-kültürel, dini ve politik yapılar gibi parametreler, yerel araştırmacıların katılımını hatta liderliğini gerektiren karmaşık alanlardır. Yerel dilleri konuşabilen, o toplumun kültürel kodlarını bilen ve güven ilişkisi kurabilen araştırmacılar sayesinde geleneksel bilgiler çok daha sağlıklı şekilde toplanabilir, yorumlanabilir ve yerel halk için gerçekten uygulanabilir çözümler üretilebilir.
Amano ve Sutherland’in 2013 tarihli araştırmasına göre, bu dengesizliğin giderilmesi yalnızca sahadaki etki için değil, aynı zamanda uzaktan yapılan meta-analizler ve meta-çalışmaların geçerliliği açısından da kritik önemdedir. Aksi takdirde, sonuçlar akademik anlamda anlamlı olsa dahi, gerçek hayata dokunan etkiler yaratamaz.
Bu ihtiyaçlara cevap vermek amacıyla, Kanada Uluslararası Kalkınma Araştırma Merkezi (IDRC), 2021 yılında Research Quality Plus (RQ+) adını taşıyan yeni bir değerlendirme aracı geliştirmiştir. Bu sistem, bilimsel bir araştırmanın yalnızca metodolojik sağlamlığını değil; aynı zamanda sahaya, paydaşlara ve araştırmanın toplumsal meşruiyetine olan duyarlılığını da değerlendirme kıstasları içine katmaktadır. Böylece akademik bilgi üretiminin yalnızca elit kurumlar arasında dolaşan bir meta değil, toplumla etkileşimli bir süreç olduğu anlayışı güçlenmektedir.
Uluslararası ilişkiler yalnızca devletleri mi inceler?
Hayır. Devletler ana aktörlerdir ancak BM, NATO gibi örgütler, çokuluslu şirketler, diasporalar, küresel medya ve hatta bireyler de bu alanın konusudur.
“Realizm” ne anlama gelir bu alanda?
Realizm, uluslararası ilişkilerde temel bir teoridir. Devletlerin çıkarları için daima güç arayışında olduğunu, anarşik bir dünya sisteminde hayatta kalmanın öncelikli olduğunu savunur. Machiavelli, Hobbes ve Morgenthau gibi düşünürlerin görüşlerinden beslenir.
Bir ülkenin dış politikası nasıl şekillenir?
Coğrafi konum, tarihî miras, ekonomik gücü, askerî kapasitesi, lider profili ve uluslararası konjonktür gibi faktörler belirleyicidir. İç politikadaki eğilimler de dış politika tercihlerini etkiler.
Uluslararası ilişkiler neden “bilim” olarak tartışmalıdır?
Çünkü insan davranışı, kültür, tarih ve çıkar çatışmaları gibi öngörülmesi zor unsurlarla doludur. Deneysel veri üretimi sınırlıdır. Bu nedenle bazıları onu “yorumlayıcı” bir alan, bazıları da pozitif bir bilim sayar.
Küreselleşme, uluslararası ilişkileri nasıl dönüştürdü?
Devlet dışı aktörlerin artışı, sınırların geçirgenleşmesi, bilgi ve sermayenin hızlı dolaşımı gibi gelişmeler, klasik diplomasi anlayışını aşındırdı. “Egemenlik” kavramı dahi yeniden tanımlanmak zorunda kaldı.
Kitap Dünyasında:
John Mearsheimer’in The Tragedy of Great Power Politics adlı eseri realizmin karanlık doğasını gözler önüne sererken, Joseph Nye’ın Soft Power kitabı güç olgusunun değişen doğasını inceler. Henry Kissinger’ın Diplomacy adlı kitabı da klasikleşmiştir.
Sinemada:
The Constant Gardener, Syriana, The Interpreter gibi filmler uluslararası ilişkilerde çıkar çatışmalarını ve etik ikilemleri işler. Dr. Strangelove ise nükleer caydırıcılığı kara mizahla anlatır.
Televizyonda:
House of Cards, Madam Secretary, The Diplomat, küresel diplomasinin perde arkasını anlatan yapımlar arasında yer alır.
Oyun Dünyasında:
Hearts of Iron, Civilization ve Europa Universalis gibi strateji oyunları, oyuncuya devletlerarası ilişkilerin karmaşıklığını yaşatır.
Tiyatroda:
Brecht’in Galilei’nin Yaşamı ve Sezuan’ın İyi İnsanı gibi oyunları, birey-devlet, etik-siyaset çatışması üzerine düşündürür.
Uluslararası ilişkiler, dünyanın ritmini anlayabilmek için temel bir penceredir. Savaşların nedenlerini, barışın imkânlarını, ittifakların ve düşmanlıkların kökenini çözmeye çalışır. Ancak bu alan, aynı zamanda belirsizliklerle doludur. Gerçekçi teoriler ile idealist arzular arasında salınır. En büyük çelişkisi, barışı istemesine rağmen çoğu zaman çatışmaları incelemek zorunda kalmasıdır.