THE JOKER – Kaosun Palyaço Prensi

Bir güldürü, bir çöküş, bir manifesto: Joker, gülümseyen bir isyanın yüzüdür.


The Joker kimdir?

The Joker, ilk olarak 1940’ta Batman #1 sayısında ortaya çıkan ve zamanla yalnızca Batman’in düşmanı değil, modern popüler kültürün en karmaşık ve karizmatik kötüsü hâline gelen bir karakterdir. DC Comics evreninde Joker, şiddeti rastlantıyla, kötülüğü felsefeyle, deliliği estetikle harmanlayan bir figürdür. Onu sıradan bir “kötü adam” olmaktan ayıran şey, herhangi bir çıkar ya da zafer peşinde koşmamasıdır. Joker için amaç yoktur; yalnızca kaosun içindeki dengeyi bozmak yeterlidir.

Çoğu anlatıda geçmişi belirsizdir. Bazen başarısız bir komedyen, bazen kimyasal kazaya uğramış bir gangster, bazen sadece sistemden düşmüş bir figürdür. Tam da bu belirsizlik, Joker’i tanımlanamaz kılar. Zira Joker, tekil bir kişilik değil; bir durum, bir tutarsızlık, bir sistem bozukluğudur. Her şeyin normal kabul edildiği bir dünyada, o “anormal” olanı temsil etmez — bizzat normların çürümüşlüğünü gösterir.

Joker’in karşısındaki figür genellikle Batman’dir. Bu ikili, yalnızca kahraman ve kötü adam çatışması değildir. Joker, Batman’in kurallara, düzene ve adalete olan inancına sürekli meydan okur. Ona göre adalet, yalnızca güçlülerin bir kurgusudur ve herkes doğru şartlar altında bir Joker’e dönüşebilir. Bu yüzden Joker, Batman’e şöyle seslenir:

“Beni sen yarattın.”


Yaratılışından Bugüne Joker – Bir Çizgi Karakterin Mitosa Dönüşümü

The Joker, 25 Nisan 1940’ta yayımlanan ilk Batman sayısıyla birlikte DC Comics evrenine dahil oldu. Ancak bu doğuş, doğrudan ve açık bir yaratım süreciyle değil, ihtilaflarla gölgelenmiş bir arka planla şekillenmiştir. Karakterin yaratımına dair krediler hâlâ tartışmalıdır. Bob Kane ve Jerry Robinson, Joker’in görsel tasarımı konusunda karşılıklı iddialarda bulunurken; Bill Finger’ın yazınsal katkısı ise tüm taraflarca kabul edilir. Ne var ki Joker, o sayıda bir defalık bir düşman olarak planlanmış, hatta öldürülmesi öngörülmüştü. Yine de, editoryal bir müdahale sayesinde hayatta kaldı — ve bu karar, çizgi roman tarihini sonsuza dek değiştirdi.

DC evreninde Joker, Batman’in yalnızca düşmanı değil; onun düşünsel, ahlâki ve görsel karşıtıdır. Batman karanlık, disiplinli ve kurallıysa; Joker kaotik, umursamaz ve anarşiktir. İlk yıllarında sadist ve psikopat bir suçlu olarak çizilen Joker, 1950’lerde Comics Code Authority adlı denetim organının etkisiyle yumuşatılmış; absürd, komik ve hatta “zararsız” bir şakacıya dönüştürülmüştür. Ancak 1970’lerden itibaren karakter karanlık köklerine geri döner. Artık o yalnızca bir hırsız ya da katil değildir; bir ahlâk felci, bir sistem bozguncusu, bir fikir haline gelmiştir.

Joker, Batman evreninin en sarsıcı anlatılarının merkezinde yer alır. 1988 tarihli A Death in the Family hikâyesinde Batman’in yardımcısı Jason Todd’u (ikinci Robin) öldürür. Aynı yıl yayımlanan Alan Moore imzalı The Killing Joke’ta ise, Batgirl olarak tanınan Barbara Gordon’u felç eder. Bu iki anlatı, Joker’in artık sadece bir “kötü” değil, trajedinin bizzat taşıyıcısı olduğunu gösterir.

İroniktir ki, Joker’in kendine ait kesin bir geçmişi yoktur. Çeşitli hikâyelerde farklı geçmişler sunulsa da, en çok kabul gören anlatı, onun bir kimyasal kazaya uğrayarak teninin beyazlaşması, saçlarının yeşile, dudaklarının kırmızıya dönmesi ve kalıcı bir gülümsemeyle deliliğe sürüklenmesidir. Ancak bu anlatı bile kesin değildir — çünkü Joker, belirsizliğin cisimleşmiş hâlidir. Kendi deyişiyle: “Geçmişim olsun isterdim. Hatta tercihen birden fazla!”

Joker’in süpergüçleri yoktur. Onun silahları, deliliğinin temsilleriyle özdeşleşmiş nesnelerdir: asit püskürten çiçekler, jiletli iskambil kartları, öldürücü el tokalaşmaları. Kimya bilgisiyle zehirli karışımlar hazırlar, şiddeti tiyatral biçimlerde sunar. Bazen Penguin, Two-Face gibi diğer kötülerle ya da Injustice League gibi örgütlerle işbirliği yapar ama bu ortaklıklar uzun sürmez; çünkü Joker’in bağlılığı yoktur — yalnızca kaosa sadıktır.

1990’larda onunla yeni bir figür birlikte anılmaya başlar: Harley Quinn. Bir zamanlar Joker’in psikiyatristi olan Harley, zamanla onun hem âşığı hem suç ortağı olur. Ancak Joker’in asıl takıntısı her zaman Batman’dir. Zaman zaman Superman ve Wonder Woman gibi kahramanlarla da karşı karşıya gelir, ama asıl saplantısı karşıtını dönüştürmektir — onu kendi deliliğine sürüklemek.

Bugün Joker, yalnızca bir çizgi roman karakteri değil; modern mitolojinin en ikonik anti-kahramanlarından biridir. Giyim tarzı, yüzü, replikleri ve felsefesi kültürel hafızaya kazınmıştır. Onun yüzü tişörtlerde, tematik lunaparklarda, duvar resimlerinde yer alır; adı, siyasal protestolarda, tiyatroda ve sinemada bir metafor olarak dolaşır. Joker yalnızca yaşamadığı için değil; her yerde yaşadığı için gerçekliğin bir parçasıdır.


Karakterin Kökeni: Kimin Joker’i?

Joker’in doğuşu, tıpkı kendisi gibi belirsizliklerle doludur. 25 Nisan 1940’ta yayımlanan ilk Batman sayısında sahneye çıkan bu karakterin ardındaki yaratıcılar, aradan geçen on yıllara rağmen hâlâ tam olarak uzlaşamamıştır. DC Comics’in büyük üçlüsü Bill Finger, Bob Kane ve Jerry Robinson, Joker’in ortaya çıkışında farklı roller üstlendiklerini iddia eder — ve her biri, geriye kendi “Joker efsanesi”ni bırakmıştır.

Jerry Robinson, karakterin temel çıkış noktasının, kendisinin çizdiği 1940 tarihli bir joker iskambil kartı olduğunu belirtir. Henüz 17 yaşındayken Bob Kane tarafından işe alınan Robinson, başlangıçta yazı ve arka plan çizimlerinde görev alır, kısa sürede ise Batman serisinin baş çizeri hâline gelir. Robinson, Batman için sıradan bir gangster ya da geçici bir düşman değil; ona sürekli meydan okuyacak, egzotik ve çarpıcı bir düşman yaratmak ister. “Unutulmaz, çarpıcı, tuhaf, fiziken aykırı bir karakter istedim” der. Elinde sık sık tuttuğu iskambil destesinden ilhamla bir joker kartı çizer, bu figürü telefonla Bill Finger’a anlatır ve ardından görsel taslakları gönderir.

Bill Finger, Robinson’un bu kartını gördüğünde aklına hemen başka bir görsel gelir: 1928 yapımı The Man Who Laughs filmindeki Gwynplaine karakteri. Victor Hugo’nun romanından uyarlanan bu filmde aktör Conrad Veidt’in canlandırdığı karakterin yüzü, bir ameliyat sonucu kalıcı bir gülümsemeye mahkûm edilmiştir. Finger, bu görüntüyü “tam Joker’in yüzü bu olmalı” diyerek Kane’e gösterir. Robinson’un kartı ile Veidt’in portresi birleştiğinde, Joker’in ilk görsel şeması ortaya çıkar.

Bob Kane ise bu hikâyeyi reddeder. Ona göre Bill Finger ve kendisi Joker’in asıl yaratıcılarıdır. Robinson’un getirdiği kart, sadece Joker’in elinde tuttuğu bir aksesuar olarak değerlendirilmiştir. Kane’in yorumu açıktır:

“Bill Finger ve ben Joker’i yarattık. Bill yazardı. Robinson bir kart getirdi, sadece o kadar.”

Finger ise 1966’da kendi versiyonunu aktarırken, başlangıçta çizilen karakterin yalnızca palyaçoyu andırdığını, ancak The Man Who Laughs’taki görüntüyle birlikte bu figürün sinir bozucu bir derinliğe kavuştuğunu belirtir. Eski kitaplardan aldığı görseli keserek Kane’e verdiğini, bu sayede Joker’in beyaz tenli, yeşil saçlı, kırmızı dudaklı ve korkutucu gülümsemeli görünümünün oluştuğunu ifade eder.

Robinson ise ısrarla şu ifadeyi kullanır:

“İlk fikir bendendi. Bill Finger, benim oluşturduğum karakter taslağını aldı ve ilk hikâyeyi onun üzerine yazdı. Bob Kane ve ben ise görseli tamamladık. Herkesin katkısı vardı, ama çıkış fikri bana aitti.”

Bu belirsizliğe rağmen pek çok çizgi roman tarihçisi, Joker’in yaratımında üç ismin de katkısını teslim eder: Robinson’un imgesi, Finger’ın anlatısı ve Kane’in yapımcılığı birleşerek bu ikonik karakterin doğmasını sağlamıştır. Ancak Bob Kane’in hayatı boyunca ortak yaratım fikrine direnmesi, tartışmayı sürekli diri tutmuştur. Ne yazık ki, 2011’e gelindiğinde üç yaratıcı da hayata veda etmiş ve bu hikâye, Joker’in doğasıyla uyumlu biçimde çözülememiş bir bilmeceye dönüşmüştür.

Ve belki de bu belirsizlik, Joker’e en çok yakışan şeydir. Çünkü o her zaman tek bir yüz değil; bir ihtimal, bir taslak, bir karşılaşma ve bir çelişki olmuştur.


İlk Yıllar: Seri Katilden Şakacıya

Joker, ilk kez Batman #1 sayısında, Nisan 1940’ta okur karşısına çıktı. Bu, Batman’in Detective Comics #27 ile sahneye çıkışından yalnızca bir yıl sonraydı. Joker, yalnızca Batman’in ilk düşmanı değil, aynı zamanda çizgi roman tarihinin en kalıcı ve çarpıcı kötülük figürlerinden biri olarak doğdu. İlk versiyonunda o, yüzüne donmuş gibi yerleşmiş ruhsuz bir sırıtışla cinayet işleyen bir seri katil ve mücevher hırsızıydı. Kurbanlarını “Joker venom” adlı toksik bir maddeyle öldürür; bu madde, öldürdüğü insanların yüzlerinde grotesk bir gülümseme bırakırdı. İlk tasarımında bir iskambil destesindeki joker kartından esinlenildiği açıktır — ama bu kart, artık bir eğlencenin değil, bir dehşetin habercisidir.

Aslında Joker’in yalnızca birkaç sayılık bir karakter olması planlanmıştı. Batman #1’deki ikinci görünümünde, kalbinden bıçaklanarak ölmeye hazırlanıyordu. Senarist Bill Finger, Joker’in öldürülmesini savunuyordu çünkü sürekli aynı kötü karakterin kullanılması Batman’i etkisiz gösterecekti. Ancak dönemin editörü Whitney Ellsworth, bu fikre karşı çıkar. Apar topar çizilen ek bir panelle, Joker’in hayatta kaldığı ilan edilir. Bu müdahale, popüler kültürün gidişatını sessizce değiştiren büyük bir kırılma olur. Joker, sonraki ilk 12 Batman sayısının dokuzunda yer alır.

Başlangıçta Joker, Batman ve Robin için ölümcül bir tehdit olarak çizilir: çok sayıda insanı öldürür, hatta bir treni raydan çıkarır. Ancak 1940’ların ortasından itibaren karakterde bir yumuşama başlar. Bu, hem editöryal hem pazarlama nedenlerine dayanmaktadır. DC Comics, çizgi romanları çocuklara daha kolay pazarlayabilmek için, ilk dönem süper kahraman öykülerinde yer alan “pulp” sertliğini azaltmak ister. Böylece Joker, acımasız bir psikopattan, zararsız ve tuhaf bir şakacıya evrilmeye başlar.

Bu dönüşümün simge metinlerinden biri, 1942 tarihli “The Joker Walks the Last Mile” adlı hikâyedir. Yazar Mark Waid’e göre bu anlatı, Joker’in karikatürleşmiş versiyonunun başlangıcıdır. Çizgi roman tarihçisi Grant Morrison ise bu “şakacı” dönemin yaklaşık otuz yıl sürdüğünü belirtir. Bu yıllarda Joker, bomba yerine muz kabuğu kullanır, adam kaçırır ama fidyeyi çekle alır — tabii ki bu çeki bozduramaz, çünkü üzerinde kendi adı vardır.

1942 tarihli Detective Comics #69 kapağı —“Double Guns” olarak bilinir— Joker’in iki silahla Batman ve Robin’i hedef aldığı ve bir cin perisinden çıkmış gibi resmedildiği sahnesiyle Altın Çağ’ın en çarpıcı görsellerinden biri olarak kabul edilir. Bu kapakta Joker ilk ve son kez, geleneksel tabancalarla görülür. Jerry Robinson, Joker’i silah taşıyan diğer kötülerden ayırmak istediklerini ve daha yaratıcı, alışılmadık silahlar kullanan bir figür olarak tanımlamak istediklerini belirtmiştir. Joker’in ilerleyen yıllarda asit püskürten çiçekleri, jiletli iskambil kartları ve zehirli tokalaşma cihazları işte bu estetik tercihin sonucudur.

Başlangıçtaki ölümcül karanlık ile ilerleyen yıllardaki absürd hafifliğin arasındaki bu salınım, Joker’i tek boyutlu bir kötü karakter olmaktan kurtarıp, zamana göre şekil değiştiren bir kötülük arketipi hâline getirir. Onun gülüşü her dönemde farklı bir şey anlatır: Kimi zaman saf terör, kimi zaman kötü bir şaka, kimi zaman da sistemin bizzat kendisidir.


Sansürle Gelen Dönüşüm: Gülünçleşen Karanlık

Joker, çizgi roman tarihindeki sayılı kötülerden biri olarak Altın Çağ’dan Gümüş Çağ’a geçişi atlatabilen nadir karakterlerdendir. 1940’larda Batman çizgi romanlarında sıkça boy gösteren bu kaotik figür, romantizm ve dedektiflik türlerinin yükselişe geçtiği 1950’li yıllarda bile etkisini sürdürmeyi başardı. Bu dönemin en dikkat çekici gelişmelerinden biri, 1951 tarihli Detective Comics #168 sayısında Joker’in ilk köken hikâyesinin yazılmasıydı. Bill Finger tarafından kaleme alınan bu öyküde Joker’in, kimyasal bir kazaya uğramadan önce Red Hood (Kırmızı Başlık) adında bir suçlu olduğu ortaya atıldı. Kimyasal bir tankın içine düşmesi sonucu yüzü beyazlaştı, saçı yeşile döndü ve ağzı sonsuz bir sırıtışa mahkûm oldu. Bu hikâye, Joker’in dönüşümünü bir “kaza”ya değil, kaderin grotesk cilvesine bağladı.

Ancak bu karanlık ve trajik yapı uzun sürmeyecekti. 1954 yılında Amerikan kamuoyunun çizgi romanlara karşı yükselen tepkisi, karakterin yönünü belirgin şekilde değiştirdi. Psikiyatr Dr. Fredric Wertham’ın Seduction of the Innocent (Masumun Baştan Çıkarılışı) adlı çalışmasında, özellikle çizgi romanların gençlerde şiddet, suç ve hatta eşcinsellik eğilimlerini artırdığı öne sürülüyordu. Çalışma büyük ses getirdi; aileler çocuklarını çizgi romanlardan uzaklaştırdı, hatta kimi yerlerde kitle halinde çizgi roman yakma eylemleri düzenlendi.

Bunun sonucunda kurulan Comics Code Authority adlı sansür kurumu, şiddet, cinsellik iması ve ahlâki karmaşaya dair tüm unsurları yasakladı. Bu yeni denetim ikliminde Joker, eski acımasızlığını kaybetti. Artık öldürmeyen, sadece şaka yapan, polisle kedi-fare oyunu oynayan, muz kabuğuyla kaydıran bir şakacı suçluya dönüştürüldü. Cinayetlerinin yerini kurusıkı tabancalar, asit yerine boya fışkırtan çiçekler aldı. Batman de daha az tehditkâr, daha “ahlâklı” bir kahraman olarak yazıldı.

1964 yılında Julius Schwartz’in Batman çizgi romanlarının editörlüğünü devralması, Joker için daha da zorlayıcı bir dönem oldu. Schwartz karakteri sevmediği için Joker’i sayfalardan uzaklaştırdı. Joker, neredeyse unutulmaya yüz tutmuştu ki, 1966 yılında televizyonda başlayan Batman dizisi onu yeniden gündeme taşıdı. Cesar Romero tarafından canlandırılan Joker, bıyıkları üzerine beyaz makyaj sürülerek oynandı — çünkü Romero bıyığını tıraş etmeyi reddetmişti. Bu bile karakterin o dönemki “gülünçlüğünü” perçinleyen bir ayrıntıydı.

Televizyon dizisinin popülaritesi, çizgi romanlara da yansıdı. Schwartz, çizgi romanları da aynı çizgide, çocuksu ve eğlenceli bir havada sürdürmeye devam etti. Ancak dizinin cazibesi azaldıkça çizgi roman satışları da düşüşe geçti. 1969’da dizi sona erdiğinde, Batman evreni çocuk eğlencesinden yetişkin okura geçişin sancısını yaşıyordu. DC Comics’in editoryal direktörü Carmine Infantino, satışları canlandırmak amacıyla Batman’i karanlık köklerine döndürmeye karar verdi. Bu dönüşümle birlikte, Joker de yeniden şekillendirilecekti.

Gümüş Çağ boyunca Joker’in cephaneliğine artık klasikleşmiş pek çok öğe eklendi: öldürücü elektrik veren tokalaşma cihazları, asit püskürten çiçekler, şaka silahları ve absürt derecede ayrıntılı suç planları… Bu yıllar, Joker’in bir yandan palyaço görüntüsünü korurken, diğer yandan şiddeti eğlenceli bir ambalaja sarmaya çalıştığı çelişkili bir dönem oldu.

Özetle: Joker bu yıllarda gülmeye devam etti, ama artık kimse neden güldüğünü tam olarak bilmiyordu.


Yeniden Doğuş: 1970’lerde Joker’in Delilikle Yeniden Tanımlanması

1960’ların sonlarında unutulmaya yüz tutmuş bir figürken, Joker 1973’te yeniden doğdu — ve bu kez daha karanlık, daha tehditkâr ve daha zihin bulandırıcı bir hâlde. Yazar Dennis O’Neil ve çizer Neal Adams, Batman #251 sayısındaki “The Joker’s Five-Way Revenge” hikâyesiyle Joker’i dört yıl aradan sonra sayfalara döndürdü. Ancak bu yalnızca bir geri dönüş değil, bir karakter revizyonuydu: Joker, ilk dönemindeki gibi soğukkanlı bir katil olarak kurgulandı. Artık yalnızca bir şakacı değil, akıl oyunlarıyla Batman’e kafa tutan bir stratejik dehâydı.

O’Neil, Joker’i yeniden işlerken kaynaklara döndü:

“Sadece karakteri başladığı yere götürmek istedim. DC kütüphanesine gittim, eski hikâyeleri okudum. Kane ve Finger ne yapmaya çalıştıysa onu anlamaya çalıştım.”

Bu yeni versiyon, Joker’in akıl hastası olarak değerlendirilmesini de içeriyordu. O’Neil, karakterin neden hapishaneye değil de bir akıl hastanesine gönderildiğini açıklayabilmek için 1974’te Arkham Hospitalı (daha sonra Arkham Asylum olarak anılacaktır) kurmaca evrene kazandırdı. Neal Adams ise Joker’in fiziksel görünümünü yeniden tasarlayarak onu daha uzun, daha sıska ve daha çarpıcı hale getirdi; çenesi uzatıldı, hareketleri grotesk bir teatraliteye büründü.

Bu yeniden inşa edilen Joker, çizgi roman tarihinde bir ilki de beraberinde getirdi: 1975 yılında Joker, kendi adını taşıyan bir seriyle başrol oldu. Bu, bir kötü karakterin başlı başına kahraman gibi konumlandırıldığı ilk örnekti: The Joker adlı bu serinin ilk sayısını O’Neil yazdı. Hikâyeler, Joker’in diğer süper kötülerle ilişkilerini, suç dünyasındaki entrikalarını ve kendi ahlâk dışı “kodu”nu merkeze aldı. Ancak dikkat çekici bir detay vardı: Batman hiç yer almazdı. İyilikle kötülük arasında değil, kötüler arası bir hiyerarşi mücadelesiydi bu.

Yine de Comics Code Authority’nin sınırlamaları, her sayının sonunda Joker’in yakalanmasını zorunlu kılıyordu. Bu durum, hikâye sınırlarını daraltıyor ve okurla kurulan duygusal gerilimi kesintiye uğratıyordu. Seri yalnızca dokuz sayı sürdü. Onuncu sayı için Justice League’in konuk olacağı duyurulmuştu ama hiç yayımlanmadı. Seri zamanla koleksiyonerlerin gözünde kıymet kazandı; 2013’te DC Comics tarafından toplu halde yeniden basıldı.

1976’da Jenette Kahn’ın DC Comics’in editörlüğünü üstlenmesiyle, şirket genelinde bir yeniden yapılanma süreci başladı. Joker bu dönemde DC’nin en popüler karakterlerinden biri hâline geldi. O’Neil ve Adams’ın açtığı yol, Steve Englehart ve Marshall Rogers’ın 1977–1978 tarihli Detective Comics #471–476 arasındaki sekiz sayılık destansı serisiyle kalıcılaştı. Bu hikâyelerde Joker artık sadece kötü değil; deliliğiyle korku saçan bir figürdü.

Özellikle “The Laughing Fish” adlı hikâye, Joker ikonografisinin dönüm noktalarından biri oldu. Joker, balıklara kendi sırıtışını yerleştirir ve bu grotesk yaratıkları telif hakkıyla koruma altına almak ister. Ancak doğal bir canlıyı tescillemenin yasal olarak mümkün olmadığını öğrenince anlam veremez. Bu anlatı, Joker’in akıl dışılığı ile zekâsı arasındaki korkutucu çizgiyi tüm çıplaklığıyla gözler önüne serer.

Rogers, Joker’in tasarımını Adams’tan devraldı ve onu trençkot, fötr şapka gibi unsurlarla donattı; karaktere daha karanlık ve teatral bir estetik kazandırdı. Englehart ise Joker’i şöyle tanımladı:

“O çok çılgın, çok korkutucu bir karakterdi. Batman’in ıssız gecelerde, ay ışığında, delirmiş katillerle savaştığı o ilk günlere geri dönmek istedim.”

Bu dönem, Joker’in hem psikolojik karmaşıklığının, hem de estetik dehşetinin kalıcılaştığı bir kırılma anıdır. 1989’daki Batman filmi ve 1992 yapımı Batman: The Animated Series, işte tam da bu dönemde şekillenen Joker’in doğrudan mirasçılarıdır.


Karanlık Çağa Geçiş ve Sonrasındaki Yüzler: Joker’in Gölgesi Uzuyor

1960’ların renkli televizyon estetiğinden sıyrılan Batman evreni, 1980’lerde artık karanlık bir döneme girmişti. Bu dönüşüm, yalnızca kahramanı değil, onun en büyük düşmanını da dönüştürdü: Joker artık sadece bir “kötü adam” değil; çöküş, ölüm ve delilikle örülü bir çağın aynasıydı.

DC Comics, Crisis on Infinite Earths (1985) serisiyle uzun soluklu evren anlatısını sıfırlamış, Silver Age’in ikonik karakterlerini —Flash ve Supergirl gibi— ölüme göndermişti. Ardından gelen Frank Miller imzalı The Dark Knight Returns (1986), Batman’i yaşlanmış, içe kapanmış bir figür olarak yeniden çizdi. Bu evrende Joker, kırmızı rujlu bir medya yıldızına dönüşmüştü. Hikâyede, Joker neredeyse Batman’siz var olamayan bir varlık olarak gösterilir; düşmanının yokluğunda sessizleşen ama onunla karşılaştığında birden uyanan bir gölge gibi.

Bu dönemin en sarsıcı anlatılarından biri, 1988–89 yıllarında yayımlanan A Death in the Family hikâye arkıydı. Burada Joker, Batman’in yardımcısı ve ikinci Robin olan Jason Todd’u acımasızca öldürdü. Todd, o yıllarda okurlar arasında pek sevilmiyordu. DC Comics, okuyuculara Robin’in akıbetini belirleme hakkı verdi. Telefonla yapılan oylamada yalnızca 72 oy farkla Robin’in ölmesine karar verildi. Joker, Todd’u levyeyle dövdükten sonra bir bombayla havaya uçurdu. Bu olay, Batman evreninde bir dönüm noktasıydı: Joker artık yalnızca figüranları değil, ana karakterleri de öldüren bir tehditti.

Hikâyenin sonunda Joker, dönemin jeopolitik atmosferine paralel olarak İran’ın Birleşmiş Milletler elçisi olarak atanır. Ayetullah Humeyni’nin Joker’e diplomatik dokunulmazlık kazandırması, hikâyeyi absürd bir mizah ile politik hiciv arasında eşsiz bir yere taşır.

Yine 1988 yılında yayımlanan Alan Moore ve Brian Bolland imzalı The Killing Joke, Joker’in geçmişini ilk kez dramatik derinlikle ortaya koydu. Başarısız bir komedyenin, hamile eşine bakmak için Red Hood takma adıyla suça bulaşması ve ardından kimyasal bir kazayla Joker’e dönüşmesini anlatan bu grafik roman, Joker’in hem kurban hem fail olduğu bir karakter kurgusu sunar. Kitap, Batgirl olarak bilinen Barbara Gordon’un felç edilmesi gibi sarsıcı olayları içerir ve çizgi roman tarihinin en güçlü anlatılarından biri olarak kabul edilir. Bu eser, hem 1989’daki Batman filmine hem de 2008’deki The Dark Knight’a doğrudan esin kaynağı olmuştur.

1989’da yayımlanan Arkham Asylum: A Serious House on Serious Earth adlı grafik roman ise Joker’i yalnızca Gotham’ın değil, bizzat Batman’in psikolojisinin de merkezi hâline getirir. Grant Morrison’un yazdığı bu anlatı, hem kahramanı hem kötüyü aynı kurumda, aynı karanlıkta, aynı tımarhanede buluşturur.

1992’de yayımlanan Batman: The Animated Series ise Joker evrenine yeni bir karakter kazandırdı: Harley Quinn. Başta onun psikiyatrı olan Harley, zamanla Joker’e âşık olur ve onun suç ortağına dönüşür. Bu ilişki, sadakatle delilik arasında gidip gelen, duygusal şiddet içeren bir aşk olarak kurgulanır. Harley Quinn’in popülerliği, onu 1999’da çizgi roman evrenine kalıcı biçimde taşıdı. Aynı yıl yayımlanan Anarky serisinde, Joker’in bir oğlu olduğu ima edildi; ancak editör Dennis O’Neil bu fikre karşı çıktı ve kısa süre sonra seri iptal edildi.

2011’de DC evreni The New 52 başlığı altında yeniden başlatıldığında, Joker bir kez daha karanlık suretini yeniledi. 2012 tarihli Death of the Family hikâyesinde Joker, Batman’in çevresindeki güven ilişkilerini sabote ederek onun yalnızlığını derinleştirdi. Greg Capullo’nun Joker tasarımı da dönemi yansıtan şekilde ürkütücüydü: Joker, yüzünü 2011’de kendi elleriyle sökmüş ve onu metal kancalar, kemerler ve tellerle yeniden kafasına tutturmuştu. Artık takım elbise değil, yağlı işçi tulumları giyiyordu; düzenli değil, tahripkâr bir görünüm taşıyordu. Bu yeni hâli, 2014’teki Endgame hikâyesinde sembolik bir sona ulaştı.

2020 yılında yayımlanan Joker War serisinin sonunda Joker, Gotham’ı terk etti. Batman onu öldürme şansına sahipken, bu tercihi reddetti. Ardından 2021 yılında James Tynion IV’ün yazdığı ve Guillem March’ın resimlediği ikinci bir Joker serisi yayımlandı.

Bütün bu anlatılar, Joker’in yalnızca zamanla değişen bir karakter değil; zamanın ta kendisiyle savaşan bir yüz olduğunu gösterdi. Her dönemde farklı bir suretle gelse de, ardında hep aynı soruyu bırakıyor:

“Siz de bir gün, yalnızca bir kötü gün geçirirseniz… bana dönüşür müsünüz?”


Joker bir kötü karakter midir, yoksa bir sistem eleştirisi mi?
Her ikisi de. Joker’in kötülüğü salt kişisel değildir. O, yozlaşmış sistemin içinden doğar ve o sistemin ikiyüzlülüğünü sahneye çıkarır. Onun cinayetleri bir tür mesaj taşır: düzenin zaten hasta olduğu. Bu yüzden birçok okur ve izleyici, onu bir “anti-kahraman” değil, bir anti-sistem figürü olarak yorumlar.


Joker neden bu kadar etkileyici?
Çünkü o, sınır tanımaz. Ne ahlâkî kurallara, ne mantığa, ne de dramatik yapıya boyun eğer. İzleyici, Joker’i izlerken hem korkar hem etkilenir çünkü onda, kendi bastırdığı karanlık arzuların teatral hâlini görür. Joker, toplumun bilinçdışıdır.


Joker her zaman aynı mıdır, yoksa zamana göre değişir mi?
Değişir. 1950’lerin çizgi romanlarında daha çok sirk vari bir suçlu iken; 1980’lerden itibaren Frank Miller ve Alan Moore gibi yazarlarla daha karanlık, nihilist ve entelektüel bir figüre dönüşür. 2008’de Heath Ledger, 2019’da Joaquin Phoenix yorumları bu dönüşümün iki güçlü zirvesidir.


Joker bir hasta mı, yoksa bir filozof mu?
İkisi arasındaki sınır, Joker’de siliktir. Psikolojik olarak derin yaraları vardır, evet; ama aynı zamanda her eylemiyle bir fikir sunar. Onun cinneti, kişisel bir kırılma değil; toplumsal bir tepkidir. O, “deliliğiyle” değil, akıl dışılığı sistematikleştirmesiyle ürperticidir.


Joker neden Batman’e muhtaçtır?
Çünkü Joker, ancak bir karşıtla anlam kazanır. Batman varsa kaos bir anlam kazanır. Joker için düşmanını yok etmek değil, ona kendi karanlığını göstermek önemlidir. Bu yüzden “beni sen yarattın” sözü sadece bir suçlama değil; bir bağlılık bildirisidir.


Popüler Kültürde The Joker

Kitap Dünyasında:
Alan Moore’un The Killing Joke adlı grafik romanı, Joker’in geçmişi ve deliliğin sınırları üzerine bir başyapıttır. Frank Miller’ın The Dark Knight Returns eserinde Joker, yaşlı Batman’in karşısına bir kez daha sistemin ruhu olarak çıkar.

Sinemada ve Dizilerde:
Jack Nicholson (1989), Heath Ledger (2008), Jared Leto (2016) ve Joaquin Phoenix (2019) yorumlarıyla Joker, sinema tarihinde benzersiz bir dönüşüm geçirmiştir. Özellikle The Dark Knight ve Joker (2019) filmleri karakterin psikolojik, politik ve sınıfsal boyutlarını merkezine alır.

Video Oyunlarında:
Batman: Arkham serisinde Joker, ana antagonisttir. Mark Hamill’in seslendirmesiyle karakter, oyuncuların zihnine kazınır. Onun sarkastik dili, acımasız zekâsı ve oyun içindeki kurgusal rolü, Joker’i dijital evrenin en güçlü kötü figürlerinden biri hâline getirir.

Tiyatro ve Diğer Sanat Alanlarında:
Joker figürü çağdaş dans, sokak sanatı ve bağımsız tiyatroda, özellikle isyan ve delilik temalarıyla sahneye taşınmıştır. Joker maskesi, toplumsal protesto eylemlerinde bile bir sembol hâline gelmiştir.


Genel Değerlendirme

Joker, sadece bir çizgi roman karakteri değil; düzenin absürtlüğünü, adaletin kırılganlığını ve insanın içindeki kaotik arzuyu simgeleyen kültürel bir fenomendir. O, sistemin dışına atılmış bir birey değil; sistemin ta kendisidir — çürümüş, gülünçleşmiş ve bir patlamaya hazır. Gülüşü yalnızca deliliğin değil; içimizde bastırdığımız her şeyin yankısıdır.


Velev’den İlgili Maddeler

POPÜLER KÜLTÜR
► KAHRAMAN KÜLTÜ
► SINIF MÜCADELESİ
KAOS TEORİSİ

WP Twitter Auto Publish Powered By : XYZScripts.com