Su yalnızca bir kaynak değil, yaşama hakkının kendisidir.
Su hakkı, her insanın temiz, güvenli ve erişilebilir içme suyuna, hijyen ve sanitasyon olanaklarına ulaşma hakkını ifade eder. Bu hak, sadece bireysel bir ihtiyaç değil; aynı zamanda bir insan hakkı, bir adalet meselesi ve bir çevresel etik sorunudur.
Birleşmiş Milletler, 28 Temmuz 2010 tarihli Genel Kurul kararıyla suya erişimi temel bir insan hakkı olarak tanımıştır. Buna göre, içme, temizlik, yemek pişirme ve temel hijyen için gerekli olan suya ulaşım; karşılanabilir, fiziksel olarak erişilebilir, kültürel olarak kabul edilebilir, güvenli ve yeterli olmalıdır.
Ancak dünyada hâlâ 2 milyardan fazla insan temiz içme suyuna erişememekte; her yıl yüz binlerce insan, su kaynaklı hastalıklar nedeniyle hayatını kaybetmektedir. Su kaynaklarının ticarileştirilmesi, özelleştirme politikaları, çevre yıkımı ve iklim değişikliği; su hakkının sistematik biçimde ihlâline neden olmaktadır.
Su hakkı yalnızca bireylerin değil, aynı zamanda toplulukların, ekosistemlerin ve gelecek kuşakların da hakkıdır. Bu yüzden suyu “alınıp satılabilir bir mal” değil, yaşamın ortak mirası olarak görmek gerekir.
Su hakkı ile su hizmeti hakkı arasındaki fark nedir?
Su hakkı, her bireyin yeterli, güvenli, fiziksel olarak erişilebilir ve karşılanabilir suya erişimini bir temel insan hakkı olarak tanımlar. Bu hak, doğrudan yaşamın sürdürülebilirliğini ilgilendirir.
Su hizmeti hakkı ise bu hakkın teknik ve kurumsal teminini ifade eder—yani suyun nasıl, kim tarafından, hangi koşullarda sunulduğu ile ilgilidir.
Su hakkı evrenseldir; su hizmeti hakkı ise uygulamaya ilişkindir. Örneğin, bir bireyin musluk suyuna erişimi yoksa bu hem su hakkının hem de su hizmeti hakkının ihlali anlamına gelebilir.
Su neden bir “hak” olarak değil de “mal” olarak görülüyor?
Neoliberal politikalar, 1980’lerden itibaren suyu kamu hizmeti olmaktan çıkarıp ticari bir metaya dönüştürmeye başladı. Dünya Bankası ve IMF gibi kurumların özelleştirme önerileri doğrultusunda birçok ülkede su işletmeleri özel şirketlere devredildi.
Bu yaklaşıma göre su, tüketiciye satılan bir ürün, fiyatlandırılabilir ve piyasaya tabi bir kaynaktır.
Ancak suyu bir “mal” gibi görmek, temel insan ihtiyaçlarını piyasa koşullarına teslim etmek anlamına gelir—ki bu da yoksulluk, eşitsizlik ve çevre tahribatını artıran bir sonuç doğurur.
Uluslararası insan hakları hukukuna göre, su bir “alınabilir lüks” değil, devletin sağlamakla yükümlü olduğu müşterek bir haktır.
Suya erişim hakkı anayasada güvence altına alınmış mıdır?
Bu sorunun cevabı ülkelere göre değişir.
Türkiye’de su hakkı doğrudan Anayasa’da yer almaz, fakat “yaşama hakkı” ve “sağlık hakkı” çerçevesinde dolaylı olarak korunur.
Almanya, Hollanda ve Güney Afrika gibi ülkelerde ise su hakkı açık biçimde anayasal ya da yasama düzeyinde tanımlanmıştır.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 2010 yılında su ve sanitasyon hakkını “ayrılmaz bir insan hakkı” olarak tanımış ve devletlere suya eşit erişimi sağlama yükümlülüğü yüklemiştir. Ancak çoğu ülkede bu karar bağlayıcı yasa haline getirilmemiştir; uygulamada büyük boşluklar vardır.
Su kriziyle su hakkı arasında nasıl bir ilişki var?
Su krizi, çoğunlukla kaynak kıtlığı değil; adaletsiz dağıtım, kötü yönetim ve siyasi öncelikler sorunudur. Örneğin bir şehirde yeterli su varken, alt yapı yatırımlarının yapılmaması ya da suyun lüks tüketim için (örneğin golf sahaları, otel havuzları) yönlendirilmesi, suya erişimi sınırlar.
Bu durum, özellikle yoksul mahallelerde veya kırsal bölgelerde yaşayan insanlar için su hakkının fiilen ihlali anlamına gelir. Yani su hakkı sadece fiziksel su varlığıyla değil, kimin ne kadar, ne şartta ve hangi fiyata suya eriştiğiyle ilgilidir.
Su hakkını savunmak için bireyler ne yapabilir?
Bireysel farkındalık su kriziyle mücadelede önemlidir, ancak su hakkı kolektif bir mücadeledir.
Yerel yönetim politikalarını takip etmek, su özelleştirmelerine karşı çıkan kampanyaları desteklemek, yaşam alanlarındaki su altyapısının şeffaflığını talep etmek, geri dönüşüm ve yağmur suyu toplama gibi uygulamalara öncülük etmek, eğitim ve savunuculuk faaliyetlerine katılmak, bu alanda atılabilecek önemli adımlardır.
Ayrıca bireyler suyu yalnızca “tüketilen” değil, korunan ve paylaşılan bir müşterek olarak görmeye başladığında, bu hak toplumsallaşır ve siyasallaşır. Su hakkı ancak böyle savunulabilir.
Temiz içme suyu kimin sorumluluğundadır?
Temiz içme suyuna erişim, her bireyin temel hakkı olduğu kadar, bu hakkın sağlanması da devletin öncelikli yükümlülüğüdür.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu kararlarına göre, su hakkı devletlerin “sağlama”, “koruma” ve “gerçekleştirme” yükümlülüklerini doğurur:
Sağlama: Devlet, doğrudan ya da dolaylı yollarla temiz suya erişimi tesis etmek zorundadır.
Koruma: Su kaynaklarını kirleten ya da suya erişimi engelleyen kişi ve kurumlara karşı koruma görevi vardır.
Gerçekleştirme: Uzun vadeli politikalarla, özellikle kırılgan ve dezavantajlı grupların suya erişimini güvence altına almalıdır.
Sivil toplum, belediyeler ve uluslararası kurumlar bu yükümlülüğe katkı sunabilir ama nihai sorumluluk devlettedir.
Devletin su hakkındaki yükümlülükleri nelerdir?
Devletler, su hakkına dair şu yükümlülükleri üstlenmekle sorumludur:
Evrensellik: Her bireyin, gelir düzeyi ya da konumu ne olursa olsun suya erişimi sağlanmalıdır.
Erişilebilirlik: Fiziksel ve coğrafi olarak herkesin ulaşabileceği sistemler kurulmalıdır (örneğin kırsalda musluk altyapısı).
Karşılanabilirlik: Su fiyatları halkın ödeme gücünü aşmamalı; düşük gelirli gruplar desteklenmelidir.
Güvenlik: Su kaynakları sağlığa zararlı unsurlardan arındırılmış olmalıdır.
Sürdürülebilirlik: Gelecek kuşakların da suya erişimi güvence altına alınmalıdır.
Ayrıca devletler, bu konuda şeffaf, hesap verebilir ve katılımcı politikalar üretmekle yükümlüdür.
Ekolojik adalet nedir?
Ekolojik adalet, çevresel kaynaklara erişimin yalnızca insanlar arası değil, tüm canlılar ve ekosistemler açısından da adil olmasını savunan bir yaklaşımdır.
Su hakkı, yalnızca insanların değil; nehirlerin, göllerin, tarım alanlarının, ormanların ve tüm canlıların yaşam hakkıyla iç içe düşünülmelidir.
Ekolojik adaletin temel ilkeleri:
✔Doğanın sadece “kaynak” değil, hak sahibi bir varlık olarak kabul edilmesi,
✔ Geçmiş ve gelecek kuşaklar arasında sorumluluk bilinci,
✔ Çevresel karar alma süreçlerine yerel halkların, özellikle de kırılgan toplulukların katılımı.
Bu adalet anlayışı olmadan su hakkı yalnızca insani değil, ekolojik bir krize dönüşür.
Mavi ekonomi nedir?
Mavi ekonomi, okyanusların, göllerin ve diğer su kaynaklarının ekonomik kalkınma, gıda güvenliği ve istihdam yaratma amacıyla sürdürülebilir biçimde kullanılmasını savunan bir kalkınma yaklaşımıdır.
Yeşil ekonomiden farkı, deniz ve su ekosistemlerini merkeze almasıdır. Mavi ekonomi şu alanları kapsar: Balıkçılık ve akuakültür, Deniz taşımacılığı, Deniz turizmi, Yenilenebilir deniz enerjileri (örneğin gelgit, dalga enerjisi), Kıyı koruma ve deniz biyoçeşitliliği.
Bu model, “kazan-kazan” prensibiyle hem çevreyi korumayı hem de ekonomik büyümeyi hedefler. Ancak su hakkı ile çatışmaması için özel sektör yatırımlarının şeffaf ve adil olması şarttır.
Su özelleştirmesi neden sorunludur?
Su özelleştirmesi, kamuya ait su kaynaklarının ve altyapısının özel şirketlerin denetimine bırakılması anlamına gelir.
Bunun başlıca sorunları:
✔Erişim hakkının kâr odaklı şirketlerin insafına bırakılması,
✔Fiyatların yükselmesi ve düşük gelirli halkın dışlanması,
✔Şeffaflık ve hesap verilebilirlik eksikliği,
✔Kamusal denetimin ortadan kalkması,
✔Kâr amacıyla doğanın sömürülmesi ve ekosistem tahribatı.
Bolivya’daki Cochabamba Su Savaşı gibi örneklerde halkın kitlesel tepkisi, suyun özelleştirilmesinin sosyal adaletle nasıl çeliştiğini açıkça göstermiştir.
Su özelleştirmesi, suyun bir insan hakkı değil, bir hizmet ayrıcalığına dönüştürülmesi demektir.
Kitap Dünyasında:
Maude Barlow – Mavi Ekmek: Su Krizi ve Küresel Çözümler: Suya erişimin politik-ekonomik boyutlarını inceleyen öncü çalışma.
Vandana Shiva – Water Wars: Su savaşlarının arka planında yatan şirketleşme ve adaletsizlikleri gözler önüne serer.
Sinemada ve Dizilerde:
Erin Brockovich (2000): Endüstriyel atıklarla suyun kirletilmesi ve bunun topluma etkileri.
Flow: For Love of Water (2008): Su özelleştirmesini ve küresel adaletsizliği belgesel diliyle anlatan çarpıcı yapım.
Mad Max: Fury Road (2015): Su kıtlığının bir distopyaya dönüşmesi üzerinden suya erişimin iktidar mekanizması hâline gelişi.
Video Oyunlarında:
Frostpunk ve Surviving Mars gibi kıt kaynak simülasyonları, suyun yalnızca bir oyun öğesi değil, ahlaki karar unsuru olduğunu da gösterir.
The Last of Us evreninde güvenli su bulmak, yaşamsal olduğu kadar anlatı açısından da belirleyici bir roldedir.
Tiyatro ve Diğer Sanat Alanlarında:
Tiyatroda “ekolojik adalet” temalı prodüksiyonlar—özellikle Latin Amerika’da—su hakkını sahneye taşır.
Suya erişimi konu alan enstalasyonlar, “şişelenmiş doğa” eleştirisiyle suyun metalaşmasını görselleştirir (örnek: Olafur Eliasson’un su ve buz temalı işleri).
Su, yalnızca bir element değil; bütün yaşam biçimlerinin taşıyıcısıdır. Onu ticarileştirmek, aslında yaşama erişimi bir ayrıcalığa dönüştürmektir. Su hakkı, çağımızın ekolojik adalet sınavıdır. Bu sınavda başarı, yalnızca teknik çözümlerle değil; vicdan, eşitlik ve ortak sorumluluk bilinciyle mümkündür. Çünkü bir gün susayan biz olacağız—ve su, yalnızca parayla değil, hakla içilebilir olacak.
Bu madde ilginizi çektiyse aşağıdaki başlıklara da göz atabilirsiniz:
► İKLİM KRİZİ