SOSYAL ADALET – Eşitlik, Hak ve İmkân Üzerine Kurulmuş Bir Vicdan

Toplumsal yapının ahlâk terazisi: Kimin neye hakkı var ve bu hakka gerçekten erişebiliyor mu?


Sosyal adalet nedir?

Sosyal adalet, bireylerin yaşadıkları toplumda eşit fırsatlara, adil gelir dağılımına ve temel haklara erişime sahip olması gerektiğini savunan etik ve siyasal bir ilkedir. Yalnızca mahkemelerde değil; iş yerinde, okulda, hastanede, sokakta ve hatta evde hayat bulması beklenen bir denge arayışıdır. Bu kavram, insanların sınıf, cinsiyet, etnik köken, inanç ya da fiziksel/psikolojik farklılıkları nedeniyle dezavantaj yaşamamasını hedefler.

Sosyal adalet, yalnızca “hukukun herkese eşit uygulanması” meselesi değildir; çünkü yasaların biçimsel eşitliği, sosyal koşullardaki derin eşitsizlikleri ortadan kaldırmaya yetmez. Bu yüzden sosyal adalet, eşitliğin ötesinde adillik, yasallığın ötesinde vicdan, hukukun ötesinde toplum talep eder.


Sosyal Adaletin Tarihsel Kökleri ve Kavramsal Genişliği

Sosyal adalet, toplum içinde zenginliğin, fırsatların ve ayrıcalıkların dağılımıyla doğrudan ilgilidir. Bu kavram yalnızca hakların tanınmasıyla değil, bu hakların korunmasıyla da ilgilidir. Hem Batı hem de Asya kültürlerinde tarih boyunca sosyal adalet, bireylerin toplumsal rollerini yerine getirirken toplumdan hak ettiklerini alabilmeleriyle ilişkilendirilmiştir. Ancak günümüzde sosyal adalet anlayışı, toplumsal hareketlilik önündeki engellerin kaldırılmasına, ekonomik adaletin sağlanmasına ve koruyucu sosyal politikaların geliştirilmesine odaklanmaktadır.

Sosyal adalet, toplumun kurumları aracılığıyla hak ve yükümlülüklerin bireyler arasında adil biçimde dağıtılmasını öngörür. Vergi sisteminden sosyal sigortalara, kamu sağlığından eğitime, iş hukukundan piyasa düzenlemelerine kadar uzanan bu kurumsal yapı; yalnızca gelir eşitliği değil, fırsat eşitliği ve toplumsal katılımın da teminat altına alınmasını hedefler. Yani mesele sadece “dağıtım” değil, birlikte yaşamanın ahlâkî zeminidir.

Bu düşünce modern yorumlarda iki farklı gelenekle şekillenmiştir: Bazı kültürel gelenekler, bireyin topluma karşı sorumluluğunu öne çıkarırken; bazıları da güce erişim ile o gücün sorumlu kullanımı arasında bir denge gözetir. Dolayısıyla sosyal adalet kavramı bugün, hem felsefî tartışmalarda hem de güncel mücadelelerde sıklıkla başvurulan bir zemindir. Bartolomé de las Casas gibi tarihî figürler bu bağlamda yeniden okunur; toplumsal cinsiyet eşitliği, etnik adalet, engelli hakları, göçmenlerin korunması ve ekolojik adalet talepleri de bu çerçevede şekillenir.

Sosyal adalet kavramı kökenlerini Platon ve Aristoteles gibi Antik Yunan filozoflarından; Aziz Augustinus ve Aquinolu Thomas gibi Hristiyan düşünürlerden alır. Ancak “sosyal adalet” ifadesinin kendisi, 18. yüzyılın sonlarında kullanılmaya başlanmış; ilk teorik temelleriyse 1840’larda İtalyan düşünür Luigi Taparelli tarafından atılmıştır. Taparelli, sosyal adaleti “doğal hukuk” ilkeleri çerçevesinde tanımlamış ve insanın soyut bir birlik içinde birbirine karşı sorumluluğunu “toplumsal kardeşlik” ilkesiyle birleştirmiştir. Onun izinden giden Antonio Rosmini-Serbati, bu kavramı 1848 devrimleri sonrasında daha geniş bir kamusal dile taşıyan düşünür olmuştur.

20. yüzyıla gelindiğinde ise sosyal adalet kavramı, yalnızca felsefî değil, aynı zamanda hukukî ve kurumsal bir çerçeveye kavuşur. ABD’de Louis Brandeis ve Roscoe Pound gibi hukukçular bu kavramı toplumsal reformun merkezine yerleştirir. 1919’da kurulan Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)’nün kuruluş bildirgesinde, kalıcı barışın ancak sosyal adalete dayalı bir sistemle mümkün olduğu vurgulanır.

1971 yılında John Rawls, A Theory of Justice adlı eseriyle sosyal adaleti toplum sözleşmesi teorisinin kalbine yerleştirir. Ona göre adalet, “eşit özgürlük” ve “fırsat eşitliği” ilkeleriyle düzenlenen bir toplumun nihai ilkesidir. 1993 Viyana Deklarasyonu ise sosyal adaleti, insan hakları eğitiminin temel amaçlarından biri olarak kabul eder. Böylece sosyal adalet, yalnızca felsefî ve politik bir ideal olmaktan çıkar; uluslararası hukuk, eğitim ve toplumsal bilinç içinde kurucu bir rol üstlenir.


Sosyal Adaletin Düşünsel Tarihi: Platon’dan Rawls’a Uzanan Bir Kavramın İzleri

Sosyal adalet düşüncesi, kökeni Antik Çağ’a kadar uzanan ve çağlar boyunca farklı şekillerde yorumlanmış bir etik ilkedir. Batı felsefesinin erken dönemlerinde adalet anlayışı genellikle birey değil toplum merkezli idi. Platon’un Devlet adlı eserinde dile getirdiği gibi, ideal toplum ancak “her bireyin en uygun olduğu sınıfa yerleştirilmesi”yle sağlanabilir. D.R. Bhandari’ye göre Platon için adalet, insan ruhunun parçaları arasında düzenin kurulmasıdır; bireyin iyi ve uyumlu olması neyse, toplumun adil ve dengeli olması da odur. Adalet, güçlü olanın değil, bütünün uyumunun ürünüdür.

Aristoteles ise dağıtıcı adaleti meritokrasiyle ilişkilendirir: İyilerin ve erdemlilerin daha çok hakka sahip olması gerektiğini savunur. Bu anlayış, dönemin kölelik ve kadınların dışlandığı toplum yapısıyla uyumluydu; zira adalet ancak özgür yurttaşlar arasında mümkün görülürdü. Yine de bu düşünceler, toplumsal hak ve sorumluluk kavramlarının ilk felsefî taslaklarını oluşturdu.

Sokrates’in Kriton diyaloğunda işlenen “toplumsal sözleşme” fikri, bireylerin bir toplumun kurallarını kabul etmesiyle o toplumun yükümlülüklerine de katlandıkları düşüncesini doğurur. Orta Çağ’da Thomas Aquinas gibi dinî düşünürler, adalet kavramını “Tanrı’ya hizmet etmenin toplumsal biçimi” olarak yorumladı. Bu dönemde sosyal adalet düşüncesine en çok yaklaşanlardan biri, yoksulların korunmasını ve mülkiyetin sorgulanmasını savunan Waldensiyanlar gibi mezhep hareketleri oldu.

Rönesans ve Reform sonrasında ise birey potansiyelinin geliştirilmesi, sosyal adalet düşüncesinin yeni bir yönü hâline geldi. Spinoza, insanın asıl hedefinin kendi doğasını aşmak ve diğer insanlarla birlikte “daha yüksek bir karakter düzeyine” ulaşmak olduğunu savunuyordu. Thomas Paine, İnsan Hakları adlı eserinde, her bireyin kapasitesini ortaya koyabileceği bir toplumun inşasını hedefliyordu. Bu fikirler, özellikle Fransız ve Amerikan Devrimleri sonrasında, toplumsal düzenin temeline eşit haklar ve adil temsil ilkesini yerleştirme çabasıydı.

“Sosyal adalet” terimi, genellikle 1840’larda Cizvit rahip Luigi Taparelli tarafından ilk kez sistemli biçimde kullanılmakla birlikte, 18. yüzyıl Avrupa’sında da bazı erken örneklerine rastlanır. Aydınlanma ruhunu taşıyan bazı yayınlarda, bu kavram “toplumu yöneten adalet” olarak tanımlanmış; sosyal ve ekonomik eşitlik gibi çağdaş anlamlara henüz kavuşmamıştı. Taparelli ise, hem kapitalist hem de sosyalist modellerin etik ve birlik fikrinden uzak olduğunu belirterek, Thomist bir metafizik içinde sosyal adaleti savunmuştu.

John Stuart Mill, 1861 tarihli Faydacılık kitabında şöyle yazar: “Toplum, aynı derecede hak etmiş olan bireyleri aynı derecede iyi şekilde muamele etmelidir.” Bu, hem sosyal hem de dağıtıcı adaletin soyut düzeydeki en yüksek standardıdır.

20. yüzyılın başlarında sosyal adalet, özellikle John Dewey, Roscoe Pound ve Louis Brandeis gibi düşünürler sayesinde ABD hukuk ve siyaset felsefesine girmiştir. Bu dönemde, sekiz saatlik çalışma gibi sosyal reform yasalarının, Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesiyle sosyal adalet fikri daha da politize olmuştur. 1919’da kurulan Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)’nün kurucu metninde, barışın yalnızca sosyal adalete dayanan bir temelde kurulabileceği açıkça belirtilmiştir.

Katolik düşüncede, sosyal adalet ilk kez 1931 yılında Papa XI. Pius tarafından Quadragesimo Anno genelgesinde açıkça kullanılmış, ardından Divini Redemptoris belgesinde insan onurunun korunmasıyla ilişkilendirilmiştir. Bu fikirler, 1937 tarihli İrlanda Anayasası gibi çeşitli ulusal anayasaların da temelini oluşturmuştur. Hatta 1976 tarihli Küba Anayasası gibi sosyalist rejimlerde dahi, sosyal adalet temel bir ilke olarak kabul edilmiştir.

Ancak 20. yüzyılın sonlarında bu kavram eleştirilere de uğramıştır. Friedrich Hayek, sosyal adaletin ne anlama geldiği belli olmayan ya da “her şeyi” ifade eden bir terim olduğunu savunmuştur. Buna karşın, John Rawls gibi düşünürlerin etkisiyle sosyal adalet, hâlen çağdaş siyasal teorinin merkezinde yer almaktadır. Günümüzde sosyal adalet teorilerinin en az üç ortak ilkesi olduğu söylenebilir:

✅ Devletin ekonomik, sosyal ve kültürel hakları dağıtma yükümlülüğü,

✅ İnsan onurunun korunması,

✅ Eşitliğin sadece biçimsel değil fiilî düzeyde de sağlanması için olumlu ayrımcılık mekanizmalarının işletilmesi.


Sosyal adalet yalnızca yoksullukla mı ilgilidir?
Hayır. Sosyal adalet, sadece ekonomik eşitsizlikleri değil; cinsiyet temelli ayrımcılığı, etnik dışlamayı, engelli bireylerin kamusal alandan soyutlanmasını ve fırsat eşitsizliklerini de kapsar. Yani mesele yalnızca “para” değil, “erişim”, “temsiliyet” ve “saygınlık”tır.


Hukukla sosyal adalet arasında nasıl bir fark vardır?
Hukuk, biçimsel eşitliği garanti eder: Herkes kanun önünde eşittir. Ancak bu eşitlik, gerçek hayatta aynı sonuca varmaz. Sosyal adalet, hukukî eşitliğin yeterli olmadığını; başlangıç çizgilerinin farklı olduğunu, bu nedenle daha derin bir telafi mekanizmasına ihtiyaç duyulduğunu savunur.


Sosyal adalet, herkesin aynı şeye sahip olması mı demektir?
Hayır. Sosyal adalet, herkesin aynı şeye değil; kendi ihtiyaçlarına uygun imkânlara sahip olmasını ister. Bir kişiye rampa gerekebilir, bir diğerine dil desteği. Bu yüzden sosyal adalet “eşit dağıtım” değil, hak temelli erişim demektir.


Sosyal adalet bireysel mi, toplumsal mı bir sorumluluktur?
İkisi de. Devletin sosyal politikaları, yasaları ve kaynak dağılımı kadar; bireylerin önyargıları, seçimleri ve dayanışma biçimleri de sosyal adaletin kaderini belirler. Yani hem sistem sorumludur hem biz.


Sosyal adalet mümkün mü, yoksa bir ütopya mı?
Tümüyle gerçekleşmesi belki imkânsızdır, ama bu onu önemsiz yapmaz. Sosyal adalet, bir yön duygusudur: Toplumun pusulasıdır. Ulaşılamasa da yön gösterir. Ve en önemlisi, mücadele edilmeden hiç mümkün değildir.


Popüler Kültürde Sosyal Adalet

Kitap Dünyasında:
John Rawls’un A Theory of Justice adlı eseri, sosyal adalet kavramının felsefî temelini kurar. Amartya Sen’in The Idea of Justice kitabı ise bu kavramı daha esnek ve yaşanabilir bir çerçeveye oturtur. Türkiye’de İsmail Beşikçi’nin çalışmaları, etnik temelli adalet tartışmalarını gündeme taşır.

Sinemada ve Dizilerde:
Les Misérables (Sefiller), yoksulluğun ve ceza adaletinin sosyal adaletsizlikle nasıl iç içe geçtiğini gösteren klasik bir örnektir. Erin Brockovich, sistemin güçlülerine karşı bireysel adalet mücadelesini anlatır. Ken Loach sineması ise işçi sınıfı ve yoksulluk üzerinden sosyal adalet eksenli anlatılar kurar.

Video Oyunlarında:
This War of Mine, savaş ortamında sivillerin hayatta kalma mücadelesi üzerinden sosyal adaletin sınırlarını sorgular. Detroit: Become Human, yapay zekâlar üzerinden kurulan ırksal hiyerarşi metaforuyla eşitlik fikrini merkezine alır.

Tiyatro ve Diğer Sanat Alanlarında:
Belgesel tiyatroda sıkça işlenen bir temadır. Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu gibi gruplar, sınıf ayrımı, mültecilik ve kadın emeği gibi konular üzerinden sosyal adalet meselelerine sahne açar. Kamusal heykel, duvar sanatı ve performans sanatı da zaman zaman adalet talebini sanatsallaştırır.


Genel Değerlendirme

Sosyal adalet, hukukun dilini toplumun vicdanıyla buluşturan bir çağrıdır. Sadece hak dağıtımı değil, hayata katılımın yeniden düzenlenmesidir. Öyle ki bazıları için “şans” olan şey, diğerleri için “hak” bile değildir. Bu yüzden sosyal adalet, yoksulluktan önce ayrımcılığa; eşitsizlikten önce dışlanmışlığa odaklanır. Ve sorar: Kim dışarıda kaldı? Kim sessiz bırakıldı? Kim görünmezleştirildi? İşte sosyal adalet, tam da bu soruların cevabında yatar.


Velev’den İlgili Maddeler

ADALET
► EŞİTLİK
KAMUSAL ALAN
EMPATİ
TOPLUMSAL CİNSİYET

WP Twitter Auto Publish Powered By : XYZScripts.com