SÖMÜRGECİLİK – Başkasının Toprağında Kök Salmak

Haritayı yeniden çizmek değil; kimliğini, dilini, belleğini silmek… Sömürgecilik sadece toprak değil, insan zihni işgalidir.


Sömürgecilik Nedir?

Sömürgecilik (kolonicilik, kolonyalizm ya da müstemlekecilik) , bir devletin başka bir coğrafyayı işgal ederek oradaki halkı, kaynakları ve kültürel yapıyı kendi çıkarları doğrultusunda kullanmasıdır. Bu süreçte egemen güç, işgal ettiği topraklarda kendi idari, ekonomik ve kültürel sistemini kurar. Sömürgecilik yalnızca fiziksel işgalle sınırlı kalmaz; zihinsel, dilsel ve kültürel bir dönüşümü de beraberinde getirir.


Geçmişten Günümüze Sömürgecilik

Sömürgecilik, Antik Yunan’dan Roma’ya, Haçlı Seferleri’nden Osmanlı’nın toprak politikalarına kadar farklı biçimlerde uygulanmıştır. Ancak modern sömürgecilik genellikle 15. yüzyıldaki coğrafi keşiflerle başlatılır. Portekiz ve İspanya’nın ardından İngiltere, Fransa, Hollanda ve Belçika gibi ülkeler Afrika, Asya ve Amerika’da geniş koloniler kurdu. 19. yüzyılda doruk noktasına ulaşan bu sistem, 20. yüzyıl ortalarında “sömürgelerin bağımsızlık savaşları” ile sarsıldı. Ancak pek çok düşünür, bu dönemin bitmediğini, yalnızca biçim değiştirdiğini savunur.


Bir İdeolojinin ve Pratik Zorbalığın Kısa Tarihi

Sömürgecilik, bir devletin kendi sınırları dışındaki topraklar üzerinde egemenlik kurmasını meşrulaştıran bir doktrin ya da ideoloji olarak tanımlanır. Ancak tarih boyunca, bu düşünsel çerçeve ile sömürgeleştirme pratiği çoğu zaman iç içe geçmiş, birbirinden ayırt edilmeden uygulanmıştır. Her iki durumda da hedef aynıydı: Siyasal tahakküm ve ekonomik sömürü.

Modern anlamda sömürgeci ideoloji, 19. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’daki kolonyal hareketlerle birlikte kurumsallaştı. Bu ideolojinin en bilinen söylemleri arasında “medenileştirme misyonu” ve “beyaz adamın yükü” (White Man’s Burden) yer alır. Bu söylemler, Batı dışı toplumların geri, ilkel ve gelişmeye muhtaç olduğu yönündeki inancı desteklerken, Batılıların bu toplumları kurtarmaya ve “uygarlaştırmaya” mecbur olduklarını iddia ediyordu. Bu söylemler, esasen emperyalist çıkarların üzerini örten bir kılıf işlevi gördü.

Sömürgeciliğin meşruluğu, 16. yüzyıldan itibaren geliştirilen bir hukuk anlayışına da dayandırıldı. Bu anlayış, “sahipsiz” ya da devlet biçiminde örgütlenmemiş toprakların yasal olarak işgal edilebileceğini savunuyordu. Böylece sömürgeci devlet, işgal ettiği topraklara yalnızca askerî ve ekonomik kontrol değil, aynı zamanda siyasi bir idare de dayattı. Bu yönetim biçimi, yerel halkın kendi kaderini tayin hakkını tümüyle yok sayıyordu.

Sömürgecilik geçmişte, bir devletin askerî ve ekonomik gücünün sembolü olarak görülürken, II. Dünya Savaşı’ndan sonra bu sistem uluslararası düzeyde tartışmalı hâle geldi. Birleşmiş Milletler’in kuruluşuyla birlikte, halkların kendi geleceğini belirleme hakkı daha görünür bir hak haline geldi ve sömürgecilik eşitsizliğin ve baskının sembolü olarak anılmaya başlandı.

Tarihte ilk örnekleri Antik Yunan ve Roma İmparatorluğu’nda görülen sömürgecilik, özellikle 16. yüzyıldaki “Büyük Keşifler” sonrasında Avrupa devletleri tarafından sistemli biçimde uygulanmaya başlandı. 19. yüzyılda zirveye çıkan bu süreç, I. Dünya Savaşı’na kadar sürdü. 20. yüzyılda ise Japon İmparatorluğu’nun Asya’daki yayılmacılığı gibi örneklerle yeni biçimler kazandı.

“Kolonyalizm” terimi, 19. yüzyılda İngiltere’de doğdu ve 20. yüzyıl başlarında Fransızcaya geçti. Başlangıçta nötr bir anlam taşıyan bu kelime, “anti-kolonyalizm” kavramının ortaya çıkmasıyla birlikte, özellikle savaş sonrası dönemde daha tartışmalı hale geldi. 1947’de Hindistan’ın bağımsızlığını ilan etmesiyle başlayan dekolonizasyon süreci, 1950’ler ve 60’lar boyunca Afrika ve Asya’da dalga dalga yayıldı.

Ne var ki, bu bağımsızlıklar her zaman tam bir kopuş anlamına gelmedi. Sömürgeci devletler çoğu zaman ekonomik bağımlılığı sürdürecek yapılar kurdu. Bu yeni ilişki biçimlerine 1960’lardan itibaren “yeni-sömürgecilik” (néocolonialisme) adı verildi. Böylece sömürgecilik, yalnızca fiilî değil, zihinsel, kültürel ve ekonomik bir tahakküm biçimi olarak günümüzde de varlığını sürdürmeye devam etti.


Sömürge Doktrini: Kavramdan Pratiğe Uzanan Yol

Sömürgecilik, bir devletin sınırları dışındaki topraklarda egemenliğini kabul ettirmesini haklı göstermeye çalışan ideolojik ve hukuki bir doktrin olarak ortaya çıktı. Bu ideolojiyle kolonyal egemenlik, yalnızca toprak işgali anlamına gelmiyor; alınan bölgelerde siyasal kontrolün tesis edilmesi ve kaynakların sömürülmesi pratik olarak gerçekleştirilmiş oluyordu .

“Kolonizasyon” terimi ilk kez 1836 yılında M. A. Fromental’in “Essai sur la pacification, la colonisation, la civilisation… de l’Algérie” adlı çalışmasında kullanıldı.  “Kolonyalizm” ve “kolonyalist” sözcükleri ise Fransız yazar Charles Péguy vasıtasıyla sırasıyla 1902 ve 1903’te literatüre girdi. Aynı dönemde “anti-kolonyalizm” kavramı da kullanılarak bu tartışmalara yeni bir perspektif eklendi .

19. yüzyılın ortalarından itibaren “medenileştirme misyonu” ya da İngilizce White Man’s Burden söylemleri, sömürgecilik ideolojisini meşrulaştırmak için hâkim söylemler haline geldi. Bu söylemler, Batılı toplumların üstünde bir uygarlık sorumluluğuna sahip olduğu iddiası etrafında döndü .

1960’larda ise “yeni-kolonyalizm” (néocolonialisme) terimi, eski sömürge düzenlerinin ekonomik ve kültürel bağımlılık yaratarak devam ettiği durumları tanımlamak için yaşam buldu. Jean-Paul Sartre’ın 1956’daki düşüncelerinden esinlenen Kwame Nkrumah gibi liderlerin mesajlarıyla bu kavram politik bir yük taşıdı. 

Özetle, sömürgecilik yalnızca toprak işgali değil; entelektüel bir çerçeve yaratarak o egemenliği haklılaştırma sürecidir. Cumhuriyetçi ya da emperyalist söylemlerle örtülen bu süreç, özellikle 20. yüzyıldan sonra eleştirel bir bakış açısına tabi tutuldu. Bu kavramlar, hem tarihsel hem güncel düzeyde güç, kimlik, bağımlılık ve direnç ağlarını açıklamaktadır.


Sömürgeciliğin Uluslararası Hukukta İnşası

Devletlerin tarih boyunca gösterdiği en istikrarlı dürtülerden biri, sınırlarını genişletme arzusudur. Bu yayılmacı eğilim, yalnızca daha fazla arazi elde etme amacı taşımaz; aynı zamanda nüfuz, kaynak ve insan gücü üzerinde hâkimiyet kurma çabasının da tezahürüdür. Kolonizasyonun erken dönemlerdeki anlamı, kimi zaman halklar, kimi zamansa örgütlü devletler eliyle gerçekleştirilen doğrudan toprak ilhakıydı. Kavram, kimin uygulayıcı olduğuna dair bir ayrım gözetmeksizin, işgal ve genişleme eylemlerini tanımlamak için kullanılıyordu.

Bu yayılmacı pratik, XV. ve XVI. yüzyıllarda başlayan “büyük keşifler çağı” ile birlikte Batılı güçlerin dünya üzerindeki etkisini artırmasıyla yeni bir boyut kazandı. XIX. ve XX. yüzyılda ise ikinci sömürgecilik dalgasıyla birlikte, uzak diyarların hukuki statüsü ve o bölgelerde yaşayan halkların hakları, uluslararası kamu hukukunun ilgi alanına girdi. XVI. yüzyıldan itibaren, sömürgecilik yavaş yavaş hukuki bir kategori hâline gelmeye başladı. Kolonizasyon artık, daha az gelişmiş olarak kabul edilen halklara karşı uygulanan bir genişleme siyaseti olarak tarif ediliyor; bu halkların daha güçlü bir devletin denetimi altına girmesinin kaçınılmazlığı savunuluyordu.

Bu dönemde farklı hukukçular, özellikle sömürge edilen halkların hukuki konumuna odaklandılar. Bu bağlamda en dikkat çekici isimlerden biri, Fransisken teolog Francisco de Vitoria’dır (1480–1546). Vitoria, işgal edilen topraklarda yaşayan halkların meşru haklara sahip olduğunu ve bu hakların göz ardı edilmesinin hem hukuki hem de ahlaki açıdan kabul edilemez olduğunu savundu. Ona göre, bir halk kendi iradesiyle egemenliğini devretmediği sürece, o toprakların işgal edilmesi meşru sayılamazdı.

Zamanla, toprakların yalnızca “keşfedilmiş” olması yeterli görülmemeye başlandı. Bu süreçte, fiilî işgal (effective occupation) anlayışı gelişti. Yani bir devletin bir bölge üzerinde egemenlik iddiasında bulunabilmesi için orada etkin bir yönetim kurması gerekiyordu. Hugo Grotius ve takipçileri bu görüşü destekleyen doktrinler geliştirdiler. Bu çerçeve, daha sonra uluslararası içtihatlarla ve özellikle 1648 tarihli Westphalia Antlaşması ile pekiştirildi. Böylece egemenlik kavramı, bir devletin yalnızca kara parçası üzerinde değil; o bölgede yaşayan halk, deniz alanları ve doğal kaynaklar üzerinde de mutlak yetki sahibi olması şeklinde tanımlandı. Bu yaklaşımla birlikte, bir devlet organizasyonu taşımayan topraklar “sahipsiz” kabul ediliyor, bu da Batılı güçlerin o bölgeleri işgal etmesini hukuki bir hak hâline getiriyordu. Ancak pratikte bu tutum, yerli halkların siyasi kimliklerinin ve haklarının açık bir inkârı anlamına geliyordu.

Bu çerçeve, 1884’teki Berlin Konferansı’nda somut bir biçim kazandı. Afrika’nın Avrupalı devletler arasında paylaşımını düzenleyen bu konferansta kabul edilen 1885 tarihli genel belge, “etkin işgal” ve “bildirim” ilkelerini uluslararası hukuk için temel kriterler olarak belirledi. Buna göre, bir devlet bir bölgeye yerleşip orada düzeni ve ticari özgürlüğü sağlayacak düzeyde bir otorite kurarsa, bu egemenlik diğer devletler tarafından da tanınacaktı. Bildirim ise, bu işgalin diğer devletlere resmen duyurulması anlamına geliyordu. Bu ilkeler doğrultusunda, Afrika’da sadece dört bağımsız devletin varlığı tanındı; diğer tüm bölgeler Avrupalı güçlerin hedefi hâline geldi.

XIX. yüzyılda Avrupalı devletlerin yeni bir sömürgecilik dalgasına yönelmesi, büyük ölçüde sanayileşmenin doğurduğu hammadde ihtiyacına ve yeni pazarlara ulaşma arzusuna dayanıyordu. Bu dönemde “kolonyalizm” terimi, artık yalnızca fiilî bir uygulamayı değil; aynı zamanda hukuki ve politik bir doktrini de temsil ediyordu. Devlet, halk ve hükümetten oluşan üçlü tanımıyla tanımlanan modern devlet yapısı, egemenliğin bir başka toprak parçası üzerine “meşru” olarak taşınmasının önünü açıyordu. Kolonyalizm böylece, sınırların ötesine geçen bir egemenlik projesine dönüştü ve bu projenin ideolojik temelleri, uluslararası hukuk söylemleriyle desteklenerek dünya sistemine yerleştirildi.


Sömürgeciliğin Fikirsel Temelleri: XIX. Yüzyılda Avrupa’da Kolonyal Doktrinin Doğuşu

XIX. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’nın birçok ülkesinde gelişen sömürgeci ideoloji, yeni bir kolonyal dalgaya zemin hazırlayan politik bir doktrin olarak şekillendi. Bu ideoloji, emperyalizm kavramına dayanıyor; Avrupa devletlerinin başka coğrafyalara hâkim olma girişimlerini sadece ekonomik ya da askerî bir açılım değil, aynı zamanda bir “medeniyet görevi” olarak da temellendiriyordu.

Fransa, 1870’lerin başında oldukça sınırlı ve dağınık kolonilere sahipti; bu topraklar, genel bir yayılmacı stratejiden ziyade bireysel ve dağınık girişimlerin ürünleriydi. Ancak Alexis de Tocqueville gibi düşünürler, Fransa’nın kolonileşme potansiyeline dikkat çekerek, özellikle Cezayir’in kaynaklarını Britanya Hindistan’ı ile kıyaslayarak kamuoyunu etkilemeye başladılar. Yine de bu yıllarda, Fransa’nın—tıpkı Almanya gibi—henüz belirgin bir sömürgecilik ideolojisine sahip olduğu söylenemezdi. Fransız kamuoyunda Alsace-Lorraine’in kaybı hâlâ büyük bir travma oluşturuyor, bu durum da dışa dönük genişlemeye dair politik iradenin önünde bir engel teşkil ediyordu.

1870 sonrasında, Fransa’da iki önemli baskı grubu olan donanma çevresi ve coğrafyacılar, kolonizasyonu meşrulaştıran bir doktrin oluşturmaya girişti. Denizcilik okulu, Fransa’nın denizaşırı yayılma idealini ön plana çıkarırken; coğrafyacılar, kolonileşmenin ulusal bir görev olduğuna dair düşünsel altyapıyı oluşturmaya başladılar. Bu dönemde iktisatçı Paul Leroy-Beaulieu, Fransız sömürgeciliğinin başlıca kuramcısı hâline geldi. Leroy-Beaulieu’nun yaklaşımı, yalnızca insan göçüne değil, aynı zamanda sermaye aktarımına da dayalı bir kolonizasyon modelini savunuyordu. Alsace-Lorraine kaybının telafisi olarak görülen bu yeni model, halkı milliyetçi duygulara yönlendirerek sömürgecilik yoluyla ulusal canlılığı artırmayı hedefliyordu. Ona göre, canlı kalmak isteyen bir ulus genişlemek ve yayılmak zorundaydı. Britanya, ABD, Rusya ve Çin bu yola zaten girmişlerdi; Fransa’nın da rotası denizaşırı olmalıydı. Bu söylem özellikle siyasetçiler—Jules Ferry ve Léon Gambetta gibi isimler—üzerinde büyük etki yarattı. Sonuç olarak, 1870 ile 1914 arasında Fransa, Britanya’dan sonra dünyanın en büyük ikinci sömürge imparatorluğunu kurdu.

Benzer bir tartışma Almanya’da da yürütülüyordu. Alman sömürgeciliğinin düşünsel temelleri, hukukçu Wilhelm Hubbe-Schleiden ve protestan papaz Friedrich Fabri tarafından atıldı. Fabri, sömürgeciliği hem zenginlik kaynağı hem de nüfus fazlasının dışa aktarımı için bir araç olarak görüyordu. Hubbe-Schleiden ise, doğrudan emperyalist bir çizgide, birkaç dev imparatorluğun dünyayı yöneteceği bir gelecek tahayyülü kuruyordu. O dönemde Almanya, henüz yalnızca bir kıta devleti konumundaydı ve Başbakan Bismarck, denizaşırı genişlemeye pek sıcak bakmıyordu. Ancak Schleiden’in görüşleri, Sybel, Schmoller ve Heinrich von Treitschke gibi akademisyenlerin katkılarıyla geniş kitlelerce benimsendi. Nihayetinde 1882’de Kolonialverein (Koloni Derneği) kurularak Bismarck’ı da bu ideolojiye kazandırma çabaları hız kazandı. Bu çabalar meyvesini verdi ve Almanya’nın kolonilerinin %99’u Bismarck döneminde elde edildi.

Ancak en büyük sömürge imparatorluğu hâlâ Britanya’ya aitti. XIX. yüzyılın başlarında denizcilik, ticaret ve koloni hâkimiyeti bakımından Britanya zaten dünyanın lideriydi. Avrupa kıtası savaşlarla sarsılırken, Britanya istikrarlı yapısı, ekonomik büyümesi ve toplumsal dinamizmiyle güçleniyordu. Her koloni, ya doğrudan Kraliçe’ye bağlı ticari bir merkez ya da küresel deniz rotaları üzerinde stratejik bir noktaydı. İngiltere’nin sömürge başarısı, Fransız ve Alman kuramcıların hayranlıkla incelediği bir model hâline geldi. Onlara göre, İngiltere sadece ekonomik ve siyasi olarak değil, toplumsal yapısıyla da örnek teşkil ediyordu. Seçim reformları yoluyla elit sınıfa yeni toplumsal grupların dâhil edilmesi, sömürgeciliğin yalnızca bir hükümet politikası değil, bir toplum projesi olduğunu gösteriyordu.

Bu nedenle, Britanya örneğinde “kolonyalizm” yerine sıklıkla “emperyalizm” kavramı tercih edilir. 1868’de liberal siyasetçi Charles Dilke, serbest ticarete dayalı olmayan yeni bir emperyalizm anlayışının savunucusu olarak sahneye çıktı. Onun kullandığı “kolonyalizm” kavramı, aslında Anglo-Sakson ırkının yüceltilmesini içeren bir ideolojik savunuydu. Sosyal Darwinizm’in etkisiyle şekillenen bu yaklaşım, tarihçilerin de ilgisini çekti. George McCall Theal gibi isimler, bilimsel temelden yoksun ama ideolojik olarak güçlü tanımlar yaparak kolonyalizmi, “ilerlemiş ırkların geri kalmışlar üzerindeki zaferi” olarak yansıttılar.

1884’te Cambridge Üniversitesi’nde modern tarih profesörü olan John Robert Seeley, bu kavramı yeniden ele alarak Britanya İmparatorluğu’nun tek bir çatı altında toplanmasının gerekliliğini savundu. Ona göre, imparatorluk büyüdükçe bu birliğin korunması hayati önem taşıyordu. 1886’da tarihçi James Froude, Oceana adlı eserinde ilk defa Britanya Milletler Topluluğu’nun (Commonwealth) oluşumunu savundu. Son olarak, Rudyard Kipling’in edebi eserleri, Britanya tipi emperyalizmin en etkili sözcülüğünü yaptı.


Sömürgecilik neden sadece ekonomik bir sistem değildir?
Çünkü işgal edilen bölgelerde yalnızca kaynaklar değil, diller, dinler, eğitim sistemleri ve hatta zaman algısı bile dönüştürülür. Kültürel hegemonya, ekonomik sömürünün kalıcı hâle gelmesini sağlar.


Sömürgecilik günümüzde nasıl devam ediyor olabilir?
Bugün doğrudan toprak işgali olmasa da şirketler, uluslararası kurumlar ve kültürel araçlarla ülkelerin iç politikalarına ve kaynak kullanımına müdahale ediliyor. Bu duruma “neo-sömürgecilik” deniyor.


Sömürgeciliğe karşı verilen mücadeleler arasında en etkileyicisi hangisidir?
Cezayir’in bağımsızlık savaşı (1954–1962) sadece askeri değil, kültürel ve psikolojik bir mücadeleydi. Frantz Fanon’un bu konudaki çalışmaları, sömürgeciliğin ruhsal tahribatını da gözler önüne serer.


Sömürgecilik dil üzerinde nasıl izler bırakır?
Bugün Afrika kıtasında Fransızca, İngilizce ve Portekizce’nin yaygın olarak konuşulması, geçmişteki sömürge yönetimlerinin eğitim ve bürokrasi sistemlerinin bir sonucudur.


Sömürgecilik tamamen sona erdi mi?
Hayır. Sınırların ötesinde kurulan üsler, borçlandırma politikaları, maden sömürüsü, kültürel ithalat ve bilgi tekelleri gibi araçlarla yeni biçimleri sürüyor.


Popüler Kültürde Sömürgecilik

Kitap: Kalbin Zifiri Karanlığı – Joseph Conrad

Film: Avatar – James Cameron

Dizi: The Crown – (Britanya İmparatorluğu’nun güncel anlatısı)

Belgesel: Exterminate All the Brutes – Raoul Peck

Oyun: Age of Empires III – Kolonizasyon simülasyonu


Genel Değerlendirme

Sömürgecilik, yalnızca tarihsel bir anlatı değil, günümüzün ekonomik bağımlılıkları, kültürel asimetrileri ve politik eşitsizliklerinin temelini oluşturan bir yapı. Hâlâ sürmekte olan etkileri, yalnızca tarihle değil, güncel meselelerle yüzleşmeyi de zorunlu kılıyor.


VELEV’DEN İLGİLİ MADDELER

EMPERYALİZM
HEGEMONYA
GRAMSCI
► MİSYONERLİK
DEMOKRASİ VE TARİHSEL GELİŞİMİ

WP Twitter Auto Publish Powered By : XYZScripts.com