PSİKANALİZ – Rüyanın Diliyle Konuşan Bilimin İçimizdeki Suskunlukla Mücadelesi

Bilinçaltına inen ilk yolculuk Freud’un değil, insanlığın kendi aynasına bakmaya cesaret edişiydi.


PSİKANALİZ Nedir?
Psikanaliz, insan davranışlarını açıklamada bilinçdışı süreçleri temel alan kuramsal ve klinik bir yaklaşımdır. Bireyin bastırılmış arzuları, çocukluk deneyimleri, içsel çatışmaları ve savunma mekanizmaları gibi unsurların ruhsal yapısını şekillendirdiği varsayımı üzerine kurulur. Freud’un geliştirdiği bu yöntem, hem bir düşünce sistemi hem de bir terapi biçimidir. Rüya analizi, serbest çağrışım ve aktarım gibi tekniklerle bilinçdışının içeriği açığa çıkarılmaya çalışılır.


Dünden Bugüne
Psikanalizin kurucu figürü Sigmund Freud, 1890’lı yıllarda Josef Breuer ile birlikte “histeri” üzerine çalışmaları sırasında bu yaklaşımı biçimlendirmeye başladı. Freud’un 1900’de yayımlanan Düşlerin Yorumu adlı eseri, psikanalizi sistemli bir teori haline getiren ilk yapıttı. Takip eden yıllarda Carl Gustav Jung (analitik psikoloji), Alfred Adler (bireysel psikoloji) gibi isimler Freud’dan ayrılarak kendi yönelimlerini geliştirdi.

20. yüzyıl boyunca psikanaliz, sadece bir psikoloji yöntemi değil, aynı zamanda bir kültürel eleştiri aracı olarak da işlev gördü. Lacan, Melanie Klein, Winnicott, Bion gibi isimlerle genişleyen bu düşünsel alan, edebiyattan sinemaya, felsefeden antropolojiye birçok disiplini etkiledi. Günümüzde klasik psikanaliz yerini kognitif davranışçı terapi gibi uygulamalara bırakmış gibi görünse de, derinlikli bir insan okuması olarak güncelliğini hâlâ korur.


Hipnozdan Söze: Psikanalizin Doğuşu

Psikanalizin tarihi, onun kurucusu Sigmund Freud’dan ayrı düşünülemez. Ancak bu düşünce geleneğinin doğumuna kesin bir tarih atamak oldukça zordur; çünkü psikanaliz, birkaç aşamalı dönüşümle ve çeşitli tarihsel dönemeçlerle şekillenmiştir. Kimileri psikanalizin kökenini, Freud’un meslektaşı Josef Breuer ile birlikte Anna O. adlı bir hastayla gerçekleştirdiği 1881–1882 tarihli seanslara dayandırır. Kimileri ise 1885 yılında Freud’un Paris’te Jean-Martin Charcot’nun yanında geçirdiği stajı başlangıç kabul eder. Bir başka tarih ise 1893–1896 yıllarıdır; çünkü bu dönemde Freud, nevrozların kökenini açıklamaya çalıştığı ve Breuer ile birlikte kaleme aldığı Histeri Üzerine Çalışmalar kitabını yayımlar.

Ancak asıl kırılma, Freud’un 1897 yılında yakın dostu Wilhelm Fliess’e yazdığı bir mektupla başlar. Bu mektupta Freud, nevrozların yalnızca fizyolojik nedenlerle açıklanamayacağını ifade eder. Artık zihinsel süreçlerin derinliklerine inmeye karar vermiştir. Bu dönemi takip eden Düşlerin Yorumu (1900) adlı eseri ise, kendi üzerinde gerçekleştirdiği kapsamlı bir otopsikolojik incelemenin ürünüdür. Freud burada, yalnızca bilinçdışının değil, çocukluk dönemindeki cinsel yaşantıların da bireyin ruhsal gelişimindeki rolünü gözler önüne serer. 1905 yılında yayımladığı metinlerde çocuk cinselliği meselesini gündeme taşıması, psikanalizin teorik gövdesini belirginleştirmiştir.

“Psychoanalyse” kelimesi ise ilk kez 1896 yılında, Freud’un Fransızca olarak kaleme aldığı “Kalıtım ve Nevrozların Nedenleri” başlıklı metinde görünür. İlginçtir ki Freud, bu yeni yöntemin mucidi olarak kendisinden önce Josef Breuer’i işaret eder.

Başlangıçta hipnozdan yararlanan Freud, zamanla bu yöntemin sınırlarına ulaşır. Özellikle hastaların çocuklukta yaşadığı ama bilinçdışına itilmiş travmalarla bağlantılı semptomları, hipnoz altında dile getirseler dahi, kalıcı iyileşme sağlanamadığını fark eder. Freud ve Breuer, Histeri Üzerine Çalışmalar’da histerinin temelinde bastırılmış anıların ve travmaların yattığı sonucuna varır. Ancak Freud, zamanla Breuer’den ayrılır. Özellikle libido kavramı ve cinselliğin ruhsal yapı üzerindeki etkisi gibi meseleleri merkeze taşıması, iki düşünürün yollarını ayırır.

Freud’un asıl devrimi, hastayı pasif bir alıcı konumundan çıkarıp konuşmaya teşvik etmesiydi. Serbest çağrışım ve psikanalitik dinleme, bilinçdışını erişilebilir bir anlatı alanına dönüştürdü. Bu dönüşüm, yalnızca tedavi yöntemini değil, insan zihnini anlama biçimimizi de köklü biçimde değiştirdi.

Freud’un kuramı yıllar içinde kendi içinde de değişti. 1920’de geliştirdiği ikinci topik —yani id, ego ve süperego üçlemesi— daha önceki yapısal ayrımların ötesine geçerek psikanalizin kavramsal çerçevesini derinleştirdi. Aynı zamanda, psikanalistler arasındaki ilk tartışmalar da bu dönemde yoğunlaştı. Her biri, insan ruhsallığına dair farklı yorumlar ve yönelimler geliştirdiler; fakat hepsi, Freud’un açtığı o ilk kapıdan geçerek bilinçdışının karanlığına yöneldiler.


Saplantıdan Deliryuma: Freud’un İlk Teorik Adımları

Freud, 1895’te yayımladığı Histeri Üzerine Çalışmalar ile psikanalizin temellerini atarken, yalnızca histeriye değil, başka semptom türlerine de yönelmişti. Henüz doğmakta olan bilinçdışı bilimiyle birlikte, obsesyonların, fobilerin ve hatta psikotik yapıların oluşumunu da açıklamaya girişmişti. Histeri ile obsesif nevroz arasındaki farkı, daha da önemlisi nevroz ile psikoz arasındaki yapısal ayrımı ayırt etmeye yönelik bu ilk girişimler, her ne kadar teorik olarak sınırlı olsa da, özellikle nevroz anlayışı açısından belirleyici adımlardı.

Freud’un bu dönemdeki temel metinlerinden ikisi –1894 tarihli Savunma Nevrozları ve 1896 tarihli Savunma Psikonevrozları Üzerine Yeni Notlar– semptom oluşumuna dair ilk sistemli analizlerini içerir. Bu yazılarda Freud, ister bir histeri semptomu, isterse bir obsesyon (saplantı düşüncesi) olsun, her iki durumda da semptomun nasıl meydana geldiğini açıklamaya çalışır. Aralarındaki temel fark, bireyin içsel bir ruhsal acıyı bedensel bir semptoma dönüştürme kapasitesinde yatmaktadır. Eğer bu dönüşüm yeterince gerçekleşemezse, ruhsal acı zihinsel alanda sıkışır ve obsesyonlara dönüşür.

Freud’a göre obsesyon, kişinin aklına zorla giren, yerleşen ve kovulamayan bir düşüncedir; kişi bu düşüncenin saçma olduğunun farkında olsa bile ondan kurtulamaz. Freud, bazı kadınların kendilerini pencereden atma ya da çocuklarını bıçaklama gibi düşüncelerle baş edemediği örnekleri üzerinden bu saplantıların nasıl işlediğini gösterir. Gerek bedensel (histerik), gerek zihinsel (obsesif) semptomlardan kurtuluş ise ancak bu semptomların bastırılmış anlamının analiz yoluyla gün yüzüne çıkarılmasıyla mümkündür.

Freud’un histerik vakalardaki deneyimi, onu cinselliğin semptomlarla olan yakın ilişkisini kabul etmeye zorladı. Bu süreçte, çocukluk dönemine dair bastırılmış arzuların izini sürerek, psikanaliz tarihinin en tartışmalı kavramlarından biri olan Oidipus Kompleksini formüle etti. Bu kuram, bireyin erken çocukluk yıllarındaki duygusal ve cinsel ilişkilerinin, hem yetişkinlikteki cinsellik hem de duygusal ve entelektüel yatırımları (sublimasyon) açısından belirleyici olduğuna dayanır. Freud’a göre bu kompleksin sağlıklı biçimde aşılmaması, nevrozun özünü oluşturan merkezî çatışmadır.

Bu erken dönemde Freud, psikotik yapı üzerine de ilk sezgilerini geliştirmişti. Psikozda, bastırılan değil, tamamen dışlanan (dışarı atılan) bir temsil söz konusuydu. Bu temsil, bilinçdışında dahi iz bırakmaz; doğrudan delüzyon (sanrı) biçiminde geri döner. Schreber vakası bu anlamda bir dönüm noktasıydı. Freud, bu vakanın analizinde, Schreber’in babasına yönelik pasif (kadınsı) bir arzuyu kabul edemediğini, bunun da “Tanrı’nın eşi olma” ve “ruhundan binlerce çocuk doğurma” şeklinde sanrısal olarak geri döndüğünü savunur.

Freud’un bu ilk dönemi, psikanalizin yalnızca bir tedavi yöntemi değil, aynı zamanda bir yapı çözümleme yöntemi olarak doğduğunu gösterir. Her semptom bir dilektir, her düşünce bir temsil ve her delüzyon, dışlanan bir hakikatin geri dönüşüdür.


Psikanalizin Bilimsel Niteliği Üzerine Tartışmalar

Bilimin eşiğinde mi, mitin gölgesinde mi?

Psikanaliz kuramları, özellikle 20. yüzyılın ortalarından itibaren bilim felsefecileri ve deneysel psikologlar tarafından ciddi şekilde sorgulandı. En etkili eleştirilerden biri, bilim felsefecisi Karl Popper’dan geldi. Popper’a göre psikanaliz, bilimsel olmanın temel ölçütü olan “yanlışlanabilirlik” ilkesini karşılamıyordu. Ona göre psikanaliz kuramları, ne mantıksal düzeyde ne de deneysel ve metodolojik düzeyde sınanabilir değildi. Yani, iddiaları test edilemez, karşıt örneklerle çürütülemez ve intersubjektif (kişiler arası geçerli) yollarla doğrulanamazdı. Dahası, Popper, psikanalistlerin eleştiriye karşı aldıkları tutumu da sorunlu buluyordu; psikanalistlerin, kuramları eleştiriye açık kılmak yerine, onları eleştiriden bağışık hale getirmeye çalıştıklarını öne sürüyordu. Bu yönüyle psikanaliz, Popper’a göre yalnızca bilimsel değil, aynı zamanda sosyal olarak da doğrulama süreçlerinden yoksundu.

Bu itirazlara psikanalist Jean Laplanche tarafından önemli karşı argümanlar getirildi. Laplanche, Freud’un çalışmalarında birçok kez “negatif vaka” olasılığına, yani teorisinin yanlışlanabilirliğine doğrudan yer verdiğini belirtti. Örneğin Freud’un “baştan çıkarılma kuramı”nı terk etmesi ya da bazı paranoya vakalarının psikanalitik açıklamayı zorlaması, kuramsal esnekliğin ve bilimsel sorgulamanın varlığına işaret ederdi. Laplanche ayrıca, Freud’un Melanie Klein’dan gelen itirazları da dikkate aldığını, örneğin süperegonun kökeniyle ilgili kuramını Klein’ın klinik gözlemleri doğrultusunda revize ettiğini hatırlatarak, psikanalizin mutlak yorumlara dayanmadığını savundu.

Psikanalizin bilimsel temellerine yöneltilen eleştiriler yalnızca felsefi değil, psikolojik ve biyolojik alandan da geldi. Evrimsel biyolog Stephen Jay Gould, psikanalizin “tekrar teorisi” gibi artık geçersiz sayılan psödo-bilimsel yaklaşımlardan etkilendiğini öne sürdü. Psikologlar Hans Eysenck, John Kihlstrom ve Danko D. Georgiev ise psikanalizi doğrudan sahte bilim (pseudoscience) olarak nitelendirdiler.

21. yüzyılın başlarında bu eleştiriler daha da yoğunlaştı. 2005’te yayımlanan Psikanalizin Kara Kitabı (Le Livre noir de la psychanalyse), Freud’un ve takipçilerinin (örneğin Ernest Jones ve Anna Freud) psikanalitik tarihi kasıtlı olarak çarpıttığını, teorik ve klinik zayıflıkları gizlediğini iddia etti. Jacques Van Rillaer gibi bazı isimler, Freudçu ve Lacancı psikanalizin, hiçbir zaman ampirik bir bilim hâline gelemediğini ileri sürdü.

Brezilyalı psikolog Clarice de Medeiros Chaves Ferreira ise 2021 tarihli çalışmasında, birden fazla kritere dayanan bir değerlendirme yöntemiyle psikanalizi analiz etti. Sonuç olarak, psikanalizin “bilimsel kalite standartlarından önemli ölçüde saptığını” belirterek, hâlen bir sahte bilim olarak sınıflandırılması için geçerli nedenlerin mevcut olduğunu yazdı.

Freud’un “bilinçdışı” kavramı da günümüzde nörobilim alanında tartışma konusu olmaya devam ediyor. Lionel Naccache gibi nörobilimciler, bu kavramın nörobiyolojik karşılığı olmadığını savunurken, Bernard Golse ve Gérard Pommier gibi bazı psikanalistler ise psikanaliz ile nörobilim arasında köprü kurmanın mümkün olduğunu düşünüyor.

Öte yandan, Erik Porge gibi bazı psikanalistler psikanalizin hiçbir zaman bilim olmak gibi bir iddiası olmadığını savunuyor. Ona göre psikanaliz, psikenin evrimsel ve açık uçlu bir keşif yöntemi; sabit kurallara değil, yoruma ve değişime açık bir sürece dayanır. Porge, psikanalizin “terapötik sonuçlar sağladığının açıkça bilindiğini, ancak bunu nasıl yaptığı konusunun hâlâ açıklığa kavuşmadığını” belirtir.


Neden hâlâ Freud’un divanına uzanmak isteriz?
Çünkü psikanaliz, “düşüncenin bastırılan kısmı”na seslenir. Modern bireyin çatışmalı ruhsal yapısını anlamak için hâlâ en derin aynadır.


Psikanaliz bir bilim mi, yoksa mitoloji mi?
İkisi de. Bilinçdışı bir bilimsel kurgu kadar spekülatif bir anlatı alanıdır. Lacan’ın deyişiyle “gerçek” asla tam olarak temsil edilemez; psikanaliz bu boşluğu dille doldurmaya çalışır.


Psikanalitik düşünce neden edebiyatla bu kadar iç içe geçmiştir?
Çünkü bilinçdışı, rüya gibi, metaforlarla konuşur. Bu yüzden Freud’un hastaları kadar, Dostoyevski’nin kahramanları da analiz edilmeye açıktır. Psikanaliz edebiyatın içyüzüdür.


Modern dünyada hâlâ psikanalitik terapi alınır mı?
Evet. Özellikle varoluşsal çatışmalar, nevroz, narsisizm ve tekrarlayan ilişkisel döngülerde psikanalitik yaklaşımlar güncelliğini korur. Ancak seans süresi, maliyeti ve yoğunluğu nedeniyle daha niş bir terapi türü olarak kalmıştır.


Lacan neyi değiştirdi?
Lacan, Freud’un kuramını dilbilimle yeniden biçimlendirdi. “Bilinçdışı, tıpkı dil gibi yapılanmıştır” derken, arzunun öznesinin her zaman bir eksik etrafında kurulduğunu savundu. Lacan için kişi, daima bir dil tarafından arzu edilir.


Popüler Kültürde Psikanaliz

Kitap Dünyasında: Freud’un eserleri (Totem ve Tabu, Uygarlığın Huzursuzluğu, Günlük Yaşamın Psikopatolojisi) başta olmak üzere, Rollo May’in Varoluşçu Psikoterapi, Julia Kristeva’nın Melankoli Üzerine Kara Güneş adlı çalışmaları dikkat çeker. Philip Roth ve Elfriede Jelinek gibi yazarlar, karakterlerini psikanalitik düzlemde derinleştirir.

Sinemada ve Dizilerde: Hitchcock’un Spellbound filmi, Woody Allen’ın çoğu eseri, David Lynch’in Mulholland Drive’ı, Darren Aronofsky’nin Black Swanı psikanalitik göndermelerle örülüdür. The Sopranos dizisinde mafya babası Tony Soprano’nun terapi süreci, doğrudan bir psikanaliz anlatısıdır.

Video Oyunlarında: Silent Hill serisi, bilinçdışının karanlık katmanlarını oyun mekaniğine dönüştürmüştür. Oyuncu karakterlerin travmaları, oyun evrenini doğrudan şekillendirir.

Tiyatro ve Diğer Sanat Alanlarında: Antonin Artaud’nun Tiyatrosu, Sarah Kane’in metinleri, Marina Abramović’in performansları psikanalitik yoğunluk taşır. Modern dans ve performans sanatı da beden üzerinden bilinçdışıyla ilişki kurmaya çalışır.


Genel Değerlendirme
Psikanaliz, sadece bir terapi biçimi değil, aynı zamanda kendini anlamaya çalışan modern insanın en güçlü düşünsel çabalarından biridir. Onu bilimden çok bir hermenötik olarak düşünmek gerek: insanı anlama sanatı. Rasyonelliğin tahakkümüne karşı içsel kaosu savunur. Freud’un divanı, hâlâ susmak bilmeyen ruhumuzun en derin sırlarını fısıldar.


Velev’den İlgili Maddeler

MELANKOLİ
RÜYA
HİPNOZ
PSİKOTERAPİ
ANKSİYETE

WP Twitter Auto Publish Powered By : XYZScripts.com