Acı veren düşünceler, bastırılmış arzular ve suskun kalmış travmalar… Nevroz, zihnin boğazına takılmış bir çığlıktır.
NEVROZ NEDİR?
Nevroz, bireyin gerçeklik algısını yitirmeksizin yoğun kaygı, saplantı, içsel çatışma veya duygusal rahatsızlık yaşamasına neden olan ruhsal bozuklukların genel adıdır. Günümüzde çoğu psikiyatri sınıflandırmasında teknik olarak yerini “anksiyete bozuklukları”, “obsesif kompulsif bozukluk” veya “somatizasyon” gibi özel tanımlamalara bırakmış olsa da, nevroz kavramı, özellikle psikanalitik gelenekte, hâlâ kişinin iç dünyasındaki çatışmalarla baş etme biçimlerini tanımlamak için kullanılmaktadır.
DÜNDEN BUGÜNE NEVROZ
Nevroz terimi ilk kez 18. yüzyılda İskoç hekim William Cullen tarafından kullanılmıştır; o dönem daha çok sinir sistemi kaynaklı olduğu düşünülen her türlü psikolojik sorunu tarif etmekteydi. Ancak modern anlamıyla nevroz, Sigmund Freud’la birlikte psikanalitik literatürde bir devrim geçirdi. Freud, nevrotik semptomları, bireyin bilinçdışı arzularının bastırılması sonucu ortaya çıkan içsel çatışmaların dışavurumu olarak yorumladı. Jung, Adler ve Lacan gibi farklı psikanalitik ekoller, nevrozu bireyin kendi kimliğiyle, toplumsal normlarla veya arketipsel imgelerle ilişkisi bağlamında yeniden tanımladı. Günümüzde nevroz, akademik anlamda yerini özel psikiyatrik sınıflandırmalara bırakmış olsa da, hâlâ gündelik dilde derin içsel tedirginliklerin adı olarak kullanılır.
Nevroz sözcüğü, kökeni itibarıyla Eski Yunancadaki neuron (sinir) kelimesinden türetilmiştir. Sonundaki -osis eki, tıpta genellikle iltihap dışı, kronik seyirli hastalıkları tanımlamak için kullanılır. Bu etimoloji bile, nevrozun beden ile zihin arasında asılı kalmış doğasını yansıtır gibidir: organik olmayan ama hissedilen, görünmeyen ama varlığı inkâr edilemeyen bir bozukluk…
Kavram ilk kez 1769’da İskoç hekim William Cullen tarafından tıbbi literatüre kazandırılmıştır. Cullen’a göre nevroz, ateş ya da belirgin bir fiziksel iltihap süreci olmaksızın, duyu ve hareket sisteminin doğallığı dışında işlediği tüm durumları kapsar. O dönemde nevrozlar, sinir sistemine ilişkin ama organik bir nedene bağlanamayan hastalıkların genel başlığıydı. Bu çerçevede nevroz, hem tanısal hem de ontolojik olarak bedeni değil, onun “hissedişini” hedef alır.
18. yüzyılın sonlarında Fransız hekim Philippe Pinel bu kavramı Fransızcaya kazandırır ve daha sonra Freud’un psikanalitik kuramıyla yeniden anlam kazanacak olan nevroz, modern psikiyatride yeni bir yorum düzlemine taşınır. Freud, 1893’ten itibaren bu kavramı artık yalnızca sinir sistemine değil, doğrudan ruhsal çatışmalara dayandırır. Histeri, obsesyonel nevroz gibi vakalarda temel meselenin, çocukluktan kalan ve bilinçdışı süreçlerle bastırılmış bir arzunun çatışmaya neden olması olduğunu öne sürer.
Freud’un izleyicileri olan Jean Laplanche ve Jean-Bertrand Pontalis’e göre nevroz, “kişisel çocukluk öyküsünde köklenen bir çatışmanın simgesel bir biçimde dışavurumu”dur. Bu simgeler, semptom formuna bürünür; semptom ise bireyin içsel çatışmalarıyla dışsal gerçekliği arasında kurduğu kırılgan bir uzlaşma biçimidir.
Psikanalist Jean Bergeret, çağdaş bir yorumla artık “nevrotik yapı”dan söz etmeyi tercih eder. Ona göre bu, bireyin kendilik örgütlenmesinde nevrozun temel bir yapıtaşı hâline geldiğini ima eder. René Roussillon ise bu durağan yapı anlayışını kırmak ister: Ona göre nevroz, sabit bir kalıptan ziyade bir “örgütlenme kutbu”dur; zaman içinde başka kutuplarla yer değiştirebilen, dinamik ve geçişli bir yapılanmadır.
Ancak psikiyatrik literatürde nevrozun konumu giderek daha az belirginleşmiştir. Amerikan Psikiyatri Birliği’nin tanı el kitabı olan DSM-IV’ten itibaren nevroz terimi resmi sınıflandırmalardan çıkarılmış ve yerini “anksiyete bozuklukları”, “somatoform bozukluklar”, “obsesif kompulsif bozukluk” gibi daha özel başlıklara bırakmıştır. Bu değişiklik, bazı çevrelerde eleştirilmiş; nevrozun bireyin varoluşsal sancılarına dair özgün yorum alanı daraltılmıştır.
Nevroz, bugün teknik olarak belki bir “tanı” değil, fakat hâlâ geçerli bir “anlama çerçevesi” olarak varlığını sürdürmektedir. Çünkü bazı şeyler tanılamaktan çok anlamaya ihtiyaç duyar. Ve nevroz da tam olarak bu kategoriye aittir: Ruhun içsel yarasının, dile gelmemiş arzularla kurduğu zorlu pazarlığın adı.
Freud’un Nevroz Kuramı Üzerinden Travma, Anksiyete ve Simgesel Dönüşüm
Freud, nevrozun sınıflandırılmasından (nosoloji) ziyade onun ruhsal işleyiş mekanizmalarını çözümlemeye yöneldi. Onun katkısıyla psikanaliz ilerledikçe nevroz, daha geniş bir yapı teorisi içinde anlam kazandı: nevroz, psikoz, sapkınlık (perversiyon) ve sınır kişilik yapılanmaları. Bu yapılar bir hiyerarşi sunmaz; aksine ruhsal işleyiş tarzlarına dair temel farkları belirler. Jean Bergeret gibi düşünürler, “nevrotik yapı” ve “psikotik yapı” arasında yer alan “yapısız yapı” olarak sınır kişilikleri (borderline) tanımlar.
Freud’un bakış açısından, histeri, obsesif-kompulsif nevroz, fobik nevroz, anksiyete nevrozu, güncel nevrozlar, nevrasteni ve aktüel psikonörozlar gibi çeşitli bozukluk türleri, nevrotik çerçevede değerlendirilebilir. Temel özellikleri, çocukluk kökenli ve bilinçdışına itilmiş içsel çatışmaların bilinçli alana dönüş biçimidir.
Nevrozda semptom, bilinçdışı bir çatışmanın simgesel dışavurumudur. Bu çatışma, İd (ilkel dürtüler), Süperego (ahlaki yasaklayıcı güç) ve Ego (benlik) arasında cereyan eder. Libido —yani ruhsal enerji— tamamen geri çekilmez; nesneye (diğerlerine) yönelimi kısmen sürer. Gerçeklik inkâr edilmez, fakat fanteziler aracılığıyla biçim değiştirir. Bu, nevrotik bireyin hâlâ bir anlam üretme, simgeleştirme kapasitesine sahip olduğunu gösterir.
Freud, anksiyeteyi yalnızca bir semptom değil, ruhsal işleyişin temel işaretlerinden biri olarak gördü. 1926 tarihli metninde şöyle yazar:
“Anksiyete, travmanın yarattığı çaresizlik hâlinin yeniden canlandığı duruma verilen ilk tepkidir.”
İlk çocukluk deneyimlerinde yaşanan nesne kaybı (örneğin annenin yokluğu), libido enerjisinin yoğun boşalımıyla birleştiğinde, bedensel acıdan ruhsal acıya geçiş yaşanır. Bu geçiş, narsistik yatırımların (kendilik odağı) dış nesnelere yönelmesiyle mümkündür. Ego’nun olgunlaşma seviyesi ve duyguları temsil edebilme gücü, bu anksiyeteyi “felç edici çaresizlik”ten “sembolik sinyale” dönüştürür. İlk durumda, yoğunluk baskındır; ikinci durumda anlam arayışı…
Anksiyete, her zaman içsel çatışmaların bir sonucudur; ancak sözlü ifade gücü yeterince gelişmemişse, bu çatışma dışavurum bulamaz ve bedenin ya da çevrenin belirli bir nesnesine taşınır. Bu nedenle fobilerde içsel tehdit dışsallaştırılır — boşluk korkusu, karanlık korkusu, hayvan fobileri gibi…
1926 yılında Freud, nevrotik anksiyeteyi üç biçimde sınıflandırır:
1. Yüzen anksiyete: Belirsiz bir gerginlik hâli (Anksiyete nevrozu).
2. Fobik anksiyete: Belirli nesnelere ya da durumlara odaklanmış, ama orantısız bir korku.
3. Histerik anksiyete: Bedenin belli bir bölgesine yoğunlaşan fiziksel belirtiler.
Bu semptomlar, anksiyetenin doğrudan patlamasını engelleyen savunma mekanizmalarıdır. Örneğin, dışsallaştırılmış fobiler sayesinde birey, içsel çatışmadan kaçınır ve “dış düşmana” odaklanır. Freud’a göre bu içsel tehdidin temelinde erkek çocuk için hadım edilme korkusu, kız çocuk için ise sevgisini kaybetme korkusu yer alır. Her iki durumda da kaygı, sevgi nesnesine dair bir yoksunluk tehlikesine bağlıdır.
Freud, 1923’te travmayı şöyle tanımlar: “Travmatik olan, bireyin savunma kapasitesini aşan dışsal uyarımlardır.”
Nevrotik semptomlar, işte bu savunmayı aşan durumlara karşı geliştirilen dolaylı yanıtlardır. Bastırma (refoulement), anksiyeteyi yönetmek adına uygulanır; ancak bilinçdışında kalan bu içerik, farklı kılıklar altında tekrar tekrar döner. “Tekrarlama zorlantısı” (compulsion de répétition), tam da bu başarısız bastırmanın ürünüdür. Travmatik izler, bastırılmış olmalarına rağmen bedende ya da davranışta yankı bulur.
Freud’a göre bu bastırılmış izler, anlamdan kopmuş “ham duyu parçaları” hâlinde kalabilir. Dolayısıyla, çocukluk travmalarının etkisi yalnızca bilinç düzeyinde değil, ruhsal topografyanın en ilkel katmanlarında da sürer. Donald Winnicott bu fikri 1974 tarihli “Çökme Korkusu” makalesinde genişletir. Ona göre bazı travmalar, hiçbir zaman tam olarak yaşanamaz bile — çünkü ruhsal temsil mekanizmaları bu yaşantının varlığını kaldıramaz.
Freud’un Geç Dönem Metinlerinde Travma, Tekrarlama Zorunluluğu ve Benliğin Dağılması
1939 yılında Freud, nevrozun kökenine dair düşüncelerini en açık haliyle şöyle dile getirir: “Nevrozların kökeni, her zaman ve her yerde çok erken çocukluk izlenimlerine indirgenebilir.”
Freud’a göre nevrotik yapılanmanın ortaya çıkmasında iki unsur birlikte rol oynar: bireyin yapısal olarak daha kırılgan oluşu ve erken döneme ait, çoğunlukla bastırılmış travmatik yaşantılar. Bu olaylar genellikle unutulmuştur ve cinsel ya da saldırgan nitelikler taşır. Ayrıca, bu olaylar bireyin benlik algısında yaralar açar: Freud’un deyimiyle “narsistik yaralanmalar”.
Freud, nevrotik semptomların iki yönlü doğasına işaret eder:
1. Olumlu etkiler, travmayı anımsamak ya da yeniden sahneye koymak için bilinçdışının bir tür “girişimi”dir. Yani semptom, geçmişte bastırılmış bir yaşantının şimdiye taşınması, onun yeniden yaşanması arzusudur.
2. Olumsuz etkiler ise savunma mekanizmalarıyla ilgilidir: fobiler, kaçınmalar, içe kapanmalar… Tüm bu savunular travmadan korunma çabasıdır.
Bu iki yön de —hem hatırlama arzusu hem de kaçınma dürtüsü— kişinin karakterinin şekillenmesinde rol oynar. Nevroz, bu anlamda yalnızca bir hastalık değil, erken yaşlarda yaşanmış bir travmanın ruhsal yaşantıya sabitlenmesi, kişiliğin o noktada “takılı kalması”dır.
Nevrotik belirtilerin ikinci belirleyici özelliği ise kompulsif doğalarıdır. Yani bu semptomlar o denli yoğundur ki, bireyin dış dünyaya uyum sağlayan düşünsel işleyişini bozar. İçsel gerçeklik, dış gerçekliği bastırır. Freud bu noktada uyarır: “Ve böylece, psikoza giden yol da açılmış olur.”
Yani nevroz yalnızca bir iç çatışma değil, benliğin dağılmasını önlemek için inşa edilen ruhsal bir settir. Travmaların neden olduğu narsistik yaralar, benlikte bölünmelere yol açar. Freud, borderline (sınır) hallerin de bu bölünmelerden kaynaklandığını, özellikle de çocuklukta yaşanan parçalanma tehdidiyle ilişkili olduğunu öne sürer.
Travmalar, özellikle çocuklukta yaşananlar, benlik üzerinde iz bırakır. Bu izler hemen değil, bir tür “fizyolojik erteleme” döneminden sonra su yüzüne çıkar. Gerçeklikten gelen talepler ile ego’nun savunma düzenekleri çatıştığında bu izler yeniden aktive olur. Freud şöyle der: “Hastalık, aslında iyileşme yönünde atılmış bir adımdır; parçalanmış benliği tekrar bir araya getirme çabasıdır.”
Bastırılmışın geri dönüşü üç durumda olur: Savunma (karşı-yatırım) zayıfladığında, Bastırılmış dürtüler enerji kazandığında, Güncel bir olay, geçmişteki bir yaşantıya benzerlik gösterdiğinde.
İşte o zaman geçmiş, şimdiye yapışır. Yorgunken, bitkin ya da kırılganken; küçücük bir söz, bir film sahnesi, bir sokak görüntüsü bireyin içinde birdenbire kabaran bir duyguyu tetikleyebilir. Yoğunluğu açıklanamayan bu taşkınlık, geçmişteki bastırılmış bir deneyimin yeniden canlanmasıdır. Bastırılmış olan şey, âdeta “tenin hemen altına sinmiş” bir kırılganlık hâlinde kalır. Ve en küçük dokunuşta yeniden can bulur.
Freud, nevrozu sadece dürtüsel çatışmaların sonucu olarak görmez. Ona göre nevrotik yapılanma, benliğin parçalanmasını önlemek üzere geliştirilmiş bir “içsel savunma mimarisi”dir. Bastırma, artık sadece Süperego’nun Ça ile savaşı değil; bir bütün olarak benliğin dağılmasını engelleyen bir mekanizma olarak tanımlanır. Travma, benliği ikiye böler: dışa dönük, çevreyle uyumlu görünen bir “yan” ve içerde derin bir acıyı taşıyan, saklanan başka bir “benlik parçası”. İşte bastırılmış olan, bu korunaklı iç parçadır.
Freud, Jung ve Janov’un Kuramlarında Nevrotik Belirti ve İçsel Çatışma
Psikanalitik kuramda nevroz, bilinçdışı bir içsel çatışmanın semptomatik dışavurumu olarak tanımlanır. Özellikle klasik psikonörozlarda bu çatışma, çocukluk dönemine ait çözülememiş bir ruhsal soruna dayanır. Bunun aksine, aktüel nevrozlar daha çok şimdiki zamandaki deneyimsel bir çatışmadan kaynaklanır. Psikanaliz, bu çatışmayı bilinç düzeyine taşıyarak, kişinin iyileşmesine olanak sağlar.
Freud’un kuramsal çerçevesine göre nevroz, bireyin gelişimsel evrelerinden birinde yaşadığı bozulmalardan türeyebilir. Özellikle “karakter nevrozu” olarak adlandırılan kişilik bozuklukları — ki bunlar çoğunlukla benlikle uyumlu (ego-sintonik) yapılardır — erken dönemde yaşanan ruhsal travmalarla ilişkilidir.
Freud’un zihin modelinde “benlik” (Ich), “altbenlik” (Es) ve “üstbenlik” (Über-Ich) üç temel yapıyı oluşturur. Bu yapılar arasındaki denge bozulduğunda nevrotik çatışma baş gösterir. Altbenlik dürtüsel itkilerin kaynağıyken, üstbenlik içselleştirilmiş yasaklar ve ahlaki yargılarla işlev görür. Benlik ise bu iki kutup arasında denge sağlamaya çalışır.
Ancak bu denge her zaman kurulamaz. Özellikle çocuklukta yaşanan ağır ya da yinelenen travmatik deneyimler benliğin savunma kapasitelerini zayıflatır. Bu durumda Es ya da Über-Ich’in kontrolsüz etkisiyle baş edemeyen benlik, gerçeklikten saparak nevrotik belirtiler üretmeye başlar. Freud, 1895’ten itibaren bu çatışmalı yapıyı “nevroz” terimiyle tanımlamıştır ve bu tanım bugüne dek geçerliliğini korur.
Carl Gustav Jung, nevrotik bozuklukların oluşumunda bilinçteki kavramsal eksikliklere dikkat çeker. Ona göre birey, dış dünyayı ancak zihninde var olan kavramsal çerçeveler aracılığıyla algılayabilir. Eğer bu kavramsal yapılar yeterince gelişmemişse ya da yoksa, birey deneyimleri işleyemez — bu da bilinçdışı içeriğin patolojik biçimde bilinç alanına sızmasına neden olur.
Bu enerjiler, olağan dışı fobiler, saplantılar, hipokondri, entelektüel takıntılar gibi belirtilerle dışavurulur. Jung’a göre bu semptomlar, herhangi bir dış neden olmaksızın ortaya çıkmış gibi görünse de, aslında apperseptif (kavramlaştırıcı) yoksunluğun doğrudan sonucudur. Bu tür nevrotik yükler bireyde sosyal, dini ya da politik düzlemde bile tezahür edebilir.
Arthur Janov’un “Primärtheorie” (İlksel Teori) adlı yaklaşımı, klasik Freudyen çizgiden ayrılır. Janov’a göre çocuk, doğal ihtiyaçları ile bu ihtiyaçların karşılanmasını engelleyen çevresel koşullar (bir tür genişletilmiş Über-Ich) arasında çatışma yaşar. Bu ihtiyaçlar giderilemediğinde, çocuk onları bastırarak hayatta kalmaya çalışır.
Yaklaşık altı yaş civarında, çocuk bu doğal ihtiyaçlarının asla tanınmayacağını fark eder. Bu farkındalık kırılma yaratır ve birey, o andan itibaren bastırmaya daha fazla yönelir. İşte bu noktada Janov’a göre nevroz başlar: birey artık kendini reddetmek pahasına da olsa içsel dürtülerini inkâr eder, onları “hissetmez”.
Nevrozda birey gerçeklik duygusunu korur. Yani kişi, yaşadığı içsel çalkantılara rağmen çevresiyle bağlantısını kaybetmez. Psikozda ise gerçeklik algısı bozulur; kişi sanrılar, halüsinasyonlar ya da ağır düşünce bozuklukları yaşayabilir. Bu nedenle nevrotik birey çoğu zaman “topluma uyumlu” görünür, fakat içinde çözümlenmemiş çatışmalarla boğuşur.
Nevroz, birçok farklı biçimde kendini gösterebilir: aşırı kaygı, sürekli suçluluk duygusu, obsesif düşünceler, fobiler, bedensel yakınmalar (psikosomatik ağrılar), karar verememe, depresif ruh hâli, sosyal çekilme gibi belirtiler en yaygınlarıdır. Bu semptomlar, bilinçdışı bir çatışmanın dışa vurumudur ve genellikle bastırılan bir duygu, travma ya da arzuyla bağlantılıdır.
Freud’un izinden giden Erich Fromm ve Wilhelm Reich gibi düşünürler, nevrozu modern toplumun ürünü olarak da değerlendirmiştir. Bastırılmış cinsellik, otoriter aile yapıları, tüketim baskısı ve yabancılaşma gibi toplumsal dinamikler, bireysel nevrozun arka planında rol oynar. Günümüzde pek çok terapist, bireyin ruhsal problemlerini yalnızca içsel değil, sosyal bağlamda da anlamaya çalışmaktadır.
Çünkü analiz, bastırılmış olanı görünür kılar. Bu süreç, kişinin uzun zamandır inkâr ettiği duygularla yüzleşmesini, bazı “koruyucu semptomlarını” kaybetmesini gerektirir. Nevrotik birey, acısına alışmıştır; hatta çoğu zaman bu acıyı kimliğinin bir parçası hâline getirmiştir. O acıdan kurtulmak, bazen kendinden de vazgeçmek gibi gelebilir.
Evet. Birçok sanatçı, yazar ve düşünür nevrotik yapılarını üretkenliğe dönüştürmeyi başarmıştır. Freud’a göre nevroz, sanatla benzer bir mekanizmayla işler: bastırılan dürtüler semboller yoluyla ifadesini bulur. Bu nedenle nevroz, tedavi edilmesi gereken bir hastalık olduğu kadar, dönüştürülebilir bir potansiyel de barındırır.
POPÜLER KÜLTÜRDE NEVROZ
Kitap Dünyasında: Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ı, Kafka’nın Dava’sı ve Sylvia Plath’in Sırça Fanus’u, nevrozun edebiyattaki güçlü yankılarıdır. Erich Fromm’un Özgürlükten Kaçış’ı, modern nevrozu sosyopolitik bağlamda işler.
Sinemada ve Dizilerde: Woody Allen’ın sinemasının tamamı nevrotik bireyin dışavurumudur. Annie Hall, Manhattan gibi filmler, nevrotik karakterlerle iç içedir. The Sopranos, modern nevrozun mafya psikolojisine bile nasıl sızdığını gösterir.
Tiyatroda: Anton Çehov’un oyunları, bastırılmış arzularla örülü karakter analizlerinin başyapıtlarıdır.
Diğer Sanat Alanlarında: Edward Munch’un Çığlık tablosu, nevrotik gerilimin ikonik simgelerinden biridir.
GENEL DEĞERLENDİRME
Nevroz, insan zihninin sıradan olmayan fakat yaygın bir hâlidir. Sağlıklı ile hasta, bilinçli ile bilinçsiz, bireysel ile toplumsal arasında sıkışmış bir ruh hâlinin adıdır. Belki de nevrotik olmak, çağın normali hâline gelmiştir – ancak bu “normal”, insanı hem hasta eder hem de yazmaya, düşünmeye, direnmeye sevk eder.
VELEV’DEN İLGİLİ MADDELER