İdeoloji, yalnızca başkalarının değil, en çok da kendimizin farkında olmadan inandığı şeydir.
İdeoloji, en yalın hâliyle, dünyayı anlamlandırmak, toplumu düzenlemek ve bireyleri yönlendirmek için oluşturulan inanç sistemleri bütünüdür. Ancak bu tanım, göründüğünden çok daha karmaşık ve çatışmalı bir alanı gizler. Kimine göre ideolojiler hakikatin üzerini örten perdedir, kimine göre ise hakikati şekillendiren ve düzenleyen çerçeveler. Her ideoloji, doğallık, zorunluluk ya da evrensellik iddiasıyla sahneye çıkar ama özünde seçilmiş bir dünya görüşünün mutlaklaştırılmasıdır. Bu yüzden ideoloji, yalnızca siyasal sistemlerin değil, gündelik hayatın da dokusuna sinmiş bir görünmez kılavuz gibidir: eğitimde, dinde, ailede, medyada, hatta reklamlarda…
İdeoloji kavramı, yalnızca siyasal sistemleri değil, insanın dünyayı kavrayış biçimini, hakikate ulaşma iddiasını ve toplumsal ilişkilerdeki konumunu da belirleyen köklü bir düşünsel tarih barındırır. Bu tarih, antik Yunan’da lógos kavramıyla başlar: Aristoteles’e göre insan, “politik bir hayvan”dır çünkü konuşabilir; konuşmak, düşünmek ve ikna etmek demektir. Bu bağlamda “mantık” yalnızca doğruyu bulma yöntemi değil, aynı zamanda insanı diğer canlılardan ayıran siyasi ve retorik bir kapasitedir. İdeoloji, bu retoriğin içinde, çoğu zaman kendi iç mantığını taşıyan ama çoğu zaman da yanıltıcı olan bir anlam örgüsü kurar.
“İdeoloji” sözcüğü modern anlamıyla ilk kez 1796 yılında Antoine Destutt de Tracy tarafından kullanıldı. Tracy’nin Düşünme Yetisi Üzerine Deneme adlı çalışmasında ideoloji, düşüncelerin doğasını, kökenini, yasalarını ve bu düşünceleri temsil eden işaretlerle ilişkisini inceleyen bir bilim olarak tanımlanıyordu. Aydınlanma düşüncesinin devamı olan bu çaba, “ideologlar” adı verilen bir grup düşünür tarafından taşındı: Cabanis, Volney, Garat, Daunou gibi isimler, düşünceleri doğadaki diğer olgular gibi açıklamak, yani “bilimin diliyle düşünce”yi tarif etmek istiyorlardı. Bu yaklaşım, Condillac’ın duyumculuğunun bir devamıydı; bilginin kökenini duyu verilerinde arayan bu gelenek, düşünceyi de dış dünyayla kurulan deneyimsel ilişkilerle açıklamaya çalışıyordu.
Ancak bu “ideologlar”, zamanla politik bir krizin ortasına düştüler. Fransız Devrimi’nin ardından yükselen Napoléon Bonaparte, başta kendisini devrimin sürdürücüsü olarak gören bu düşünürleri zamanla metafizikçi ve “boş laflarla oyalanan hayalciler” olarak yaftaladı. Georges Canguilhem’in ifadesiyle, bu düşünürler aslında bilimsel pozitivizmin öncüleriydi; dinden, mistikten, gelenekten arındırılmış bir düşünce yapısı kurmaya çalışıyorlardı. Ancak Napoléon’un iktidar diliyle çarpıştıklarında, “ideolog” sözcüğü, alaycı bir anlam kazandı. İdeoloji, düşünceden çok düş(lem)le özdeşleştirildi.
19. yüzyılda bu kırılma, başka bir eksende yeniden kuruldu: Sanayi devrimi, bilimsel düşüncenin toplumsal hayata uygulanmasını teşvik etti. Pek çok düşünür, toplumsal yaşamı da doğa bilimleri gibi yasalara bağlanabilecek bir sistem olarak görmeye başladı. Bu dönemde, ideoloji kimi zaman bilimsel düşüncenin kendisi, kimi zamansa dinî inancın karşıtı olarak yorumlandı. Ancak bu çatışma düzlemini kökten değiştiren kişi, hiç kuşkusuz Karl Marx oldu.
Marx’a göre ideoloji, tarafsız ya da nesnel bir düşünce dizgesi değil, sınıfsal çıkarların hizmetinde çalışan bir yanılsamalar sistemidir. Ona göre egemen sınıflar, kendi çıkarlarını toplumun genel geçer doğrularıymış gibi göstererek, ideolojiyi bir araç olarak kullanır. Marx, insanın gerçek ile ilişkisini tersine çeviren bu sürece dikkat çeker: Fikirler gerçeği yansıtmaz; tersine, gerçeklik, belirli fikir kalıplarına göre inşa edilir. Bu durum, insanların içinde bulundukları ekonomik ve toplumsal konumu kavrayamamalarına, yani “yanlış bilinç” geliştirmelerine yol açar.
Georges Canguilhem, 20. yüzyılda bu tartışmayı daha da ileri taşır. Ona göre ideoloji, özellikle din, siyaset ve metafizik alanlarında kendini hakikat gibi sunan temsil sistemlerinin ortak adıdır. Ancak bu sistemler, dünyayı olduğu gibi göstermekten çok, belirli bir toplumsal düzeni koruma ve meşrulaştırma araçlarıdır. Canguilhem’in sorusu dikkat çekicidir: “Bilimsel ideoloji diye bir şey olabilir mi?” Yani ideolojinin doğası gereği öznellik ve çıkar barındırdığı varsayılırsa, nesnellik iddiasındaki bilim de ideolojik olabilir mi?
Bu soru, yalnızca felsefi değil, epistemolojik bir sorudur. Çünkü bilgi, yalnızca nesneyle değil, bilgiye sahip olan özneyle ve onun içinde bulunduğu bağlamla da ilgilidir. Bugün hâlâ ideoloji kavramı, bir yandan gündelik politik söylemin malzemesi olmaya devam ederken, diğer yandan bilgi ile iktidar arasındaki ilişkiyi anlamada vazgeçilmez bir anahtar olmaya devam ediyor.
İdeoloji, yalnızca fikirlerin toplamı değil, bu fikirlerin toplumsal gerçekliğe müdahale etme arzusuyla örgütlenmiş hâlidir. Toplumun yapısı, içindeki çatışmalar, bu çatışmaların nasıl çözülebileceği gibi meseleler üzerine kurulmuş ve genellikle belirli bir siyasi grubun, yani çoğu zaman bir partinin, paylaştığı fikirler bütünüdür. Ancak burada söz konusu olan yalnızca bir dünya görüşü değil; gerçeği tek bir ilkeye indirgemeye çalışan, bu ilke etrafında hızla bir eylem programı geliştirebilen, çoğu zaman da sorgulanmadan kabul edilen bir sistemdir. Bu bakımdan ideoloji, bir düşünceden çok daha fazlasıdır: hayali olanı gerçek gibi kuran bir düzenleyicidir.
Doktrinlerden farklı olarak ideolojiler, bireysel tahayyüllerin kültürel ve psikolojik davranış kalıplarıyla bütünleşerek, büyük ölçekte toplumsal ideal biçimleri oluşturur. Bu nedenle ideolojiler, özellikle modern kitle toplumlarında, bir idealin kitlelere benimsetilmesinin yollarını açar.
Sosyolog Guy Rocher’a göre ideoloji, “açıkça ifade edilmiş ve genellikle düzenlenmiş bir fikir ve yargılar sistemidir; bir grubun ya da topluluğun durumunu açıklamak, yorumlamak ya da meşrulaştırmak için kullanılır ve o grubun tarihsel eylemine yön verir.” Yani ideoloji, yalnızca bir anlatı değil; aynı zamanda o anlatının nereden konuştuğunu da gösteren bir konumlandırmadır.
Jean Baechler ise ideolojiyi daha ince ve varoluşsal bir düzeyde tanımlar. Ona göre ideoloji, insanlar bir araya geldiğinde kaçınılmaz biçimde oluşan zihinsel temsiller bütünüdür. Bu temsiller, yalnızca politikayla değil, toplumsal yaşamın her alanıyla ilgilidir. Ve bu temsillerin özünde söze dökülmemiş, duygusal itkiler bulunur. Yani ideoloji önce hissedilir, sonra dile gelir. Bu hisler; eylemlerde, ritüellerde, mimaride, hukukta, simgelerde kendini dışa vurur. Bu nedenle ideoloji, bir tür “diskur kabuğu” değil; anlamın kalbinde yatan çekirdek bir gerilimdir.
Baechler’in en önemli tespiti şudur: İdeoloji, “doğru” ya da “yanlış”, “rasyonel” ya da “irrasyonel”, “tutarlı” ya da “tutarsız” olmak zorunda değildir. Önemli olan, bir tutkuyu –örneğin eşitlik, adalet, arılık, özgürlük gibi– toplumsal bir değer hâline getirip, bu değeri gerçekleştirmek için güç ilişkilerine müdahale etme kararlılığıdır. Bu nedenle ideolojiler, ister örgütlü ister örgütsüz olsun, ister sağdan ister soldan gelsin, sonunda birer “eylem tasarısı”dır.
Epistemolojik açıdan bakıldığında, ideolojinin yalnızca toplumsal değil, aynı zamanda bilimsel bilgiyle kurduğu ilişki de önemlidir. Bilimin kurucu ilkeleri, düşünce sistematiği ve meşruiyet çerçevesi, kimi zaman açıkça, kimi zamansa örtük biçimde ideolojik temsillerin etkisi altındadır. Bu nedenle ideoloji yalnızca politik bir sorun değil, aynı zamanda bilginin tarafsız olup olamayacağına dair bir tartışmadır. Ve bu noktada, Marksist eleştiri yalnızca bir bakış açısıdır; onun ötesinde ideolojiyi hakikatle, temsil biçimleriyle ve iktidarla birlikte düşünmek gerekir.
Alman filozof Christian Duncker, ideoloji kavramının yeniden düşünülmesi gerektiğini savunur. Ona göre ideoloji, yalnızca bir görüşler sistemi değil; aynı zamanda doğrunun tekelini elinde tuttuğunu iddia eden temsil biçimidir. Bu yönüyle ideoloji, yalnızca açıklamakla kalmaz; mutlak anlamda açıklama iddiasında bulunur. Hannah Arendt, totaliter rejimlerde bu iddianın nasıl bir yapıya büründüğünü gösterir: Totaliter ideolojiler, geçmişten geleceğe uzanan kapsayıcı ve çürütülemez anlatılar kurar. Gerçeklik karşısında sınanmazlar; çünkü çelişkiyi bile kendi içlerinde eritebilecek bir “mantıkçılığa” (logicisme) sahiptirler. Arendt’e göre, bu tür ideolojiler, dünyayı anlamaya değil, dünyayı bir fikre göre yeniden kurmaya çalışırlar.
Sonuç olarak, ideoloji hem bir grup düşüncesidir hem de bu grubun dünyaya sunduğu resimdir. Bu resim çoğu zaman kusurludur, tek yanlıdır, hatta kimi zaman yıkıcıdır (örneğin Nazizm). Ama ne olursa olsun, bir ideoloji, kendi bakışını çoğunluk hâline getirmek ister. Ve tam da bu nedenle ideoloji, bir azınlığın diliyle ortaya çıkabilir ama sonunda çoğunluk adına konuşma iddiası taşır. Bu durum, onun demokrasiden ne kadar uzaklaştığını ya da otoriterleşmeye ne denli yakın olduğunu da gösterir.
Bazı akımlar –örneğin anarşizm– örgütsüz, hiyerarşisiz ve dayatmasız bir ideolojik yapı önerir. Ancak tam da bu özelliklerinden dolayı, onların ideoloji olup olmadıkları sorgulanabilir. Zira ideoloji, bir fikri yalnızca dile getirmek değil, onu toplumsal düzene dönüştürme isteğidir.
İdeoloji gerçekten aldatıcı bir örtü müdür, yoksa hayatı anlamlı kılan bir harita mı?
Karl Marx ve takipçileri için ideoloji, egemen sınıfların çıkarlarını gizleyen bir illüzyondur; “yanlış bilinç” üretir. Bu bakışa göre, bireyler kendi gerçek çıkarlarını görmezden gelirken, sistemin meşruluğunu gönüllü biçimde yeniden üretir. Ancak Louis Althusser gibi yapısalcı Marksistler, ideolojiyi sadece bir yanılsama değil, bireyin toplumsal yapıya yerleştirilme biçimi olarak okur. Ona göre ideoloji, özneyi “çağırarak” biçimlendirir; birey, ona seslenen yapılar aracılığıyla kendini tanır. Bu bağlamda ideoloji, hem bir perde hem de bir ayna olabilir: aldatır, ama aynı zamanda var eder.
İdeolojiden bütünüyle kurtulmak mümkün müdür?
Postyapısalcı düşünürler –özellikle Michel Foucault– için her bilgi sistemi bir iktidar düzenlemesidir. Bilgi, söylem ve iktidar birbirinden ayrılamaz. Bu durumda, ideolojiden bütünüyle kurtulmak, aslında hiçbir söyleme, hiçbir normatif düzene dahil olmamak anlamına gelir ki bu da pratikte imkânsızdır. Slavoj Žižek’in deyimiyle, ideoloji sadece ne düşündüğümüzü değil, nasıl düşündüğümüzü düşünmememizi sağlayan şeydir. Bu yüzden, ideolojiden çıkış değil, ideolojiyi ifşa etme ve onunla eleştirel bir ilişki kurma mümkündür.
İdeolojiler yalnızca siyasal sistemlerde mi etkilidir, yoksa bireysel hayatlarımızda da mı belirleyicidir?
İdeoloji genellikle siyasal rejimlerle özdeşleştirilse de, Pierre Bourdieu’nün kavramlaştırdığı “habitus” gibi yapılar aracılığıyla gündelik yaşamın içine sızar. Örneğin güzellik idealleri, aile yapıları, eğitim sistemi, televizyon dizilerindeki aşk anlatıları bile belirli ideolojik kodları taşır. Bir reklamda sunulan “mutlu aile” imgesi ya da bir okul müfredatında yer alan tarih anlatısı, bireylerin dünyaya nasıl baktığını biçimlendirir. Yani ideoloji, yalnızca kitleleri yöneten bir aygıt değil; bireyi “ben” yapan görünmez mühendisliktir.
İdeolojiler neden bu kadar dirençlidir? Neden kolay kolay yıkılamazlar?
Çünkü ideolojiler sadece akla değil, duygulara da seslenir. Bir ideoloji, yalnızca doğru olduğunu iddia etmekle kalmaz; aynı zamanda “iyi”, “ahlaki”, “bizden” olduğunu da ima eder. İdeolojinin asıl gücü, haklılığından değil, doğal ve kaçınılmaz görünüyor olmasından gelir. Alışkanlıklar, dil, ritüeller, yasalar ve simgeler yoluyla yeniden üretilir. Bu yüzden ideolojilerle savaşmak, yalnızca mantıksal argümanlarla değil, duygusal ve estetik kodlarla da mücadele etmeyi gerektirir.
Bugünün dünyasında ideoloji hâlâ merkezî bir rol oynuyor mu, yoksa “post-ideolojik” bir çağda mıyız?
Soğuk Savaş’ın bitişiyle birlikte bazı siyaset teorisyenleri “ideolojilerin sonu”nu ilan etti. Ancak özellikle 2008 ekonomik krizinden sonra, milliyetçilik, muhafazakârlık, çevrecilik, feminizm, teknokrasi, hatta komplo teorileri gibi birçok yeni ya da yeniden güçlenen ideolojik yapı ortaya çıktı. Günümüzde ideoloji artık manifestolarda değil, hashtag’lerde, algoritmalarda ve görünmez yönlendirmelerde yaşıyor. Kimi zaman bir uygulamanın tasarımı, bir müzik videosunun kurgusu ya da bir haber başlığının tonu, arkasında geniş bir ideolojik evreni barındırabiliyor. Kısacası, ideoloji yok olmadı; biçim değiştirdi.
Kitap Dünyasında:
Karl Marx & Friedrich Engels – Alman İdeolojisi: Egemen fikirlerin, egemen sınıfların fikirleri olduğunu ilan eden temel metin.
Terry Eagleton – İdeoloji: Bir Giriş: Kavramın tarihini ve farklı kuramsal yaklaşımları berrak bir üslupla ele alır.
Slavoj Žižek – İdeolojinin Yüce Nesnesi: Popüler kültürden felsefeye uzanan örneklerle ideolojinin gündelik hayattaki tezahürlerini sorgular.
Sinemada ve Dizilerde:
They Live (1988): Gözlük takan bir adamın, her şeyin arkasındaki ideolojik mesajları görmesiyle gelişen kült bir film.
The Matrix (1999): Gerçek ile simülasyon arasındaki çizgide ideolojinin doğasını tartışan felsefi bir yapıt.
Black Mirror: Teknoloji üzerinden modern ideolojilerin nasıl şekillendiğini irdeleyen çarpıcı bir dizi.
Chernobyl (2019): Devletin propaganda mekanizmaları ile ideolojinin nasıl can kaybına dönüştüğünü gösteren bir anlatı.
Video Oyunlarında:
Papers, Please: Totaliter bir devletin ideolojik talepleri ile bireysel etik arasında sıkışan bir memurun öyküsü.
BioShock: Nesnel özgürlük iddiasının arkasında yatan ideolojik denetimi sorgulayan distopik bir evren.
Tiyatro ve Diğer Sanat Alanlarında:
Bertolt Brecht’in epik tiyatrosu, seyirciyi pasif izleyici olmaktan çıkararak ideolojik yapıyı ifşa etmeye çalışır.
Banksy’nin sokak sanatında, görünüşte basit imgelerle sistem eleştirileri yer alır.
İdeoloji, yalnızca sistemlerin değil, bireylerin de içinde yaşadığı düşünsel iklimi belirler. Görünmezdir çünkü içindeyizdir. Onu aşmak, çoğu zaman mümkün değil; ama onu tanımak, düşünsel bağımsızlığın ilk adımıdır. Bugün dünyayı anlama, sorgulama ve dönüştürme arzusunun önündeki en büyük engel de, en büyük imkân da yine ideolojinin kendisidir.
► PROPAGANDA
► EGEMENLİK
► HEGEMONYA
► DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ