Hoşgörü, bazen dinlemek değildir; sadece susmakla yetinen bir üstünlük biçimidir.
Hoşgörü, kişinin kendi değerlerine katılmasa da başkasının varlığına, ifadesine ya da davranışına izin vermesidir. İlk bakışta olumlu bir erdem gibi görünse de, hoşgörü çoğu zaman bir güç ilişkisi içerir: “Sana rağmen seni kabulleniyorum” demek, eşitliği değil, lütfu ima eder.
Felsefî açıdan hoşgörü, özellikle dini ve ahlaki çoğulculukla bağlantılıdır. Ancak modern toplumlarda hoşgörü, çoğu kez pasif bir tahammül biçimine indirgenmiştir. Farklılığa “dayanmak” ile onu “tanımak” arasında derin bir fark vardır.
Hoşgörü, eğer güç pozisyonundan veriliyorsa, bir eşitlik değil; bir asimetri göstergesidir. “Sana müsaade ediyorum” anlayışı, ötekiyi kabul değil, kontrol altına alma refleksidir. Gerçek bir çoğulculukta, hoşgörüye gerek bile kalmaz; çünkü farklılık zaten doğaldır, izin gerektirmez.
Filozof Slavoj Žižek, hoşgörüyü “ideolojik bir aygıt” olarak tanımlar; çünkü mevcut yapıları sorgulamadan sürdürür. Yani hoşgörü bazen çatışmayı önlemek için değil, değişimi engellemek için devreye girer.
Hoşgörü söylemi genellikle hâkim ideolojiler tarafından üretilir. Devletler, kurumlar ve anaakım medya, sistemin dışına çıkan sesleri bastırmadan önce “onlara da alan tanıyoruz” diyerek meşruiyet sağlar. Bu, hem eleştiriyi etkisizleştirir hem de sistemin kendi içindeki çelişkilerini görünmez kılar.
Ayrıca neoliberal kültür, hoşgörüyü “kişisel erdem” olarak yücelterek toplumsal talepleri bireysel sabra dönüştürür. Böylece yapısal değişim arzusu, “sen de biraz anlayışlı ol” çağrısıyla bastırılır.
Hoşgörü, sadece bireyler arasında yaşanan bir duygu değil, kurumsal pratiklerde de yer alan bir stratejidir. Eğitim müfredatlarında, yasa metinlerinde, kültürel temsil biçimlerinde “çoğunluğun azınlığa tanıdığı bir alan” olarak kodlanır.
Toplumsal cinsiyet, inanç, etnik kimlik ya da cinsel yönelim söz konusu olduğunda hoşgörü çoğu zaman gerçek eşitliğin yerini alır. Yani azınlık gruplar kabul edilmez, sadece “tolere edilir”. Bu da sembolik bir sınır çizmekten öteye geçemez.
Hoşgörü asla karşılıklı bir ilişki değildir; bir tarafın diğerine üstün konumdan sunduğu bir “izin” hâlidir. Bu nedenle hoşgörünün varlığı, çoğu zaman eşitliğin yokluğunu gösterir. Gerçek eşitlikte, kimse kimseye tahammül etmez—çünkü tahammül edilecek bir fark değil, tanınacak bir hak vardır.
Bu yüzden “hoşgörülü toplum” ifadesi kulağa sıcak gelse de, derinlemesine bakıldığında çoğunluğun norm belirlediği bir yapıyı meşrulaştırır.
Hoşgörünün dönüştürülmesi, onun yerine eşit temsile ve karşılıklı tanımaya dayalı bir düzen kurmakla mümkündür. Eğitim sistemlerinde eleştirel düşünceye alan açmak, kültürel temsilde sadece “farklı olanı göstermek” değil, onun anlatı kurmasına imkân vermek gerekir.
Hoşgörü değil, diyalog; tahammül değil, tanıma; izin değil, hak… Bu kavramlar dönüşümün anahtarıdır.
Kitaplarda:
Voltaire – Hoşgörü Üzerine: Kavramın Aydınlanma dönemindeki kökenlerine dair klasik bir metin.
Wendy Brown – Hoşgörünün Siyaseti: Hoşgörünün nasıl bir kontrol mekanizmasına dönüştüğünü inceler.
Sinemada:
American History X: Nefretin kökleriyle yüzleşme ve hoşgörünün sınırlarını sorgulayan bir anlatı.
Prayers for Bobby: İnanç ve cinsel yönelim çatışmasında, hoşgörünün geç kalmış bir biçimi.
Tiyatroda ve Sanatta:
“Hoşgörü Anıtı” (Polonya): Farklı inançlar arasında sembolik bir ortak alan yaratma girişimi.
Ai Weiwei’nin işleri, hoşgörü kavramını kamusal alanda sorgulatan müdahaleler içerir.
Dizilerde:
The Good Place: Ahlaki kararlar, hoşgörü ve hakikilik üzerine etik bir komedi.
Hoşgörü, yüzeyde yumuşak bir erdem, derinde ise simetrik olmayan bir ilişki biçimidir. Bazen en iyi niyetli hoşgörü bile, ötekinin kendi adına konuşmasına değil, “kendisi hakkında susulmasına” alan tanır. Bu yüzden bir toplumun erdemi, ne kadar hoşgörülü olduğunda değil, ne kadar eşit ilişki kurabildiğinde gizlidir.
► ÇOĞULCULUK
► UTANÇ
► SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK