HAREM – Mit, Mekân ve Müphemiyet

Harem bir oda değil, bir hayal makinesidir. Gerçeğin gölgelenip fanteziyle iç içe geçtiği, içeriden sessiz, ama dışarıdan gürültülü bir dünya.


Harem Nedir?

“Harem” kelimesi Arapça kökenlidir; haram (yasak, dokunulmaz) kökünden türemiştir. Anlamı, erişilmesi yasaklanan, mahrem alan demektir. İslamî gelenekte evin kadınlara ayrılmış bölümünü; Osmanlı sarayında ise padişahın annesi, eşleri, cariyeleri ve hizmetlilerinin yaşadığı özel yaşam alanını ifade eder.

Ancak harem yalnızca bir mekân değil; görünmezliğin, gizemin ve cinsiyetlendirilmiş iktidar ilişkilerinin merkezi hâline gelmiş bir yapıdır. Doğrudan tanımlanması değil, sürekli temsil edilmesi onu tarihsel bir alan olmaktan çıkarıp mitolojik bir düzleme taşır.

Ayrıca saygısız davranışların menedildiği, daha çok ibadet amacıyla gidilen Mekke, Medine ve Kudüs şehirleriyle, buradaki kutsal mekânlara da harem denir.


Dünden Bugüne Harem

İslam öncesi Arap toplumlarında da “kadına özel” mahrem alanlar vardı; ancak İslamiyet’le birlikte bu ayrım daha belirgin hâle geldi. Abbasi ve Emevi saraylarında şekillenen harem kurumu, zamanla Bizans ve İran etkisiyle dönüşerek Osmanlı’da zirveye ulaştı.

Topkapı Sarayı’ndaki Harem Dairesi, yalnızca bir yaşam alanı değil; padişahın soyunun sürdürüldüğü, diplomatik evliliklerin yapıldığı, kadınlar arasında eğitim ve hiyerarşinin kurulduğu bir merkezdi. Haremdeki kadınlar “süslenip bekleyen” değil; güçlü, etkin ve eğitimli bireylerdi. Özellikle Valide Sultan kurumu, doğrudan siyasal güce sahipti.

19. yüzyılda Batılı seyyahlar ve Oryantalist ressamlar, haremi çıplak bedenlerin ve erotik hayallerin mekânı olarak yeniden inşa etti. Jean-Léon Gérôme ve Ingres gibi ressamların eserleri, “öteki” kadını egzotik, ulaşılmaz ve erotik bir figüre dönüştürdü.

Bugün harem, bir tarihsel kurumdan çok bir zihinsel temsil alanıdır. Feminist tarihçilik, Oryantalist imgeleri sorgulamakta; postkolonyal çalışmalar bu yapının kültürel inşasına dikkat çekmektedir.


Sınırın Adı Olarak Harem

Doğu dünyasında “harem” sözcüğü, yalnızca bir mimarî bölümün adı değil, bir sınırın adıdır: erkeklere yasaklanmış alan. Bu yasaklamanın temeli dinîdir; kavram Arapça “haram” kökünden gelir. “Haram” dinen yasak, dokunulmaz, mahrem olanı ifade ederken; karşıtı olan “helal” izin verilmiş, meşru, serbest olanı belirtir. İkisi birlikte İslami hukukta “hudûd” diye bilinen sınır düzeninin bir parçasını oluşturur: neyin yapılıp neyin yapılamayacağını tayin eden hattı çizerler. Bu bağlamda harem, yalnızca kadınların bulunduğu bir bölüm değil; aynı zamanda “erkekliğin hükmünün sona erdiği”, başka bir iktidar türünün devreye girdiği, dışarıdan yasaklanmış bir iç alan demektir.

Ancak bu sınır tahayyülü, yalnızca İslam toplumlarına özgü değildir. Harem benzeri yapılar pek çok antik medeniyette mevcuttu. Kadınlara ayrılmış, dışarıdan erişime kapalı bu tür alanlara Eski Yunan’da gynaeceum, Çin saraylarında iç avlu, Roma evlerinde ise domus gibi adlar verilmişti. Osmanlı tarihçisi Juliette Dumas, Batı’nın harem fikrini “İslamileştirdiğini” söylerken tam da bu geçmişin unutulmasına dikkat çeker: Harem, İslamiyet’ten binlerce yıl önce de vardı; üstelik Batı’da, Hristiyanlık öncesi dönemlerde bile benzer cinsiyetlenmiş mekân kurguları bulunuyordu. Dolayısıyla Batı’nın haremi “ötekine ait”, “doğal olmayan”, “egzotik ve bozulmuş” bir kültürel kurum gibi sunması, bir tarihsel yanılgıdan çok, bilinçli bir ideolojik tercihtir.

Oryantalist bilgi üretimi, yüzyıllar boyunca harem kavramını yalnızca kadınlara ait bir “hapis alanı” olarak tasvir etti. Bu anlatı, sessiz, karanlık, kasvetli bir iç mekânda tecrit edilmiş kadın bedenleri üzerinden Doğu’yu tahakküm altına alma arzusunu yansıttı. Oysa günümüzde tarihçiler, harem kavramına farklı merceklerden yaklaşmaya başladı. Bu yer yalnızca bir mahkûmiyet mekânı değil, aynı zamanda kadınlara özgü bir iktidar alanıydı. Özellikle Valide Sultan figürü, saray içindeki pek çok erkekten daha güçlü bir konuma sahipti. Harem, kendi içinde son derece katı bir hiyerarşiye, eğitim düzenine ve statü ayrımlarına sahipti. Burada kadınlar arasında yaş, bilgi, köken ve yakınlık derecelerine göre biçimlenen çok katmanlı bir düzen vardı. Ayrıca harem, yalnızca kadınlara dair değil; toplumsal cinsiyetin tüm spektrumuna dair sorular barındırıyordu. Kadınlık kadar, homoseksüellik ve hadımlık (eunuchism) gibi normdışı cinsiyet rejimlerinin işlendiği bir alandı. Tam da bu sebeple, harem bugün yalnızca tarihçilerin değil, toplumsal cinsiyet çalışmaları yapan akademisyenlerin de araştırma konusudur: çünkü burada cinsiyet, iktidar, mekân ve temsil ilişkisi tüm karmaşıklığıyla iç içe geçer.


Tarihin Ardına Sonradan Çizilen Perdeler

Bugün “harem” dendiğinde zihinlerde beliren mekân tahayyülü, çoğu zaman modern bir projeksiyonun ürünüdür. Öyle ki, Eski Mısır’daki kadınlara ayrılmış kraliyet daireleri bile bazı modern tarihçiler tarafından “harem” olarak adlandırılmıştır. Oysa bu adlandırma, tarihsel bağlamdan kopuk bir anakronizmdir. Firavun’un sarayında annesi, eşleri ve çocukları için ayrılmış özel yaşam alanları gerçekten de vardı; fakat bu alanlar ne cinsiyet ayrımı temelinde radikal bir tecrit içeriyor, ne de erkeklerle teması bütünüyle ortadan kaldırıyordu. Kadınlar, saray hayatının geri kalanıyla temas hâlindeydi; kamusal yaşama, iktidar ağlarına ve törensel etkinliklere katılıyorlardı. Dolayısıyla bu yapıları “harem” diye adlandırmak, hem kavramsal hem tarihsel açıdan yanıltıcıdır.

“Harem” kelimesi, İslam sonrası toplumlara ait özgün bir cinsiyet rejiminin, mimari düzenin ve değer sisteminin parçasıdır. Eski Mısır gibi farklı dönem ve coğrafyalardaki kadınlara ayrılmış yaşam alanlarını bu terimle adlandırmak, geçmişe bugünün kavramlarını dayatmak anlamına gelir. Bu, yalnızca dilsel bir kayma değil; aynı zamanda kültürel bir tahakkümdür. Çünkü bu tür adlandırmalar, geçmişin kendisine değil, bugünün hayal gücüne ayna tutar. Eski Mısır’daki kraliyet kadınları, ne Batılı Oryantalistlerin fantezilerini süsleyen erotize edilmiş cariyelerdi, ne de günümüzün “mahrum bırakılmış” kadınlar imgelerine bire bir oturuyorlardı. Onlar, ait oldukları çağın ve sistemin içinde anlam kazanmış bir kadınlık rejiminin parçasıydılar. Harem teriminin bu bağlamda kullanımı ise, Eski Mısır’ı İslam sonrasıyla özdeşleştiren ve Doğu’yu tek bir kültürel blok gibi okuyan hatalı bir tarih anlayışının sonucudur.


Disiplin ve İktidar: Asur’un Sessiz Kadınları

Tarih öncesi karanlık dönemlerden bugüne dek, iktidarın kadınla kurduğu ilişki çoğu zaman gizleme, denetleme ve dizginleme üzerinden ilerlemiştir. Eski Asur krallarının kurduğu harem sistemi, bu üç eylemin bir araya geldiği en belirgin örneklerden biridir. Harem burada yalnızca mahremiyetin değil, doğrudan bir disiplin teknolojisinin adıdır. Kraliyet kadınları, hadım köleler tarafından korunan bir izolasyon içinde yaşamaktaydı. Ancak bu koruma yalnızca dışarıya karşı değil, içerideki olası çatışmalara ve rekabetlere karşı da tasarlanmıştı.

Asur haremi, sıkı kurallarla düzenlenmiş bir sistemdi. Kadınlar arasındaki ihtilafların politik entrikaya dönüşmesini engellemek amacıyla, davranışları ve ilişkileri çeşitli kraliyet fermanlarıyla sınırlandırılmıştı. Hadımlar yalnızca fiziksel bekçilik değil, aynı zamanda siyasî denge gözetmenliği de yapıyorlardı. Kadınların hizmetkârlarına hediye vermesi yasaktı; çünkü bu hediyeler, güç dengelerini değiştirebilecek rüşvetlere dönüşebilirdi. Ziyaretçiler, ancak resmi onay aldıktan sonra kabul edilebiliyordu. Böylece harem, dışarıdan görünmeyen ama içeride ince ayarlı bir gözetim altında işleyen bir siyasal mikrokozmos hâlini alıyordu.

Asur’un bu harem sistemi, yalnızca bir saray geleneği değil; bir iktidar mühendisliği örneğiydi. Ve bu miras, yalnızca Asur’la sınırlı kalmadı. M.Ö. 7. yüzyılda Asur İmparatorluğu’nun Medler tarafından fethedilmesiyle bu sistem, önce Med saraylarına, ardından da Perslerin Ahameniş hanedanına taşındı. Yani haremin yalnızca İslamî ya da Osmanlı’ya özgü bir kurum olduğu fikri, tarihsel olarak geçersizdir. Harem, çeşitli medeniyetlerin farklı biçimlerde kurduğu ve işlevselleştirdiği güç ve kontrol mekânlarının kadına dönük versiyonudur. Asur örneğinde ise bu mekân, sessizlik ve gölgelerle işleyen bir tür siyasal düzen makinesine dönüşmüştür.


Gynaeceum’dan Gynaikonitis’e: İdeal ile Gerçek Arasında

Kadınlara ayrılmış mekân, tarihin her döneminde yalnızca fiziki bir düzenleme değil, aynı zamanda bir toplumsal tahayyül biçimi olmuştur. Antik Yunan’da bu mekâna “gynaeceum” adı veriliyordu: evin arka kısmında, kadınlara özel ayrılmış, erkeklerin girmesinin hoş karşılanmadığı bir alan. Özellikle Atina’da cinsiyetler arası ayrım, kamusal ve özel alan arasında keskin hatlarla tanımlanmıştı. Ne var ki bu çizgiler, idealin düz çizgisi kadar net değildi. Kadınlar—hele ki üst sınıfa mensup olanlar—dinsel törenlerde, bayramlarda ve kimi özel günlerde kamusal alana çıkabiliyor, erkeklerle temas kurabiliyordu. Yani yazılı idealler ile yaşanmış gerçeklik arasında her zaman bir açıklık vardı.

Bu idealler, yalnızca Antik Yunan’la sınırlı kalmadı; Bizans İmparatorluğu’nda da şekil değiştirerek sürdü. Roma kültürünün yerini Yunan kültürünün almasıyla birlikte, kadınların mahremiyetine dair kurallar yeniden yorumlandı. 6. yüzyıldan itibaren Bizans aristokrasisinde kadınlar için özel bölümler (gynaikonitis) ayrıldı. İmparatorluk saraylarında erkek ve kadınların ayrı ayrı oturduğu, ayrı ayrı ziyafet verdiği biliniyor. Fakat yine de bu ayrım pratikte mutlak değildi. İmparatoriçeler kamusal alanda görünürlerdi; bazıları diplomatik temsil işlevi bile üstlenmişti. Tek eşlilik esasına dayanan Ortodoks geleneği, “harem” benzeri bir çok eşlilik düzenine geçit vermemişti. Bu nedenle Bizans’ta kadınların hayatı, İslam sonrası Doğu’da görülen harem rejimlerinden oldukça farklıydı.

Yine de burada asıl dikkat çekici olan, ayrımın mutlaklığı değil, arzulanan bir model olarak varlığıdır. Kadınlar için öngörülen mahremiyet, yalnızca bir mekân uygulaması değil, bir erdem ölçütü olarak görülüyordu. Ancak bu erdemin uygulanabilirliği, sınıfsal durumlara, saray içi dengelere ve toplumsal ihtiyaca göre sürekli biçim değiştiriyordu. Böylece “gynaeceum” ve “gynaikonitis” gibi adlarla kurulan mekânsal sınırlar, yaşanmış gerçeklikten çok, düzenin sürekliliğini sağlamak için inşa edilmiş ideolojik projeksiyonlar hâline geldi. Bugün “harem” kelimesiyle birlikte anılsa da bu yapılar, kendi zamanlarının özgün sosyokültürel kurgularıydı ve asla mutlak bir izolasyon sistemine indirgenemezdi.


Persler, Harem ve Tarihsel Belirsizlik

Harem pratiğinin, Pers uygarlığının en erken dönemlerinden itibaren var olduğu yönündeki yaygın kanı, yakın dönem araştırmalarıyla sorgulanmaya başlandı. İlk Pers topluluklarında çok eşlilik ya da kadınların tecrit edildiği harem düzenine dair somut bir kanıt yoktur. Ancak M.Ö. 7. yüzyılda Asur’un Medler tarafından fethedilmesiyle birlikte, Mezopotamya kökenli harem uygulamalarının bu yeni siyasi yapıya taşındığı düşünülür. Medler, özellikle soylular düzeyinde, birden fazla eşe sahip olma alışkanlığı geliştirmiş ve bu kadınları hadımların denetiminde tutmuştur. Bu pratik, Ahamenişler döneminde kurumsallaşarak daha geniş kapsamlı bir saray düzenine dönüşmüştür.

Herodot gibi Yunan tarihçileri, Ahameniş saraylarında her erkek asilin birden fazla eş ve cariyeye sahip olduğunu ve bunların, belirli bir düzen içinde, sırayla kocalarıyla görüştüğünü yazmıştır. Hatta bu kadınların doğurdukları çocuklar beş yaşına gelene kadar, yalnızca annenin kontrolünde büyütüldüğü de aktarılır. Yine bu kaynaklara göre, Ahameniş hareminde en yüksek konum, genellikle bir Pers prensiyle evli olan ana kraliçeye aitti. Bu kraliçe, yalnızca krala karşı sorumluydu ve kendi konutları, gelir kaynakları, hizmetkârları, cariyeleri ve hadımlarıyla yarı bağımsız bir yapıya sahipti. Onun altında, “hanımefendi” anlamına gelen bānūka unvanını taşıyan yasal eşler gelirken, üçüncü sırayı bekar ya da evli olsalar da sarayda yaşayan prensesler (duxçī) oluşturuyordu. En alt sınıfta ise savaş esirleri, köle pazarlarından satın alınan ya da diplomatik hediyeler yoluyla edinilen cariyeler vardı. Bu kadınlar dans, müzik ve şarkıcılık gibi alanlarda eğitilerek kralı ve konuklarını eğlendirmekle görevlendirilmişti. Darius III’ün hareminde, annesi, eşi, çocuklarıyla birlikte 300’den fazla cariye ve yaklaşık 500 hizmetkârın bulunduğu söylenir.

Yine de bu anlatılar, özellikle Yunan kaynaklarına dayandığı için eleştirel süzgeçten geçirilmelidir. Çünkü bu kaynaklar çoğunlukla siyasi propaganda, kültürel üstünlük iddiası veya egzotikleştirme amacıyla kaleme alınmıştır. Arkeolojik veriler, kadınların tamamen erkeklerden yalıtılmış şekilde yaşadığı bir saray düzenine dair kesin kanıt sunmaz. Kraliyet kadınlarının eğitim gördüğü konular—örneğin at binme ve okçuluk—mutlak bir izolasyonun uygulanmadığını düşündürür. Ayrıca bu kadınlar yalnızca görünmez figürler değil; zaman zaman kamusal alanda boy gösteren, eşleriyle birlikte seyahat eden, avlara ve ziyafetlere katılan aktif bireylerdi. Özellikle asıl eşlerin, erkeklerin düzenlediği akşam yemeklerine katıldığı; ancak “eğlence kadınlarının” ortaya çıkmasıyla yemeği terk ettikleri bilinmektedir. Bu da sosyal hayatın katı çizgilerle bölünmediğini, farklı kadın gruplarının farklı sosyal rollere sahip olduğunu gösterir.

Partlar dönemine gelindiğinde, kadınlara dair bilgiler daha da muğlaktır. Roma kaynakları, Part krallarının da çok sayıda eşe ve izolasyon esasına dayanan bir harem düzenine sahip olduğunu yazar. Bu metinlerde, kadınların yalnızca akraba erkekler ya da hadımlarla temas kurmasına izin verildiği, haremlerin köle ve hetaira (eğlence kadını) dolu olduğu, kraliçelerin ise ziyafetlere katılmadığı iddia edilir. Hatta bazı aristokrat Part erkeklerinin yüzlerce cariye ile seyahat ettiğinden bahsedilir. Ancak bu anlatılar da, Yunan geleneğindeki Ahameniş harem tasvirlerini tekrarlar gibidir ve arkeolojik olarak doğrulanmamıştır. Bu yüzden Partlara atfedilen harem uygulamaları, tarihsel gerçeklikten ziyade, Greko-Romen imgelem dünyasının bir yansıması olarak değerlendirilmelidir.


Osmanlı Haremi: Bir Devletin İçinde Başka Bir Devlet

Batı’nın zihin haritasında Osmanlı haremi uzun yıllar boyunca, istisnasız biçimde, cinsellik üzerinden tanımlandı. “Doğulu” olanı erotize etme arzusunun bir parçası olarak, bu mekân “modern zamanların genelevi” gibi gösterildi. Oysa Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselme döneminde (15.–17. yüzyıl), harem yalnızca cinsel arzuların tatmin edildiği bir yer değil; doğrudan devletin geleceğini örgütleyen bir yapıydı. Bu mekâna giren her kadın, sadece bir güzellik yarışmasının galibi değil; bir hanedan makinesinin dişlisiydi.

Kanuni Sultan Süleyman’dan önceki dönemde, harem öncelikle sultanlığın sürekliliğini sağlayacak erkek çocukları dünyaya getirme görevini üstlenen bir yapıydı. Sultanın annesi, saraya alınacak kadınları yalnızca fiziksel cazibelerine göre değil, oğlunun dikkatini çekebilecek zekâda ve geleceğin veliahtını yetiştirecek donanımda olmalarına göre seçerdi. Her kadın yalnızca bir erkek çocuk doğurabilirdi. Bu kural, taht mücadelelerini asgari düzeyde tutmak için tasarlanmıştı. Bir kadın doğum yaptıktan sonra sultanla bir daha birlikte olamazdı; böylece her yeni çocuk için yeni bir kadın seçilir, hanedan çoğaltılır ama tek elde toplanırdı. Sultanların oğulları da genç yaşlarında haremde büyütülür, devlet terbiyesiyle burada tanışırdı. Ne var ki bu terbiyenin nihai sonucu acımasızdı: Sultan öldüğünde, hayatta kalan erkek çocuklardan en yaşlı olanı tahta geçer, kalan kardeşler ise ipek kordonlarla boğularak ortadan kaldırılırdı. Bu “devlet aklı”, hanedanın bekası için öz kardeşin ölümünü sıradanlaştıran bir gelenek yarattı.

Kanuni döneminde ise harem birdenbire yalnızca bir doğurganlık alanı olmaktan çıkar, siyasal bir merkez üssüne dönüşür. Bu dönüşümün başrolünde, Batı’da Roxelane adıyla bilinen Hürrem Sultan vardır. Hürrem yalnızca birçok erkek çocuk doğurarak hanedana katkıda bulunmakla kalmamış, haremin yapısını da radikal biçimde dönüştürmüştür. Onun etkisiyle harem, saraya açılan bir iktidar koridoru hâlini alır. Böylece “kadınlar saltanatı” diye bilinen, yüz elli yılı aşkın sürecek bir dönem başlar. Valide Sultan figürü, bu dönem boyunca Fransa’da Marie de Médicis’in sahip olduğu nüfuza benzer bir siyasal etkiyle devlet işlerine yön verir.

Bu dönemde harem bir “iç devlet” gibidir. Kahve sunumu bile politik bir pozisyon haline gelir; çünkü hangi cariyenin kahve sunduğu, hangi odada kimle ne kadar zaman geçirildiği, kimin sesi daha güzel, kimin bakışı daha cazip olduğu gibi ayrıntılar, artık yalnızca kişisel zevk değil, politik birer semboldür. Kadın sayısı ise yüzleri aşar; yalnızca cariyeler değil, hizmetçiler, sanatçılar, eğitmenler ve hadımlar da bu sistemin parçalarıdır. Hürrem’den sonraki sultanlar arasında 20’den fazla çocuk sahibi olanlar bile olmuştur. Böylece harem, erotizmle değil; strateji, nüfuz, eğitim ve hanedan mühendisliği ile tanımlanır hâle gelir.


Haremde sadece kadınlar mı yaşardı?
Hayır. Harem, kadınların yaşadığı birim olarak bilinse de iç hizmetlerde görevli hadımlar da burada bulunurdu. Hadım ağaları, özellikle siyahi kökenli olup saray hiyerarşisinde önemli roller üstlenmişlerdir. Harem içi düzen büyük ölçüde onların denetimindeydi.


Cariyeler gerçekten “esir” miydi?
Başlangıçta evet; savaş ganimeti veya satın alma yoluyla getirilen kadınlardı. Ancak Osmanlı’da saray cariyeleri eğitimden geçirilir, müzik, edebiyat, görgü kuralları ve dil öğrenir, içlerinden bazıları padişahın gözdesi olup ciddi nüfuz kazanabilirdi. Haremdeki kadınlar, aynı zamanda saray içi diplomatik aktörlerdi.


Batı’nın hareme ilgisi neden bu kadar büyüktü?
Çünkü “ulaşılmaz” olan erotize edilir. Oryantalist bakış açısı, haremi sadece bir cinsellik ve esaret alanı gibi göstererek hem Batı’nın modernliğini pekiştirdi hem de Doğu’yu kadın bedeni üzerinden yeniden inşa etti. Bu, bir tür zihinsel sömürgecilikti.


Bugün harem kavramı neye evrildi?
Popüler kültürde harem, hâlâ çok eşlilik, cinsellik ve entrika üzerinden temsil ediliyor. Ancak tarihsel çalışmalar, bu kurumun yalnızca erotik değil; siyasi, eğitsel ve kurumsal bir yapısı olduğunu ortaya koyuyor. Ayrıca “harem” sözcüğü artık daha geniş metaforik kullanımlara da açık: güç alanı, mahrem bölge, kontrolsüz yakınlık gibi…


Harem feminist perspektiften nasıl okunur?
Kadınların görünmezliğini sorgulayan feminist tarihçiler, haremdeki kadınların sadece mağdur değil; özne, aktör ve direniş biçimleri geliştiren bireyler olduklarını vurgular. Harem, kadının edilgenliğinden çok, iktidar içinde kurduğu ilişkileri anlamak için de incelenir.


Popüler Kültürde Harem

Resim: Jean-Léon Gérôme’un The Snake Charmer tablosu, harem fantezilerinin Batı’daki temsiline örnektir.

Dizi: Muhteşem Yüzyıl, hem tarihî yeniden anlatımı hem de dramatik unsurlarıyla harem tartışmalarını yeniden gündeme getirmiştir.

Edebiyat: Fatima Mernissi’nin Harem’in İçinden kitabı, hem kişisel hem kültürel bir hafızayı harekete geçirir.

Tiyatro/Sinema: Harem Suare (Ferzan Özpetek) oryantalist bakışla yerel hafıza arasında bir geçiş alanı sunar.

Oyun: Strateji oyunlarında “harem” çoğu zaman padişahın güç artırma aracı olarak temsili kullanılır, bu da militarist erkek bakışını pekiştirir.


Genel Değerlendirme

Harem, yalnızca kadınların yaşadığı bir yer değil; Batı’nın Doğu’yu anlamak yerine kurduğu hayal dünyasının merkezidir. Bir yandan gerçek, bir yandan imge… Tarihsel bir yapıdan çok, kolektif bilinçdışı içinde yankılanan bir arzu, korku ve temsil alanıdır. Harem’i anlamak; geçmişi değil, bugünü nasıl hayal ettiğimizi anlamaktır.


Velev’den İlgili Maddeler

ORYANTALİZM
BEDEN POLİTİKALARI
TOPLUMSAL CİNSİYET
QUEER TEORİ
FEMİNİZM