Sana benzeyen biri var, ama sen değilsin. Gördüğün kişi, seni andırıyor, seni taklit ediyor; ama bakışı sende değil, içinden geçiyor. Doppelgänger, senin senden taştığın yer.
Doppelgänger (Almanca “çift yürüyen” anlamına gelir), bir kişinin fiziksel olarak birebir benzeri olan başka bir varlığı tanımlar. Bu varlık gerçek olabilir, hayali olabilir, ruhsal ya da metaforik olabilir. Kimi zaman doğrudan bir “benzer” olarak görülür, kimi zamansa kişinin kendi içsel karanlığının, bastırılmış taraflarının dışavurumu olarak yorumlanır. Doppelgänger, yalnızca bir “ikiz” değildir — o, öznenin parçalanmış benliği, öteki benliğidir.
Doppelgänger miti, Avrupa halk anlatılarında ölümün habercisi, kötü alın yazısı ya da ruhun yeryüzündeki gölgesi olarak yer alır. Özellikle Alman romantizminde (Jean Paul, E.T.A. Hoffmann), bireyin içsel çatışmalarının dışa vurumu olarak kullanılmıştır.
Psikanalizde Freud, doppelgänger’i tekinsizliğin (unheimlich) bir biçimi olarak tanımlar. Jung ise bu kavramı “gölge arketipi” bağlamında ele alır: her bireyin karanlık, bastırılmış yönlerinin kişileşmiş temsili.
Modern kültürde ise doppelgänger, öznenin çoğalması, gerçekliğin parçalanması, kimliğin istikrarsızlaşması gibi temalarla iç içe geçmiştir.
Doppelgänger (ikizgölge) motifi, özellikle Romantik dönemde ve sessiz sinema çağında, görsel sanatlarda ve edebiyatta sıkça karşımıza çıkan güçlü bir temadır. Bu motif, özellikle bireyin kimliğini yitirme korkusuyla ilişkilendirilmiş; burjuva toplumunun temel varoluşsal kaygılarından birini yansıtmıştır.
Bu kavramın ilk izlerine Jean Paul’un 1796 tarihli romanı Siebenkäs’te rastlanır. Burada doppelgänger, doğaüstü bir biçimde tanımlanır: “Kendini gören insanlar, yani doppelgängerler.” Aynı zamanda tekinsizlik duygusuyla da bağlantılıdır. E.T.A. Hoffmann’ın 1815-16 tarihli romanı Şeytanın İksirleri (Die Elixiere des Teufels), bu motifi daha gerçekçi ve doğalcı bir bakışla ele alır; burada karakterler yalnızca birbirine benzemekle kalmaz, neredeyse birbirlerinin yansıması gibidirler: yüzleri, bedenleri, jestleri birebir örtüşür. Franz Schubert’in Schwanengesang (1828) adlı şarkı döngüsünde yer alan Der Doppelgänger adlı sanat şarkısı da Heinrich Heine’nin isimsiz bir şiirinden uyarlanmış, bu karanlık temayı müzikal bir biçimde işlemiştir.
Doppelgänger, 19. yüzyıl boyunca pek çok yazarda belirgin biçimde yer bulur. Edgar Allan Poe’nun 1839 tarihli öyküsü William Wilson, bireyin benliğini kaybetme korkusunu bu motif üzerinden işler. Almanca yazan şair ve yazar Annette von Droste-Hülshoff’un eserlerinde de bu temaya sıkça rastlanır: 1841-42 kışında yazdığı Aynadaki Yansıma şiiri, 1842’de yayımlanan suç ve çevre incelemesi niteliğindeki kısa romanı Yahudi Kayını, ve 1844 tarihli Çiftgölge adlı şiiri, benzer izlekleri taşır.
1846’da yayımlanan Dostoyevski’nin Doppelgänger başlıklı romanı, Poe’nunkiyle yapısal benzerlikler taşır. 1886’da Theodor Storm’un Bir Doppelgänger adlı novellası, Oscar Wilde’ın Dorian Gray’in Portresi (1890-91) ise başkarakterin portresinde bir doppelgänger temsili sunar.
20. yüzyılın başında Franz Kafka, bu temayı birçok yapıtında kullanır. 1943’te Jens Heimreich’ın Şeytan Köprüsü adlı eserinde idealist roman kahramanının şeytansı karşıtı üzerinden Nazi Almanyası’nın önde gelen figürlerine göndermeler yapılır.
21. yüzyılın sonlarına doğru ise Orhan Pamuk’un Beyaz Kale (1985) adlı romanı, José Saramago’nun Kopyalanmış Adam (Der Doppelgänger, 2002) eseri ve Herta Müller’in Tek Bacak Üzerinde Yolcular (1989) adlı anlatı-kolajında bu motif farklı biçimlerde karşımıza çıkar. Müller, bu tema üzerine 1991’de yayımladığı poetik denemesi Şeytan Aynada Oturuyor: Algı Kendini Nasıl Yaratır? başlıklı yazısında derinlemesine düşünceler sunar.
Stanisław Lem’in 1957-1971 yılları arasında yazdığı Yıldız Günlükleri adlı dizisinde de benzer karşılaşmalar işlenmiştir. Stephen King’in Stark – Karanlık Yanım adlı korku romanı (1993’te filme uyarlandı), benlik bölünmesini ve karanlık bir ikizin tehdidini işler. İsveçli yazar Isabelle Ståhl’ın 2017 tarihli Just nu är jag här adlı romanı ise bu motifi Tinder çağında, dijital kimlik ve benlik bağlamında yeniden ele alır.
Doppelgänger motifi, sinema tarihinde de oldukça geniş bir yer bulmuştur. Özellikle Alman dışavurumcu sineması (Expressionismus) ve film noir türü, bu temayı karanlık atmosferleri ve içsel çatışmaları vurgulamak için sıkça kullanmıştır.
Alfred Hitchcock’un klasiklerinden biri olan North by Northwest (Gizli Teşkilat, 1959), doppelgänger temasını modern bir biçimde işler. Filmde, Roger Thornhill adlı sıradan bir reklamcı, CIA’in yürüttüğü gizli bir operasyonun ortasında kalır ve var olmayan bir casusun kimliğini üstlenmek zorunda kalır. Zamanla bu kurmaca kimlik, onun “öteki” benliğine dönüşür ve Thornhill kendi doppelgänger’ine dönüşür: gerçekte kim olduğunu unuturken, kimliğini taklit ettiği kişiye dönüşür.
Benzer kimlik karışıklıkları Hitchcock’un daha önceki yapımlarında da görülür: The Man Who Knew Too Much (Çok Şey Bilen Adam, 1934 ve 1956 versiyonları), The 39 Steps (Otuz Dokuz Basamak, 1935) ve The Lady Vanishes (Kayıp Kadın, 1938) gibi filmlerde, kahramanlar yanlış anlaşılmalar ve kimlik sapmalarıyla başa çıkmak zorunda kalırlar. Bu anlatılar, doppelgänger temasının gerilim yaratıcı gücünü kullanarak izleyiciyi özdeşleşmeye ve sorgulamaya zorlar.
1984 tarihli İngiliz korku-komedi filmi Bloodbath at the House of Death’te ise motif grotesk bir şekilde karşımıza çıkar. Vincent Price’ın da rol aldığı filmde, kırmızı cüppeli satanist rahiplerden oluşan gizemli bir tarikat, terkedilmiş bir malikânede araştırma yapmak için gelen paranormal bilim insanlarını tek tek taklit ederek onların suretine bürünür. Bu dönüşüm, klasik doppelgänger temasını hem absürd hem de tüyler ürpertici bir şekilde yeniden üretir.
Doppelgänger motifi, özellikle bilimkurgu türüyle birlikte yeni bir evrim geçirmiştir. 1970’lerden itibaren gelişen bu tür, insan görünümlü yapay varlıklar (androidler), biçim değiştirebilen canlılar (shape-shifter’lar) ve sanal gerçeklik içinde yaşayan karakterler aracılığıyla “kopya” olgusunu derinleştirmiştir. Westworld (ABD, 1973) filminde robotların insan davranışlarını taklit edebildiği bir eğlence parkı üzerinden, doppelgänger temasına yeni bir yorum getirilmiştir. 1979 yapımı Sovyet çocuk filmi Elektronik Doppelgänger (Der elektronische Doppelgänger) ise bir çocuğun yerine geçen yapay zekâlı robotun hikâyesiyle, kimlik ve özgünlük sorularını izleyiciye taşır.
Çünkü benlik dediğimiz şeyin tekil, bütün ve kendine ait olduğu yanılsamasını bozar. Bir başka “sen”, seninle aynı bedende, ama başka bir bilinçle var olduğunda, kimlik sınırları sarsılır. Birey kendine yabancılaşır. Ayrıca doppelgänger, çoğu anlatıda ölümle, delilikle ya da kaderle ilişkilendirilmiştir. Onu görmek bir uyarıdır: Kendinle karşılaşmaya hazır mısın?
İkiz, biyolojik bir gerçekliktir. Doppelgänger ise metafizik, psikanalitik ya da edebi bir figürdür. İkiz, seninle birlikte doğandır; doppelgänger ise çoğu zaman senin ölümüne yakındır. İkiz var olandır; doppelgänger genellikle bir semboldür: bastırılanın, korkulanın, kaçınılanın vücut bulmuş hâli.
Edebiyat ve Mitoloji: Ölüm ya da yazgı habercisi olarak
Psikanaliz: Gölge benlik, bastırılanın dışa vurumu
Felsefe: Kimlik, özne, kendilik sorgulaması
Sanat ve Performans: Bedenin çoğaltılması, özne-öteki ilişkisi
Popüler Kültür: Korku, gerilim ve bilimkurgu yapımlarında tehdit unsuru
Edebiyatta: Dostoyevski’nin Öteki romanı, bürokrat bir adamın kendisine birebir benzeyen ama toplumsal olarak çok daha başarılı bir “öteki”yle karşılaşmasını anlatır. Edgar Allan Poe’nun William Wilson öyküsü, vicdanın kişileşmiş hâli olan bir doppelgänger anlatısıdır.
Sinemada: Enemy (Denis Villeneuve, 2013), Jake Gyllenhaal’un iki farklı ama özdeş karakteri canlandırdığı, gerçeklik ve kimlik üzerine tekinsiz bir film. Black Swan (Aronofsky), başkarakterin zihinsel çözülmesiyle birlikte kendi karanlık yansısıyla karşılaşmasını işler.
Dizilerde: Twin Peaks, Dark, Orphan Black gibi dizilerde karakterlerin kendileriyle karşılaşmaları, doppelgänger temasını farklı boyutlarda işler.
Video Oyunlarında: Silent Hill 2‘de ana karakterin kendi suçluluk duygusunun bedenleşmiş hâli olan bir “karanlık benlik”le yüzleşmesi, psikanalitik bir doppelgänger örneğidir.
Doppelgänger, sadece korkunç bir “ikiz” değil; aynı zamanda benliğin tanınmayan yüzüdür. İnsan kendisini görmek için aynaya değil, başka bir kendine bakmak zorundadır. Bu karşılaşma ürkütücüdür; çünkü kim olduğunu sandığın şeyle, kim olabileceğini hissettiğin şey çarpışır. Doppelgänger, varoluşun çelişkili doğasını yüzümüze çarpan bir figürdür: Kendinle karşılaştığında hâlâ sen misin?
► TEKİNSİZ
► BİLİNÇDIŞI
► YABANCILAŞMA
► NARSİSİZM
► NEVROZ