Dil politikası, bir devletin ya da kurumun belli bir dilin kullanımını düzenlemek, teşvik etmek veya bastırmak amacıyla uyguladığı stratejiler bütünüdür.
Bu politikalar eğitimden medya yasalarına, nüfus kayıt sistemlerinden tabela düzenlemelerine kadar birçok alanda kendini gösterir.
Ama aslında mesele yalnızca dil değil; kültürün kimliği, vatandaşlığın tanımı ve siyasi aidiyetin kimin adına belirleneceğidir.
Dil politikaları genellikle şu ikilemler etrafında şekillenir:
✅ Hangi dil “resmî”dir?
✅ Hangi lehçe “doğru”dur?
✅ Kim konuşur, kim susar?
✅ Hangi aksan makbuldür?
✅ Hangi kelime “tehlikelidir”?
Her iktidar kendi anlatısını kurmak için önce kendi sözlüğünü kurar. Yeni rejimler, kendilerini meşrulaştırmak adına genellikle önce “dil devrimi” yapar:
✅ Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte Osmanlıca yerine sadeleştirilmiş Türkçe getirilmiştir.
✅ Fransız Devrimi sonrası bölgesel diller bastırılmış, yalnızca Fransızca teşvik edilmiştir.
✅ Çin’de Mandarin, onlarca yerel lehçeye rağmen tek resmî dil olarak dayatılmıştır.
Bu, sadece dil birliği değil; kültürel homojenleşme anlamına gelir. Dili denetleyen, sadece nasıl konuşulduğunu değil, neyin düşünülüp neyin dile getirilebileceğini de belirler.
George Orwell’in “1984” romanındaki Newspeak (Yeni konuşma) dili bu tehdidin edebi simgesidir.
İsrail: Antik bir dil olan İbranice, modern ulus-devletin dili olarak yeniden canlandırıldı. Bu da aynı anda kültürel bir restorasyon ve Arapça’nın bastırılması anlamına geldi.
Türkiye: Türk Dil Kurumu ile birlikte dilde sadeleşme, “öz Türkçe” hareketi başlatıldı. Bu sayede halkla devlet arasında yeni bir dil köprüsü kuruldu ama aynı zamanda geçmişle bağlar da zayıflatıldı.
Afrika Kıtası: Kolonyal geçmiş yüzünden birçok ülkede Fransızca, İngilizce, Portekizce gibi diller resmî statüde kalırken, yerli diller marjinalleştirildi.
Belçika: Flamanca ve Fransızca arasında yaşanan gerginlik, dilin sadece bir iletişim değil, siyasi kimlik meselesi olduğunu gösterdi.
Hayır, dil politikası sadece devlet düzeyinde uygulanan bir strateji değil, aynı zamanda gündelik hayatta sürekli yeniden üretilen bir pratiktir. Örneğin bir okulda öğretmenin “bu kelimeyi böyle söyleme” demesi de, bir televizyon spikerinin “İstanbul Türkçesi”yle konuşması da, bir iş görüşmesinde aksanlı konuşmanın dezavantaj yaratması da dil politikalarının sosyal versiyonlarıdır. Yani devletin dili şekillendirme çabası, bireyler tarafından tekrar edilir, içselleştirilir ve normalleştirilir. Sonuçta mesele, kimin sesinin duyulacağı ve kimin suskun bırakılacağıdır.
Dil sadeleştiğinde iletişim kolaylaşabilir, ama bu aynı zamanda önceki kuşakların metinlerine, düşünme biçimlerine ve dilsel zenginliğe ulaşma yollarının kapanması anlamına da gelebilir. Türkiye’de 1930’lardan itibaren yapılan dil devrimi sayesinde pek çok halk terimi sadeleştirildi, Osmanlıca kelimeler atıldı. Ancak bu da Osmanlı dönemi metinlerini, belgelerini, hatta anneannelerin dualarını bile yeni nesiller için yabancı hâle getirdi. Sadeleşme, sadece kelime değil; bağlantı kaybı da yaratabilir.
Resmî dil ilanı, o dili birleştirici unsur hâline getirirken, diğer dilleri “gereksiz”, “ikinci sınıf” veya “mahrem alana ait” gibi gösterebilir. Bu durum, o dilin konuşurlarında aşağılık duygusu, sessizleşme veya kendi dilini kullanmaktan utanma gibi psikolojik sonuçlara yol açabilir.
Diller ölmez; unutulur, kullanılmaz hâle gelir, devlet politikalarıyla bastırılır. Bu yüzden resmî dil politikaları ne kadar katıysa, dil çeşitliliği o kadar hızlı yok olur.
Çünkü aksan sadece sesin değil, sınıfın, coğrafyanın, etnik kimliğin bir temsilidir. Bir kişi “şiveli” ya da “ağızlı” konuştuğunda, yalnızca farklı telaffuz etmez; aynı zamanda kültürel olarak “farklı” olduğu sezdirilir. Bu farklılık, çoğu zaman doğru konuşma normuna uymadığı için dışlanır.
Yani aksan ayrımcılığı, sadece dilsel değil; toplumsal bir ayrımcılık biçimidir.
Kesinlikle. Dil, sadece düşünceleri aktarmak için değil; düşüncelerin oluşması için de kullanılır.
Eğer belli bir kelime yasaklanmışsa, o kelimeyle anlatılan duygular, fikirler, talepler de bastırılmış olur. Bu, George Orwell’in “1984”te vurguladığı gibi, düşünceyi kelimeyle sınırlandırma stratejisidir. Dolayısıyla dil politikası yalnızca konuşmaya değil, düşünmeye de müdahaledir.
George Orwell – “1984”: Totaliter rejimin dili nasıl şekillendirdiğini anlatan distopik başyapıt.
Pierre Bourdieu – “Language and Symbolic Power”: Dilin nasıl sosyal bir güç aracı hâline geldiğini inceler.
Jacques Derrida – “Yazı ve Fark”: Dilin anlam üretimini ve kurumsal otoriteyle ilişkisini sorgular.
“Arrival” (2016): Yeni bir dil öğrenmenin dünyayı algılayış biçimini nasıl değiştirdiğini işler.
“The King’s Speech” (2010): Konuşma bozukluğuyla dilin bir liderlik krizine dönüşmesini gösterir.
“The Great Hack”: Veriler ve dilin manipülasyonu üzerine çağdaş bir dijital dil politikası örneği sunar.
Dil, sadece bir ifade aracı değil; bir toplumu şekillendirme biçimidir. Hangi kelime kullanılırsa ne meşrulaşır, hangi kelime yasaklanırsa ne unutturulur — dil politikaları tam da bu çerçevede işler.
Bir dil yaşatıldığında sadece kelimeler değil, hafızalar, duygular, ilişkiler, rüyalar da hayatta kalır.
Dil politikası yalnızca devletin değil, her bir bireyin gündelik hayatında yeniden ürettiği bir süreçtir. Kimin dili “anlaşılır” kabul edilir, kimin sesi “bozuk aksan” sayılır? Bunları konuşmadıkça, konuşabildiğimizi sanırız.
Bu madde ilginizi çektiyse aşağıdaki başlıklara da göz atabilirsiniz: