Soğuk makinelerle sıcak duygular arasında kurulan bir denge… Depeche Mode, pop müziği karanlıkla tanıştıran ve bu tanışmayı kalıcı kılan ender gruplardan biridir.
Depeche Mode, 1980 yılında İngiltere’nin Basildon kentinde kurulan; elektronik müzik, synth-pop ve alternatif pop alanlarında belirleyici bir etki yaratan müzik grubudur. Kurucu üyeler Dave Gahan, Martin Gore, Andy Fletcher ve Vince Clarke’tır; Clarke kısa süre sonra gruptan ayrılmış, yaratıcı omurga büyük ölçüde Martin Gore’un besteciliği etrafında şekillenmiştir.
Grup, elektronik altyapıyı yalnızca dans edilebilir bir yüzey olarak değil; arzu, inanç, suçluluk, iktidar ve yalnızlık gibi temaları taşıyan bir ifade aracı olarak kullanır.
Depeche Mode’un erken dönemi (Speak & Spell, 1981), parlak ve melodik synth-pop çizgisinde ilerler. Vince Clarke’ın ayrılışından sonra grup, hızla daha karanlık ve içe dönük bir yönelime girer.
1980’lerin ortasından itibaren (Black Celebration, Music for the Masses), Depeche Mode elektronik müziği melankoli ve varoluşsal sorgulamayla birleştirir. 1990 tarihli Violator, grubun hem ticari hem sanatsal zirvesi olarak kabul edilir; Personal Jesus ve Enjoy the Silence gibi parçalar, popüler müziğin kalıcı repertuvarına girer.
1990’lar ve 2000’lerde grup, iç krizler, bağımlılık sorunları ve kadro kayıplarına rağmen üretimini sürdürür. Andy Fletcher’ın 2022’deki vefatının ardından Depeche Mode, varlığını bir miras bilinciyle yeniden düşünmeye başlar.
Depeche Mode’un hikâyesi, 1977 yılında İngiltere’nin Basildon kentinde, okul arkadaşları Vince Clarke ve Andy Fletcher’ın kurduğu No Romance in China adlı grupla başlar. Clarke vokal ve gitarı üstlenirken, Fletcher bas gitar çalar. Fletcher, yıllar sonra bu dönemi anlatırken gruba katılışının neredeyse tesadüf olduğunu söyler; hatta ifadesiyle, “baştan itibaren biraz zorla” grubun içine çekilmiştir. Elinde bir gitar ve bir bas gitar vardır; mesele, arkadaşlarının onu gruba dahil etmesidir.
1979’a gelindiğinde Vince Clarke, Ultravox etkisi taşıyan The Plan adlı başka bir grupta, Robert Marlow ve Paul Langwith ile birlikte gitar çalar. Aynı yıllarda Martin Gore ise okul arkadaşı Phil Burdett’in vokalde olduğu, akustik ağırlıklı Norman and the Worms adlı ikilide gitar çalmaktadır. Bu ayrı yollar, 1980 yılında yeniden kesişir.
Clarke ve Fletcher, bu kez Composition of Sound adını verdikleri yeni bir grup kurar. Clarke vokal ve gitarı, Fletcher bas gitarı üstlenir. Kısa süre sonra Martin Gore, üçüncü bir enstrümantalist olarak gruba katılır. Dörtlüyü tamamlayan son isim ise, 1980’in ilerleyen aylarında Dave Gahan olur. Clarke, Gahan’ı yerel bir izci kulübesinde düzenlenen bir jam session’da, David Bowie’nin “Heroes” şarkısını söylerken dinler ve gruba davet eder.
Bu dönemde, uygun fiyatlı synthesizer’ların piyasaya çıkması ve elektronik müziğin hızla yaygınlaşması, grubun yönelimini belirler. Composition of Sound, gitar merkezli yapıdan uzaklaşarak synth-pop ağırlıklı bir çizgiye yönelir. Dörtlü hâlindeki ilk konserlerini 14 Haziran 1980’de, Basildon’daki Nicholas School’da verir. Bu konser, grubun tarihindeki ilk somut eşiklerden biridir; bugün James Hornsby School’da, bu performansı anan bir plaket bulunmaktadır.
Grup üyelerinin müzikal referansları da bu dönemde belirginleşir. Dave Gahan ve Martin Gore’un favori sanatçıları arasında Siouxsie and the Banshees, Sparks, Cabaret Voltaire, Talking Heads ve Iggy Pop yer alır. Gahan’ın sahne duruşu özellikle The Damned grubunun solisti Dave Vanian’dan etkilenmiştir. Daha sonraki yıllarda ise David Bowie, James Brown, Elvis Presley ve Prince, Gahan’ın performans anlayışını şekillendiren isimler olarak anılacaktır.
Composition of Sound adı, grup için zamanla bir rahatsızlık kaynağına dönüşür. İsimden utanmaya başladıklarını açıkça dile getirirler ve yeni bir ad arayışına girerler. Bu süreçte Vince Clarke, hem grup adı hem de ilk albüm adı olarak “Musical Moments” önerisini ortaya atar. Ancak bu isim de benimsenmez.
24 Eylül 1980’de, Bridge House’da verdikleri konserle birlikte grup, yeni adını kullanmaya başlar: Depeche Mode. İsmi seçen Dave Gahan’dır. Ad, Fransız moda dergisi Dépêche Mode’dan esinlenmiştir; derginin adı İngilizceye tam karşılığıyla “Fashion News” ya da “Fashion Update” olarak çevrilebilir. Martin Gore, bu ismin anlamından çok, kulağında bıraktığı etkiye vurgu yapar: “Aceleyle yayılan moda” ya da “moda haberi” çağrışımını sevdiğini söyler.
Böylece Depeche Mode, yalnızca bir isim değişikliği yapmaz; elektronik müziği merkeze alan, estetik ve tematik olarak farklı bir yolun kapısını da aralamış olur.
Depeche Mode’un stüdyo dünyasıyla ilk teması, 1980’in sonlarında gerçekleşir. Grup, Some Bizzare Album adlı derleme albüm için kaydettikleri Photographic parçasıyla ilk kez resmî olarak dinleyiciyle buluşur. 1981’de yayımlanan bu kayıt, daha sonra grubun ilk albümü Speak & Spell için yeniden düzenlenerek kaydedilecektir.
Bu dönemde Depeche Mode, klasik plak şirketi arayış yöntemlerinin dışına çıkar. Bir demo kaset hazırlarlar; ancak bu kaseti posta yoluyla göndermek yerine, plak şirketlerinin kapısını çalıp doğrudan teslim etmeyi tercih ederler. Üstelik kaseti bırakmaya da yanaşmazlar. Dave Gahan’ın yıllar sonra anlattığına göre, çoğu plak şirketi onlara kaba bir şekilde geri çevirmiş, “kaseti bırakın” dediklerinde ise grup, “bu bizim tek kopyamız” diyerek kaseti geri alıp başka bir yere gitmiştir.
Gahan’ın anlatımına göre, resmî bir sözleşme imzalanmadan önce grup, büyük plak şirketlerinden ciddi teklifler almaya başlamıştır. Phonogram’ın sunduğu teklif, hayal edilemeyecek miktarda para ve hatta kıyafet ödenekleri gibi “tuhaf” ayrıcalıklar içermektedir. Ancak grubun kaderini belirleyen temas, Londra’nın Canning Town semtindeki Bridge House’ta verdikleri bir konser sırasında gerçekleşir.
Bu konserde, elektronik müzik prodüktörü ve Mute Records’un kurucusu Daniel Miller, gruba yaklaşır ve kendi yeni plak şirketi için bir single kaydetmelerini teklif eder. Sözlü olarak yapılan bu anlaşmanın sonucu, grubun ilk single’ı Dreaming of Me olur. Aralık 1980’de kaydedilen parça, Şubat 1981’de yayımlanır ve Birleşik Krallık listelerinde 57’nci sıraya kadar yükselir.
Bu ilk başarının ardından Depeche Mode, ikinci single New Life’ı kaydeder. Şarkı, UK listelerinde 11’inci sıraya kadar çıkar ve grubun Top of the Pops programına davet edilmesini sağlar. Grup, BBC stüdyolarına trenle gider; synthesizer’larını bizzat kendileri taşıyarak.
Bir sonraki single Just Can’t Get Enough, Depeche Mode’un ilk büyük hit’i olur ve grubun Birleşik Krallık’taki ilk top ten başarısını getirir. Şarkının video klibi, Vince Clarke’ın yer aldığı tek Depeche Mode videosu olarak tarihe geçer. Ardından, Ekim 1981’de yayımlanan ilk stüdyo albümü Speak & Spell, UK albüm listelerinde 10’uncu sıraya yükselir.
Albüm eleştirileri ise ikiye bölünür. Melody Maker, albümü “yeni dinleyicileri kazanmak ve ‘yetinmeyen’ hayranları memnun etmek için yapılması gereken harika bir albüm” olarak överken; Rolling Stone, çalışmayı daha sert bir dille “PG dereceli, yüzeysel bir hafiflik” olarak nitelendirir.
Bu süreçte Vince Clarke, grubun gidişatından duyduğu rahatsızlığı giderek daha açık dile getirmeye başlar. Sürekli röportajlar, fotoğraf çekimleri ve yoğun tempo nedeniyle hiçbir şeye yeterince zaman kalmadığını söyler. Clarke ayrıca turnelerden de bıktığını ifade eder. Dave Gahan ise yıllar sonra bu gerekçeyi samimi bulmadığını söyleyecek; Clarke’ın asıl olarak ilgisini kaybettiğini, hatta hayranlardan “hangi çorabı giydiğine” dair mektuplar almaya başlamasının onu soğuttuğunu anlatacaktır.
Kasım 1981’de Vince Clarke, Depeche Mode’dan ayrıldığını kamuoyuna açıklar. Kısa süre sonra blues şarkıcısı Alison Moyet ile birlikte Yazoo (ABD’de Yaz) grubunu kurar. Başlangıçta Clarke’ın Depeche Mode için beste yapmaya devam edeceğine dair söylentiler dolaşsa da, bu hiçbir zaman gerçekleşmez. Üçüncü taraf kaynaklara göre Clarke, gruba Only You parçasını teklif etmiş, ancak grup bu teklifi reddetmiştir. Clarke ise bir röportajda böyle bir teklifin hiç yapılmadığını söyleyerek iddiayı açıkça yalanlar. Only You, daha sonra Yazoo için Birleşik Krallık’ta ilk üçe giren bir hit olur.
Vince Clarke’ın ayrılışıyla birlikte, Speak & Spell albümünde Tora! Tora! Tora! ve enstrümantal Big Muff parçalarını yazmış olan Martin Gore, Depeche Mode’un ana bestecisi ve söz yazarı konumuna yükselir. Bu değişim, grubun müzikal yöneliminde belirleyici bir kırılma noktası oluşturur.
Vince Clarke’ın ayrılığının ardından Depeche Mode, hem müzikal hem de yapısal olarak yeni bir eşiğe girer. 1981’in sonlarına doğru grup, kadroyu genişletmek amacıyla Melody Maker dergisine anonim bir ilan verir. İlan kısa, net ve dönemin ruhunu yansıtan bir ifadedir:
“İsimsiz grup. Synthesizer. Yirmi bir yaşın altında olmalı.”
Bu ilana yanıt veren isim, Batı Londra’dan klasik müzik eğitimi almış bir klavyeci olan Alan Wilder olur. İki ayrı seçmeden geçen Wilder, 22 yaşında olmasına rağmen, 1982’nin başlarında gruba kabul edilir. İlk etapta resmî bir üye değil, turne müzisyeni olarak, deneme süresiyle kadroya dahil edilir.
Alan Wilder’ın Depeche Mode içindeki rolü, zamanla yalnızca “ek bir müzisyen” olmanın çok ötesine geçer. Daha sonraki yıllarda grubun fiilî “müzikal yöneticisi” olarak anılacak; ses mimarisi, düzenlemeler ve prodüksiyon anlayışı üzerinde belirleyici bir etki kuracaktır. Yapımcı Flood’un ifadesiyle, “Alan bir tür zanaatkârdır; Martin fikirleri üretir, Dave ise tavrı temsil eder.” Bu üçlü denge, Depeche Mode’un karakteristik sesinin temelini oluşturur.
Ocak 1982’de grup, Vince Clarke’sız ilk single’ı olan See You’yu yayımlar. Parça, Birleşik Krallık listelerinde altıncı sıraya yükselerek, Clarke döneminde yazılmış üç single’ın tamamından daha iyi bir başarı elde eder. Bu sonuç, grubun Clarke sonrası dönemde de ayakta kalabileceğini gösteren önemli bir işarettir.
Ardından gelen turne, Depeche Mode’un Kuzey Amerika’daki ilk konserlerini vermesini sağlar. Bu süreçte iki single daha yayımlanır: The Meaning of Love ve Leave in Silence. Her iki parça da grubun yeni, daha içe dönük ve melankolik yöneliminin sinyallerini taşır.
İkinci stüdyo albümünün kayıt sürecine gelindiğinde, ilginç bir karar alınır. Daniel Miller, Alan Wilder’a albüm kayıtlarında yer almasına gerek olmadığını bildirir. Bunun nedeni, grubun çekirdek üçlüsünün — Dave Gahan, Martin Gore ve Andy Fletcher — Vince Clarke olmadan da stüdyo başarısı elde edebileceklerini kanıtlama isteğidir. Wilder bu aşamada turne üyesi olarak kalır.
A Broken Frame, Eylül 1982’de yayımlanır. Albüm, Speak & Spell’e kıyasla daha karanlık, daha kırılgan ve daha atmosferik bir yapı sunar. Bir ay sonra grup, 1982 turnesine çıkar. Bu turne, Alan Wilder’ın sahnedeki varlığının giderek merkezîleştiği; Depeche Mode’un sesinin ise geri dönülmez biçimde değişmeye başladığı bir dönemin habercisi olur.
1983 yılı, Depeche Mode için yalnızca yeni bir albümün değil, aynı zamanda kalıcı bir estetik kırılmanın başlangıcını temsil eder. Yılın Ocak ayında yayımlanan Get the Balance Right!, albüm dışı bir single olmasına rağmen, grubun yeni dönemine açılan ilk kapı olur. Parça, artık grubun resmî üyesi olan Alan Wilder ile kaydedilen ilk Depeche Mode çalışmasıdır ve bu yönüyle simgesel bir öneme sahiptir.
Grup, üçüncü stüdyo albümü Construction Time Again için prodüktör Gareth Jones ile çalışır. Kayıtlar, John Foxx’un Londra’daki Garden Studios’unda ve Batı Berlin’deki Hansa Studios’ta gerçekleştirilir. Hansa, daha önce David Bowie’nin Brian Eno ile birlikte ürettiği ve müzik tarihine geçen Berlin Üçlemesinin kaydedildiği mekân olarak bilinir. Bu coğrafi ve kültürel bağlam, albümün ruhuna da doğrudan yansır.
Construction Time Again, Depeche Mode’un ses dünyasında belirgin ve radikal bir dönüşümü işaret eder. Bu değişimde Alan Wilder’ın gruba taşıdığı Synclavier ve E-mu Emulator sampler’larının payı büyüktür. Grup, geleneksel enstrümanlarla yetinmek yerine, gündelik nesnelerin seslerini örnekleyerek (sample’layarak) yeni bir müzikal doku inşa eder. Metal vuruşlar, mekanik gürültüler ve endüstriyel çağrışımlar, albümün temel ses malzemesi hâline gelir.
Bu yaklaşım, Depeche Mode’u dönemin sentetik pop kalıplarından uzaklaştırır; ortaya, Art of Noise ve Einstürzende Neubauten gibi gruplarla akrabalık kuran, deneysel ve endüstriyel etkiler taşıyan bir sound çıkar. Özellikle Einstürzende Neubauten’in aynı yıl Mute Records bünyesine katılması, bu estetik yakınlığı daha da anlamlı kılar.
Albümden çıkan Everything Counts, Birleşik Krallık listelerinde altıncı sıraya kadar yükselir. Parça ayrıca İrlanda, Güney Afrika, İsviçre, İsveç ve Batı Almanya’da ilk otuz içinde yer alarak Depeche Mode’un uluslararası görünürlüğünü belirgin biçimde artırır. Şarkının sözlerinde işlenen emek, çıkar ilişkileri ve sistem eleştirisi, grubun politik alt metinlerle kurduğu ilişkinin ilk güçlü örneklerinden biri olarak kabul edilir.
Albümde Alan Wilder’ın besteci olarak da katkısı vardır. The Landscape Is Changing ve Two Minute Warning, Wilder’ın Depeche Mode’un müzikal yönünü yalnızca teknik değil, düşünsel olarak da etkilediğini gösteren çalışmalardır.
Eylül 1983’te Depeche Mode, Construction Time Again’i tanıtmak üzere kapsamlı bir Avrupa turnesine çıkar. Bu turne, grubun sahnedeki kimliğinin sertleştiği, görsel ve işitsel estetiğin daha bilinçli biçimde kurulduğu bir dönemin de habercisi olur. Depeche Mode artık yalnızca synth-pop yapan bir grup değil; modern endüstriyel çağın sesini pop formu içinde düşünen bir yapı hâline gelmiştir.
Depeche Mode, kariyerinin ilk yıllarında esas olarak Avrupa ve Avustralya’da güçlü bir dinleyici kitlesine sahipti. Bu tablo, Mart 1984’te yayımlanan People Are People single’ıyla köklü biçimde değişir. Şarkı, İrlanda ve Polonya’da ikinci sıraya, Birleşik Krallık ve İsviçre’de dördüncü sıraya yükselirken; Batı Almanya’da bir numaraya çıkarak, Depeche Mode’un ilk kez bir ülkenin single listesinde zirveye yerleşmesini sağlar. Parça, aynı zamanda Batı Almanya televizyonunun 1984 Olimpiyatları yayınlarında tema müziği olarak kullanılır.
Bu başarı, grubun Avrupa sınırlarını aşmasını da beraberinde getirir. People Are People, 1985 ortalarında ABD listelerinde 13’üncü sıraya yükselerek Depeche Mode’un Billboard Hot 100’e giren ilk single’ı olur. Kanada’da da ilk 20’ye giren şarkı, grubun Kuzey Amerika’daki görünürlüğünü belirgin biçimde artırır. Zamanla People Are People, LGBT+ topluluğu için de güçlü bir marşa dönüşür; 1980’lerin sonlarında eşcinsel mekânlarda ve Onur Yürüyüşleri’nde düzenli olarak çalınan bir şarkı hâline gelir.
Grubun Kuzey Amerika plak şirketi Sire, bu yükselişi değerlendirmek amacıyla aynı adı taşıyan bir derleme albüm yayımlar. People Are People başlıklı bu derleme; A Broken Frame ve Construction Time Again albümlerinden parçaların yanı sıra çeşitli B-side’ları da içerir.
Amerika turnesi sırasında Depeche Mode, beklemedikleri bir manzarayla karşılaşır. Martin Gore’un ifadesiyle, konserlerde salonların dolup taşması grubu şaşırtır. Ancak bu yoğun ilgiye rağmen, grup ABD’de albüm satışlarının beklenen düzeye ulaşmadığını da fark eder. Yani sahnedeki karşılık ile raflardaki başarı arasında belirgin bir fark vardır.
Eylül 1984’te yayımlanan Some Great Reward, Depeche Mode’un bu geçiş dönemini estetik açıdan da sağlamlaştıran albüm olur. Melody Maker, albüm için “burnunuzun dibinde olup biten şeye dikkat kesilmenizi sağlayan” bir çalışma yorumunu yapar. Önceki albümde öne çıkan politik ve çevresel temalara kıyasla, Some Great Reward’daki şarkılar daha çok kişisel ve ilişkisel meseleler etrafında şekillenir.
Albümde, cinsel iktidar ve tahakküm ilişkilerini irdeleyen Master and Servant, sadakatsizlik ve yalan üzerine kurulu Lie to Me ve keyfî ilahî adalet fikrini sorgulayan Blasphemous Rumours gibi parçalar yer alır. Ayrıca albüm, Martin Gore’un ilk baladı olan Somebody’yi de içerir. Bu şarkı, Depeche Mode albümlerinin vazgeçilmez unsurlarından biri hâline gelecek “Gore baladları” geleneğinin başlangıcı olarak kabul edilir.
Somebody, Blasphemous Rumours ile birlikte çift A-yüzlü single olarak yayımlanır ve aynı zamanda Martin Gore’un ilk kez ana vokali üstlendiği single olur. Some Great Reward, Depeche Mode’un ABD albüm listelerine giren ilk albümü olmasının yanı sıra, birçok Avrupa ülkesinde ilk 10’a yükselerek grubun uluslararası konumunu pekiştirir.
Bu dönemin bir diğer önemli adımı ise görsel alanda atılır. The World We Live In and Live in Hamburg, Depeche Mode’un ilk video yayınıdır ve 1984 Some Great Reward turnesinden, neredeyse bir konserin tamamını kapsayan bir kayıt sunar. Bu çalışma, grubun sahne kimliğini ve kitlesel karşılığını belgeleyen ilk kapsamlı görsel arşiv niteliğini taşır.
1985 yılı, Depeche Mode’un yalnızca müzikal değil, coğrafi ve ideolojik sınırları da aşmaya başladığı bir dönemi işaret eder. Temmuz ayında grup, Demir Perde’nin ardında ilk kez konser verir; Budapeşte ve Varşova’daki bu performanslar, Depeche Mode’un Doğu Avrupa’daki dinleyicilerle kurduğu doğrudan temas açısından tarihsel bir önem taşır. Bu konserler, Soğuk Savaş’ın sert politik atmosferi içinde, popüler müziğin sınır tanımaz dolaşımını simgeleyen nadir örnekler arasındadır.
Ekim 1985’te Mute Records, grubun kariyerinin ilk beş yılını kapsayan The Singles 81→85 adlı derlemeyi yayımlar. Albüm, Birleşik Devletler’de Catching Up with Depeche Mode adıyla piyasaya sürülür. Derleme, daha önce albümlerde yer almamış iki yeni ve dikkat çekici single’ı içerir: Shake the Disease ve It’s Called a Heart. ABD baskısında ayrıca bu single’ların B-side’ları da yer alır. Özellikle Fly on the Windscreen, başlangıçta It’s Called a Heart’ın B-side’ı olarak yayımlanmasına rağmen, bir sonraki stüdyo albümü Black Celebration’da kendine yer bularak merkezi bir parça hâline gelir.
Bu yıllarda Depeche Mode’un algılanışı, Avrupa ile Amerika Birleşik Devletleri arasında belirgin biçimde farklılaşır. ABD’de grubun müziği, radyolarda hâkim olan “yumuşak rock” ve disko ağırlıklı ana akımdan hoşnutsuz, daha alternatif bir dinleyici kitlesine hitap eder. Depeche Mode, Amerika’da ana akım pop grubu olmaktan ziyade, karanlık ve mesafeli bir alternatif estetiğin temsilcisi olarak görülür.
Avrupa’da ise bambaşka bir tablo vardır. Şarkı sözleri giderek karanlıklaşsa ve müzikal ton daha ciddi bir hâl alsa da, Almanya, Fransa ve diğer Avrupa ülkelerinde Depeche Mode hâlâ gençlik dergilerinin kapaklarında yer alan, kitlesel bir popülerliğe sahip bir grup olarak algılanır. 1980’lerin ortalarında, Depeche Mode synth-pop sahnesinin en tanınan ve en görünür gruplarından biri hâline gelir.
1986’da yayımlanan Stripped single’ı ve onu izleyen Black Celebration albümüyle birlikte, grubun müzikal yönelimi bir kez daha belirgin biçimde değişir. Önceki iki albümde öne çıkan endüstriyel pop yaklaşımı kısmen geride bırakılır; bunun yerine daha tekinsiz, yoğun atmosferli ve katmanlı bir ses dünyası kurulur. Örnekleme teknikleri hâlâ yaratıcı biçimde kullanılır; ancak bu kez sesler, mekanik sertlikten çok, karanlık bir ruh hâlini inşa etmek üzere düzenlenir.
Martin Gore’un söz yazarlığı da bu dönemde belirgin biçimde dönüşür. Şarkı sözleri daha karamsar, daha içe dönük ve daha umutsuz bir ton kazanır. İnanç, suçluluk, arzu ve yabancılaşma gibi temalar, artık örtük değil; doğrudan ve sarsıcı biçimde ele alınır. Black Celebration, Depeche Mode’un “karanlık estetik”le kurduğu ilişkinin geçici bir evre değil, kalıcı bir yönelim olduğunu ilan eder.
Bu dönemin bir diğer belirleyici gelişmesi ise görsel dilde yaşanır. A Question of Time şarkısının klibi, grubun ilk kez Anton Corbijn ile çalıştığı projedir. Bu iş birliği, Depeche Mode’un görsel kimliğini kökten değiştiren ve bugüne kadar süren uzun soluklu bir ortaklığın başlangıcı olur. Corbijn, yıllar içinde grubun 22 video klibini yönetir; canlı performansları filme alır, sahne tasarımlarına katkıda bulunur ve Violator’dan itibaren albüm ve single kapaklarının büyük bölümünü tasarlar.
Black Celebration dönemiyle birlikte Depeche Mode, artık yalnızca bir müzik grubu değil; ses, söz ve görüntüyü tek bir karanlık estetik içinde birleştiren bütünlüklü bir sanat pratiği olarak konumlanır.
1987 tarihli Music for the Masses, Depeche Mode’un hem müzikal dilini hem de çalışma yöntemlerini daha ileri bir aşamaya taşıdığı bir dönemi temsil eder. Bu albüm, grubun ilk kez Mute Records ile doğrudan bağlantılı olmayan bir prodüktörle çalıştığı projedir. Kayıt sürecinde Dave Bascombe destek verir; ancak Alan Wilder’ın sonradan belirttiği üzere, Bascombe’un rolü ağırlıklı olarak prodüksiyondan çok teknik mühendislik düzeyinde kalır.
Albümün yapım sürecinde Depeche Mode, önceki yıllarda yoğun biçimde kullandığı örnekleme (sampling) tekniklerinden bilinçli olarak uzaklaşır. Bunun yerine, synthesizer’lar üzerinden daha derin ve deneysel bir ses araştırmasına yönelir. Bu tercih, grubun sound’unu mekanik sertlikten ziyade geniş, katmanlı ve dramatik bir yapıya doğru evriltir.
Albümden yayımlanan Strangelove, Never Let Me Down Again ve Behind the Wheel single’ları Birleşik Krallık listelerinde beklenen etkiyi yaratmaz; ancak Kanada, Brezilya, Batı Almanya, Güney Afrika, İsveç ve İsviçre gibi ülkelerde güçlü başarılar elde eder ve çoğu zaman ilk 10’a girer. Record Mirror, Music for the Masses’i “bugüne kadar yapılmış en yetkin ve en çekici Depeche Mode albümü” olarak tanımlar. Albüm, Amerika Birleşik Devletleri’nde Billboard 200 listesinde 35’inci sıraya yükselerek grubun ABD’deki istikrarlı yükselişini sürdürdüğünü gösterir.
Music for the Masses Tour, 22 Ekim 1987’de başlar. Turnenin en çarpıcı anlarından biri, 7 Mart 1988’de yaşanır. Depeche Mode, önceden ana grup olarak duyurulmadan, Doğu Berlin’deki Werner-Seelenbinder-Halle’de sahne alır. Böylece Doğu Almanya’da konser veren sayılı Batılı gruplardan biri olur. Aynı yıl içinde Budapeşte ve Prag’da verdikleri konserler, grubun Doğu Avrupa ile kurduğu özel bağın devamı niteliğindedir.
Dünya turnesi, 18 Haziran 1988’de Pasadena Rose Bowl’da verilen konserle sona erer. 60.453 ücretli seyirciyle gerçekleşen bu konser, mekânın son sekiz yıl içindeki en yüksek katılımına sahne olur. Bu olağanüstü ilgi, Depeche Mode’un Amerika Birleşik Devletleri’ndeki kırılma anı olarak kabul edilir ve grubun artık alternatif bir fenomen olmaktan çıkıp geniş kitlelere ulaşabildiğini kanıtlar.
Bu konser ve turne süreci, belgeselci D. A. Pennebaker tarafından çekilen 101 adlı konser filmiyle ölümsüzleştirilir. Film ve eşlik eden soundtrack albümü, yalnızca sahne performansını değil; hayranlarla grup arasındaki yoğun etkileşimi de merkeze alır. Filmin adı, Alan Wilder’ın önerisiyle seçilir; çünkü Pasadena konseri, turnenin 101’inci ve son performansıdır.
Turnenin ardından, 7 Eylül 1988’de Depeche Mode, Los Angeles’taki Universal Amphitheatre’da düzenlenen 1988 MTV Video Music Awards töreninde Strangelove parçasını seslendirir. Bu performans, grubun Amerikan popüler kültüründeki görünürlüğünü daha da pekiştirir.
Music for the Masses dönemiyle birlikte Depeche Mode, artık isminin ima ettiğinin aksine, “kitleler için” yüzeysel bir pop üreticisi değil; karanlık, karmaşık ve duygusal bir estetiği büyük kalabalıklara taşıyabilen nadir gruplardan biri hâline gelir.
1989 yılının ortalarında Depeche Mode, kariyerinin en belirleyici kayıt sürecine girer. Grup, prodüktör Flood ve ses mühendisi François Kevorkian ile birlikte Milano’da stüdyoya kapanır. Bu oturumların ilk somut ürünü, daha sonra modern pop tarihinin en tanınan parçalarından biri hâline gelecek olan Personal Jesus olur.
Şarkının yayımlanmasından önce, alışılmışın dışında bir pazarlama kampanyası başlatılır. Birleşik Krallık’taki yerel gazetelerin ilan sayfalarına, yalnızca şu ifadeyi içeren reklamlar verilir: “Your own personal Jesus.” Daha sonraki ilanlara bir telefon numarası eklenir; bu numarayı arayanlar şarkıyı dinleyebilmektedir. Bu gizemli ve kışkırtıcı kampanya, kısa sürede kamuoyunda geniş bir tartışma yaratır ve Personal Jesus, Birleşik Krallık listelerinde 13’üncü sıraya yükselerek grubun o güne kadarki en çok satan single’larından biri olur.
Amerika Birleşik Devletleri’nde ise şarkı, Depeche Mode’un ilk altın plak kazanan single’ı ve People Are People’dan sonraki ilk Top 40 başarısıdır. Ayrıca Personal Jesus, o döneme kadar Warner Records tarihindeki en çok satan 12 inçlik single unvanını elde eder.
Bu dönemde Martin Gore, NME’ye verdiği bir röportajda grubun konumunu şu sözlerle özetler:
“Bir bakıma yeni müziğin ön saflarında yer aldık; standart rock formatına dayalı radyo anlayışını yavaş yavaş aşındırdık.”
Şubat 1990’da yayımlanan Enjoy the Silence, Depeche Mode’un bu yaklaşımını küresel ölçekte teyit eden bir başka dönüm noktası olur. Parça, Birleşik Krallık’ta altıncı sıraya yükselerek Master and Servant’tan bu yana grubun ülkedeki ilk Top 10 başarısını getirir. Birkaç ay sonra ABD listelerinde sekizinci sıraya ulaşır, Depeche Mode’a ikinci altın plak kazandırır ve 1991 Brit Awards’ta En İyi Britanya Single’ı ödülüne layık görülür.
Yeni albüm Violator’ı tanıtmak amacıyla grup, Los Angeles’taki Wherehouse Entertainment mağazasında bir imza günü düzenler. Ancak etkinlik, beklenenden çok daha büyük bir ilgiyle karşılaşır. Yaklaşık 20 bin hayranın katıldığı imza günü kısa sürede kontrolden çıkar ve neredeyse bir isyana dönüşür. Kalabalığın baskısı nedeniyle mağazanın camlarına sıkışan bazı kişiler yaralanır. Grup, yaşananlar için özür mahiyetinde, Los Angeles’taki hayranlara özel olarak sınırlı sayıda bir kaset yayımlar; bu kayıt, etkinliğin sponsorluğunu üstlenen KROQ radyo istasyonu aracılığıyla dağıtılır.
Violator, Depeche Mode’un Billboard 200’de ilk kez ilk 10’a giren albümü olur; yedinci sıraya kadar yükselir ve listede 74 hafta kalır. Albüm, Amerika Birleşik Devletleri’nde üç kez platin sertifikası alarak grubun ticari zirvesini tesciller. Albümden çıkan diğer single’lar Policy of Truth ve World in My Eyes, Birleşik Krallık’ta hit olur; Policy of Truth ayrıca ABD listelerinde de yer bulur.
Albümün ardından başlayan World Violation Tour, Depeche Mode’un artık bir stadyum grubu hâline geldiğini açık biçimde gösterir. Yapımcı Flood, New Jersey’deki Giants Stadium konserini hatırlarken şu sözleri kullanır:
“Merchandising rekorunu kırdılar. Bon Jovi, U2 gibi grupları geride bıraktılar; o anda en büyük grup Depeche Mode’du.”
Turne kapsamında Giants Stadium’daki konser için 42 bin bilet, yalnızca dört saat içinde tükenir. Los Angeles’taki Dodger Stadium konserinin 48 bin bileti ise yarım saatten kısa sürede satılır. World Violation Tour, dünya genelinde yaklaşık 1,2 milyon seyirciye ulaşarak Depeche Mode’un küresel ölçekteki doruk noktasını simgeler.
Violator dönemiyle birlikte Depeche Mode, alternatif kökenli bir synth-pop grubundan, modern pop müziğin hem estetik hem ticari ölçekte belirleyici aktörlerinden birine dönüşür. Bu albüm, grubun yalnızca kariyerinde değil, 20. yüzyıl sonu pop müziğinin genel tarihinde de kalıcı bir eşik olarak yerini alır.
Violator’ın küresel ölçekte yarattığı etki, Depeche Mode’u yalnızca ticari bir zirveye değil, aynı zamanda ağır bir iç baskı ve beklenti yüküne de taşır. Grup, bu yükle birlikte 1990’ların başında estetik ve ruhsal açıdan bambaşka bir yola girer.
1993’te yayımlanan Songs of Faith and Devotion, Depeche Mode’un elektronik köklerinden kısmen uzaklaşıp daha organik, sert ve bedensel bir ses dünyasına yöneldiği albüm olur. Gitarlar, canlı davullar ve gospel etkileri öne çıkar; elektronik altyapı ise bu kez karanlık bir ruh hâlinin taşıyıcısıdır.
Albüm, inanç, arzu, suçluluk ve teslimiyet temalarını yoğun biçimde işler. I Feel You, Walking in My Shoes ve Condemnation, grubun müzikal olduğu kadar varoluşsal bir sınırda dolaştığını gösterir. Albüm hem eleştirel hem ticari başarı elde eder; ancak bu başarı, grubun iç dengesini sağlamlaştırmak yerine daha da kırılgan hâle getirir.
Devotional Tour, Depeche Mode tarihinin en karanlık ve yıpratıcı turnelerinden biridir. Dave Gahan’ın ağır uyuşturucu bağımlılığı, Martin Gore’un alkol sorunları ve grubun genel psikolojik çöküşü, bu dönemi neredeyse sürdürülemez kılar. Depeche Mode, sahnede devleşirken kuliste çözülmektedir.
1995’te Alan Wilder, grubun artan iç gerilimleri ve yaratıcı yükün adaletsiz dağılımı gerekçesiyle Depeche Mode’dan ayrılır. Wilder’ın ayrılığı, grubun müzikal mimarisinde büyük bir boşluk yaratır ve Depeche Mode’un geleceği ciddi biçimde sorgulanmaya başlanır.
Dave Gahan’ın 1996’da ölümden döndüğü aşırı doz vakasının ardından, grubun dağılması neredeyse kesinleşmişken, Depeche Mode beklenmedik bir şekilde Ultra ile geri döner. Albüm, ilk kez turneyle desteklenmez; bu bile grubun hâlâ kırılgan bir eşikte olduğunu gösterir.
Ultra, daha içe dönük, daha temkinli ve daha melankolik bir albümdür. Barrel of a Gun, It’s No Good ve Home, Depeche Mode’un hayatta kalma refleksinin müzikal karşılıklarıdır. Albüm, sessiz ama güçlü bir geri dönüş olarak kabul edilir; grup artık eskisi gibi değildir, fakat hâlâ ayaktadır.
2001’de yayımlanan Exciter, Depeche Mode’un sesini bilinçli olarak sadeleştirdiği bir dönemdir. Minimal ritimler, soğuk elektronik dokular ve mesafeli bir anlatım öne çıkar. Albüm, Violator’ın dramatik zirvesinden çok uzaktadır; daha çok bir iç kapanma hâlini yansıtır.
Eleştiriler ikiye bölünür; ancak Dream On ve I Feel Loved, grubun hâlâ çağdaş elektronik dilin içinde kalabildiğini gösterir. Exciter, Depeche Mode’un kendini yeniden tanımlama arayışının ara durağıdır.
2005 tarihli Playing the Angel, Depeche Mode’un karanlık estetikle yeniden bilinçli bir bağ kurduğu albüm olur. Bu kez dikkat çeken unsur, Dave Gahan’ın ilk kez besteci ve söz yazarı olarak daha güçlü biçimde sürece dahil olmasıdır.
Precious, A Pain That I’m Used To ve Suffer Well, grubun hem geçmişle yüzleştiğini hem de yeni bir denge kurduğunu gösterir. Albüm, eleştirmenler ve dinleyiciler tarafından, Violator sonrası dönemin en güçlü işi olarak değerlendirilir.
2000’lerin sonuna gelindiğinde Depeche Mode, artık yalnızca üretmeye devam eden bir grup değil; kendi tarihini bilen, o tarihle hesaplaşan ve onu yeniden yorumlayan bir yapı hâline gelmiştir. Bu dönem, ne gençlik enerjisinin ne de kriz hâlinin baskın olduğu bir evredir; daha çok miras bilinciyle şekillenen, kontrollü ama hâlâ huzursuz bir üretim sürecini temsil eder.
2009’da yayımlanan Sounds of the Universe, Depeche Mode’un bilinçli biçimde erken dönem elektronik köklerine yöneldiği bir albüm olur. Analog synthesizer’lar, modüler sesler ve retro elektronik dokular albümün temel estetik malzemesidir. Grup, dijital çağın ortasında analog bir ses arayışına girerek geçmişle bugün arasında bir köprü kurar.
Wrong, albümün açılış parçası olarak sert ve huzursuz bir ton belirlerken; Peace ve In Chains, grubun politik ve duygusal gerilimi hâlâ canlı tutabildiğini gösterir. Albüm, Depeche Mode’un nostaljiye teslim olmadan geriye bakma çabasının bir ürünü olarak değerlendirilir.
2013 tarihli Delta Machine, Depeche Mode’un elektronik altyapıyı bu kez blues, gospel ve Amerikan müzik geleneğiyle temas ettirdiği bir albümdür. Martin Gore’un sözlerinde günah, arzu, itiraf ve kefaret temaları öne çıkar. Albüm, adını blues’un doğduğu Mississippi Deltası’na göndermede bulunan bir metafordan alır.
Heaven, Soothe My Soul ve Should Be Higher, Depeche Mode’un geç döneminde sesin değil, insan kırılganlığının merkeze alındığını gösterir. Delta Machine, grubun yaş almış bir bedenle hâlâ bedensel müzik yapabildiğinin kanıtı gibidir.
2017’de yayımlanan Spirit, Depeche Mode’un kariyerindeki en açık politik albümlerden biri olarak öne çıkar. Popülizm, otoriterlik, savaş, çevre felaketi ve ahlaki çöküş gibi temalar, bu kez örtük metaforlar yerine doğrudan bir dille ele alınır.
Where’s the Revolution, albümün tonunu baştan ilan eder. Going Backwards ve Cover Me, grubun hâlâ çağın ruhuyla çatışmaya istekli olduğunu gösterir. Spirit, bazı dinleyiciler için fazla didaktik bulunurken; bazıları tarafından Depeche Mode’un “sessiz kalmama” kararlılığı olarak okunur.
2022 yılında Andy Fletcher’ın vefatı, Depeche Mode için yalnızca bir kadro kaybı değil; grubun tarihsel omurgasında derin bir kırılmadır. Fletcher, müzikal açıdan en görünmez üye gibi algılansa da, grubun iç dengesini ve sürekliliğini sağlayan sabit unsurlardan biridir.
Bu kaybın ardından yayımlanan Memento Mori (2023), adından başlayarak ölümü merkeze alan bir albümdür. Latince “ölümü hatırla” anlamına gelen başlık, albümün tematik çerçevesini açıkça ortaya koyar. Bu kez Depeche Mode, ölümü bir metafor olarak değil; kaçınılmaz bir gerçeklik olarak ele alır.
Ghosts Again, albümün kalbinde yer alan bir parçadır ve kayıp, yas ve devam etme fikrini sade ama sarsıcı bir dille işler. Albüm boyunca ton sakin, sözler ölçülü, müzik ise bilinçli biçimde gösterişten uzaktır. Memento Mori, Depeche Mode’un hâlâ konuşabildiğini değil; susarak da çok şey söyleyebildiğini kanıtlayan bir geç dönem çalışmasıdır.
2009–2023 arası dönem, Depeche Mode’un “yenilik peşinde koşan” bir grup olmaktan çok, kendi mirasını taşıma biçimini düşünen bir yapıya dönüştüğünü gösterir. Bu yıllarda yapılan albümler, önceki zirvelerle yarışmaz; fakat onların anlamını derinleştirir. Depeche Mode artık geleceği zorlayan bir grup değil; geçmiş, şimdi ve ölüm arasında etik ve estetik bir denge kurmaya çalışan bir anlatıdır.
► Depeche Mode neden “karanlık pop”la özdeşleştirilir?
Çünkü pop formunu korurken, sözlerde ve atmosferde huzursuz edici temalara bilinçli biçimde yer verir.
► Elektronik müzikle insan duygusu nasıl birleşir?
Martin Gore’un söz yazarlığı, makineleri duygunun taşıyıcısı hâline getirir; soğuk sesler sıcak anlamlar üretir.
► Grubun politik bir duruşu var mıdır?
Dolaylıdır. Açık sloganlardan çok, iktidar, inanç ve birey arasındaki gerilimleri işler.
► Depeche Mode bir “80’ler grubu” mudur?
Kökeni 80’lerdir; etkisi ise zamansızdır. Sonraki kuşaklar üzerinde belirleyici olmayı sürdürür.
► Bugün hâlâ neden dinleniyor?
Çünkü anlattığı karanlık, dönemsel değil; varoluşsaldır.
Depeche Mode, müzikten modaya, sinemadan alternatif gençlik kültürüne kadar geniş bir etki alanına sahiptir. Siyah estetik, minimalist görsellik ve melankolik duruş, grubun popüler kültürde bıraktığı kalıcı izler arasındadır. Sayısız sanatçı ve grup, Depeche Mode’u doğrudan ilham kaynağı olarak anmıştır.
Depeche Mode, pop müziğin neşeli olmak zorunda olmadığını hatırlatan bir eşiktir. Elektroniği duygusuzluktan kurtarır; karanlığı estetik bir dile dönüştürür. Bu nedenle grup, bir dönem müziği değil; modern duyarlığın sesli arşivlerinden biri olarak varlığını sürdürür.
► FUNK
► DARK POP
► ETHNIC ELECTRONICA
► 1980’LER
► POPÜLER KÜLTÜR