Hem kadındı hem devrim. Siyah giymeyi kadınlara, parfümü kadın kimliğinin ayrılmaz bir parçası olarak taşımayı herkese o öğretti. Moda tarihinde parfümle, kumaşla, direnişle yazılmış bir isim: Chanel.
Chanel, 1910 yılında Gabrielle “Coco” Chanel tarafından kurulan ve zamanla sadece bir moda evi değil, bir yaşam tarzı manifestosuna dönüşen Fransız lüks markasıdır. Marka, modern kadının giyimini devrimleştirerek feminenliği korurken özgürlüğü, sadeliği ve konforu ön plana almasıyla tanınır. Chanel’in başarısının temelinde sadece tasarımlar değil, aynı zamanda bu tasarımların ardındaki vizyoner kadın ve onun ikonikleşmiş parfümü No. 5 yer alır.
Coco Chanel, 1883’te Fransa’da yoksul bir çocukluk geçirdi, bir yetimhanede büyüdü. Burada sadelik ve işlevsellik temelli bir estetik anlayış geliştirdi. Önce şapka tasarımlarıyla başlayan kariyeri, zamanla pantolon giymeye başlayan kadın figürünü yansıtan cesur koleksiyonlara dönüştü. 1921’de Chanel No. 5’i yaratarak moda kadar parfümde de devrim yaptı. Bu parfüm, numaralandırılmış ismi, soyut kokusu ve sade şişe tasarımıyla alışılagelmiş feminenliği reddediyor, yeni bir kadın kimliği öneriyordu.
Chanel’in savaş sonrası geri dönüşü, moda dünyasında erkek egemenliğini kıran bir başka önemli adımdı. Günümüzde Chanel, Karl Lagerfeld’in uzun süren kreatif direktörlüğünün ardından Virginie Viard ile yoluna devam ediyor ve haute couture’dan kozmetiğe kadar çok geniş bir etki alanını kapsıyor.
1883 yılının 19 Ağustos günü, saat dört sularında, Saumur’daki Providence Rahibeleri tarafından yönetilen bir hastanede dünyaya gelen Gabrielle Chasnel, köken olarak Alès yakınlarındaki Ponteils-et-Brésis’ten gelen, gezici satıcılık yapan Cévennesli bir aileye mensuptur. Evlilik dışı doğmuştur; babası Nîmes kökenli yirmi altı yaşında bir seyyar satıcı olan Henri-Albert Chasnel (nam-ı diğer Albert), annesi ise Puy-de-Dôme bölgesinden Courpière’li, on dokuz yaşında bir terzi olan Eugénie Jeanne Devolle’dür (Jeanne). Aile, Saumur’da 29 rue Saint-Jean adresinde yaşamaktaydı ve Gabrielle’in doğumundan bir yıl sonra, 17 Kasım 1884’te evlendiler.
Jeanne Devolle’un altı çocuğu olmuştur: Julia-Berthe (1882–1910) — intiharıyla bir oğul bırakmıştır: André Palasse (1904–1981), Gabrielle’in ömrü boyunca bakımını üstlendiği kişi — Alphonse (1885–1953), Antoinette (1887–1920), Lucien (1889–1941) ve Augustin (1891’de doğmuş ve aynı yıl ölmüştür). Gabrielle Chanel’in çocukluğu hakkında çok az bilgi bulunmaktadır; zira kendisi bu dönem hakkında pek konuşmamıştır. Ancak kendi içine kapanmış bir çocukluk geçirdiği ve sevgi görmediğini hissettiği bilinmektedir. Babası hırçın, dengesiz ve ailesine karşı sevgisizdir; eşi ve çocuklarının hayal ettiği başarılı hayatı engellediğini düşünmüştür. Buna karşın Gabrielle, bu mesafeli babaya derin bir hayranlık duymuştur.
6 Şubat 1895’te annesi Jeanne, Brive-la-Gaillarde’da, 31 yaşında, ardı ardına gelen gebeliklerin, veremin ve Paris pazarlarında soğukta çalışmanın getirdiği yorgunluk nedeniyle hayatını kaybettiğinde, Gabrielle yalnızca on iki yaşındaydı. Aynı yıl, babası Gabrielle’i ve 8 ile 13 yaşındaki iki kız kardeşini Corrèze’deki Aubazine Sistersiyen Manastırı yetimhanesine bırakır. Söz konusu terk ediliş, onun için kalıcı bir yara bırakmış; bu durumu çevresinden gizlemek adına, kendisine New York’a gitmiş ve ona pahalı hediyeler gönderen maceraperest bir baba figürü uydurmuştur. Alphonse ve Lucien ise kamu yardımıyla çiftçi ailelere işçi olarak verilmiştir.
Aubazine’de altı yıl süren kalışı boyunca, Gabrielle’in dikiş konusundaki becerileri gelişmiştir. Burada oldukça sade ve katı bir yaşam sürmüş; bu deneyim, ilerideki stil anlayışı üzerinde belirleyici olmuştur. Sadelik, denge ve özgürlük hissini bu dönemde öğrendiği mimari ve kıyafet biçimlerinden almıştır: nötr renklerdeki mimari, siyah ve beyaz tonlar, serbest hareketi sağlayan üniformalar… Bizzat kendi kıyafetleri de koyu tonlarda, beyaz yakalı ve lavalier fularlı olur. Bej rengi ise manastır duvarlarının renginden ilhamla doğmuştur.
Ayrıca, Chanel logosunun kaynağı olarak kabul edilen iç içe geçmiş C harfleri, manastırın pencerelerindeki vitraylarda ve yer döşemelerinde bulunmaktaydı.
Ancak Gabrielle Chanel’in Aubazine’de gerçekten kalıp kalmadığına dair maddi bir kanıt yoktur. Haziran 2016’da yayımlanan bir çalışmasında Henri Ponchon, dönemin nüfus kayıtlarını inceleyerek, 1896 baharında —Gabrielle 13 yaşındayken— Thiers kentindeki Durolle Caddesi’nde, annesinin kuzeni Anaïs Clouvel’in yanında yaşadığını ortaya koymuştur. Bu kayıtlarda Gabrielle “çocuk bakıcısı ve hizmetçi” olarak geçmektedir. Bu anlatım, Paul Morand, Louise de Vilmorin, Marcel Haedrich gibi yazarlara verdiği bilgilerle örtüşmektedir: “Annem yeni ölmüştü… En akıllı olan ben, annemin kuzenlerine, o sert Bretanya kadınlarına verildim.” Anaïs Clouvel’in soyundan gelenler de bu bilgileri doğrulamaktadır. Gabrielle’in Aubazine’de kaldığına dair efsane, Edmonde Charles-Roux’nun L’Irrégulière adlı kitabıyla ortaya atılmış ve diğer biyografi yazarları tarafından da sürdürülmüştür. Oysa 1896 yılı Aubazine nüfus kayıtlarında yalnızca Adrienne Chanel (Gabrielle’in halası ve yakın dostu) ismi geçmektedir.
18 yaşına geldiğinde, istemediği bir evlilikten kaçmak amacıyla, ne manastıra katılmak ne de evlenmek isteyen Gabrielle, babasının kız kardeşi Louise Costier’in yanına Moulins’e gider. Burada Notre-Dame kongregasyonuna bağlı Aziz Augustinus rahibeleri tarafından yönetilen bir okula kabul edilir. Dikiş konusundaki bilgisini burada geliştirir; ancak maddi durumu yetersiz olduğu için “yetiştirme” statüsünde kabul edilir ve diğer öğrencilere göre farklı bir muamele görür. Bu okulda, yaşı kendisine çok yakın olan halası Adrienne ile yeniden buluşur. İkisi de sınıfsal kaderlerinden kurtulma arzusu içindedir.
1903’te, dikiş konusunda ustalaşan Gabrielle ve Adrienne, söz konusu rahibeler tarafından Moulins’deki Grampayre evine yerleştirilirler. Bu atölye, çeyiz ve bebek giysileri üzerine çalışmaktadır. Ancak bu Moulins dönemi de tarihçiler arasında tartışmalıdır. Tıpkı Aubazine gibi, burada da kaldığına dair kesin kanıt bulunmamaktadır. Gabrielle Chanel de Moulins günlerinden söz etmeyi sevmezdi.
1907–1908 yıllarında, henüz 24 yaşında olan Gabrielle Chanel, sıradan terzilikle yetinmek istemiyordu. Dikiş atölyelerinde “cousette” olarak anılmak yerine, daha iyi bir gelecek arıyordu. Bu dönemde Moulins şehrinin şık mekânlarından Grand Café’de vakit geçirmeye başladı. Burada, şehirde konuşlanmış 10. süvari alayına bağlı subaylarla tanıştı. Bu subaylarla birlikte, La Rotonde isimli başka bir café-concert mekânına da gitmeye başladı. Çok geçmeden, sahneye çıkmaya cesaret etti; şarkı söylemeye başladı ve müzikhol düşleri kurdu. Subayların karşısında sahneye çıkan genç Gabrielle, sıklıkla söylediği “Qui qu’a vu Coco dans l’Trocadéro?” adlı şarkı nedeniyle artık “Coco” lakabıyla anılmaya başlamıştı. Bu lakap ona ömür boyu eşlik edecekti.
Güzelliği ve çekiciliği sayesinde birçok zengin ve soylu genç adamın ilgisini çeken Chanel, bu dönemde Étienne Balsan ile tanıştı. Balsan, orduyu bırakıp at yetiştiriciliği ve yarışlara yönelmiş varlıklı bir adamdı. Chanel’i Compiègne yakınlarındaki Royallieu malikânesine götürdü. Bu şato, II. Dünya Savaşı sırasında tarihiyle öne çıkacak ve bir simgeye dönüşecekti. Balsan onun hem sevgilisi hem de sadık bir dostu oldu.
Chanel, neredeyse bir yıl boyunca Balsan sayesinde aristokrat çevreleri tanıdı; yüksek sosyetenin görgü kurallarını öğrendi. Ancak ilişkileri kısa sürdü. Chanel, artık onu sevmediğini fark etti, sıkılıyor ve ağlıyordu. 25 yaşındaydı ve gidecek bir yeri yoktu. Yine de bu dönemde, moda dünyasına dair ilk devrimini gerçekleştirdi: Geleneksel amazon elbisesi yerine, deri jodhpurlar, kravat ve saç bandı gibi erkeksi binici kıyafetleri giymeye başladı. Bu yeni tarz, ileride yaratacağı Chanel estetiğinin habercisi olacaktı.
Balsan’ın çevresi sayesinde tanıştığı bir diğer kişi, İngiliz iş insanı Arthur Capel’di—namıdiğer Boy. 1909 yılında Chanel, Capel’in sevgilisi oldu ve onunla birlikte Paris’e taşındı. Capel, ona Paris’te ilk butiğini açtı. Daha sonra I. Dünya Savaşı sırasında kömür taşımacılığından büyük servet elde edecek, aynı zamanda polo sporuyla ilgilenen seçkin bir centilmen olarak tanınacaktı. Capel’in Chanel’e olan desteği sadece maddi değil, aynı zamanda ilham vericiydi. Ancak bu düzensiz aşk, trajik bir sona ulaştı. Capel, evli olduğu İngiliz eşinin yanına gitmek üzere Monako’ya seyahat ederken 22 Aralık 1919’da geçirdiği bir araba kazasında hayatını kaybetti. Chanel, hem sevgilisini hem de hayattaki en büyük destekçisini kaybetmişti—ve derinden sarsıldı.
Gabrielle Chanel, yaşadığı kayıplara ve kısıtlı imkânlara rağmen, hiçbir zaman atıl kalmadı. Moulins’de edindiği temel dikiş bilgilerini ve dönemin ünlü modacısı Lucienne Rabaté’nin verdiği ilhamı değerlendirerek kendine özgü küçük şapkalar tasarlamaya başladı. Bu şapkaları alnına iyice bastırarak takıyor; zarif ama alışılmadık bir görünüm yaratıyordu. Şık kadınların yarış pistlerinde boy gösterdiği at yarışlarına, dönemin büyük modacılarının tasarımlarıyla değil, kendi elleriyle diktiği elbiselerle katılıyordu. Bazen siyah-beyaz, sade okul kızı görünümüyle, bazen de polo tişört, hırka, jodhpurs ya da pantolonla androjen bir tarz benimseyerek dönemin alışılmış kadın kıyafetlerine karşı duruyordu. Bu “tuhaf” ama etkileyici tarz, henüz adı bile konmamış bir devrimin ayak sesleriydi.
1909 yılında, sevgilisi Boy Capel’in cesaretlendirmesiyle Chanel, ilk girişimini Paris’te, Étienne Balsan’ın Boulevard Malesherbes üzerindeki küçük dairesinde başlattı. Tasarladığı şapkalar, aslında Royallieu’daki malikânede kendisi için yaptığı modellerin devamıydı. O dönemde şatonun müdavimleri olan yarı sosyetik kadınlar tarafından beğeniyle karşılanan bu sade ve yenilikçi tarz, zamanla bir müşteri kitlesi oluşturdu. Balsan ise başlarda bu girişimin ticari başarı kazanacağına pek ihtimal vermemişti.
Chanel’in ne teknik eğitimi ne de üretim araçları vardı. Bu nedenle başlangıçta büyük mağazalardan hazır şapka kalıpları satın alıyor, onları kendi zevkine göre süslüyor, ardından yeniden satışa sunuyordu. Ancak onun sade ve rafine yaklaşımı kısa sürede fark edildi. Dönemin modasına hâkim olan gösterişli devekuşu tüyleri ve abartılı süslemelerden arınmış bu tasarımlar, zarafetleriyle öne çıktı. Talep artınca, Chanel yardım için kuzeni Adrienne’i ve kız kardeşi Antoinette’i yanına aldı. Bu ilk atölye, sadece bir moda evinin değil, modern kadının stil anlayışının da doğduğu yer oldu.
Boy Capel ile birlikteliği, yalnızca duygusal değil aynı zamanda profesyonel anlamda da Chanel’in hayatında belirleyici oldu. 1910 yılında, İngiliz sevgilisi Capel’in maddi desteğiyle Gabrielle Chanel, Paris’te 21 rue Cambon adresinde “CHANEL MODES” adıyla ilk modaevi salonunu açtı. Başlangıçta yalnızca şapka tasarımlarıyla öne çıkan bu butik, kısa sürede Paris’in şık kadınlarının ilgisini çekti.
1913 yazında, çiftin Deauville’de geçirdiği bir tatil sırasında Capel ona yeni bir fırsat sundu: İki yaz boyunca kiralanan bir dükkân. Chanel burada da sadece şapkalarla başlamadı; zamanla ceketler, etekler ve sade ama şık kıyafetler de satmaya başladı. Dükkân, kumarhane ile Normandy Oteli arasında, bugünkü 11 rue Lucien-Barrière adresinde yer alıyordu. Paris’te “CHANEL MODES” olarak tanıtılan işyeri, Deauville’de onun tam adıyla anıldı: “GABRIELLE CHANEL”. Bu adım, yalnızca işin ticari büyümesi açısından değil, onun kimlik sunumunda da bir dönüşümün işaretiydi. Butik, kentteki burjuva kadınları arasında kısa sürede popülerlik kazandı.
Chanel’in üçüncü ve belki de en kritik adımı ise 1915 yılında Biarritz’de geldi. Burada açtığı butik, onun ilk gerçek haute couture modaevi oldu. Kadın vücudunun kalıplara sokulmasına karşı çıkan Chanel, etekleri kısaltarak ve bel hattını ortadan kaldırarak kadın modasında çığır açtı. Bu yaklaşım, 1906’da korseyi ortadan kaldıran Paul Poiret’nin devrimci tavrına bir yanıt niteliğindeydi; ama Chanel’in vizyonu daha yalın, daha işlevsel ve daha özgürdü. Biarritz ve Deauville gibi sahil şehirlerinde savaş nedeniyle geçici olarak yerleşmiş seçkin sınıf, onun tasarımlarının ilk müşterileri oldu.
Chanel’in butiklerinin hızla yayılması, yalnızca tasarım başarısından değil, aynı zamanda dönemin toplumsal ihtiyacından doğuyordu: Kadınlar artık daha fazla hareket özgürlüğü, daha sade ama etkileyici bir görünüm ve katı geleneklerden uzak bir şıklık arıyorlardı. Chanel bunu sağlamıştı.
1915 yılı itibarıyla kumaş sıkıntısının baş göstermesiyle birlikte, Gabrielle Chanel alışılmadık bir tercih yaptı: Erkek seyislerin giydiği içlik kumaşlarından, yani jersey adı verilen askeri fanilalardan spor elbiseler dikmeye başladı. Bedeni saran, esnek ve sade bu kumaş, onun “yeni siluet” anlayışını destekliyordu. Beli saran kesimlerden vazgeçen Chanel, bedeni özgürleştiren bir şıklık anlayışı geliştiriyor ve bu anlayışıyla ün kazanıyordu. Kadınlar, onun tarzına uymak için “Coco gibi zayıf” olmaya çabalıyor; kısa saçlı, sade ama işlevsel kıyafetler tasarlayan ilk kadın tasarımcı olarak Chanel, enerjik ve sportif bir hayat tarzından esinlenerek kadın–erkek giyim kodlarıyla oynamaya başlıyordu.
1916 yılında, Deauville’de popüler bir tatil beldesi olan bu şehirde, kuzeni Adrienne’i bir tür canlı manken olarak kullanmaya başladı. Kendisi de şehri dolaşarak kıyafetlerini Avrupa aristokratlarının dikkatine sundu. Bu kadınlar, hâlâ korselerle bastırılmış ve görkemli giysilerle kuşatılmışken, Chanel’in konforlu ve sade tarzı onların gözünde dikkat çekiciydi. I. Dünya Savaşı’nın neden olduğu kumaş kıtlığı ve ev içi hizmetlilere erişimin zorlaşması, kadınların daha pratik ve hareket serbestisi sağlayan giysilere olan ihtiyacını artırmıştı. Chanel bu ihtiyacı fark ederek, o dönem yalnızca erkek iç çamaşırlarında kullanılan Rodier marka jersey kumaşları satın aldı ve buradan hareketle “marinière” (denizci bluzu) modasını başlattı.
1918’de, savaşın hemen ardından, Chanel artık dönemin en önemli haute couture evlerinden birini kurma yolundaydı. Yüzlerce kadın işçiyi istihdam eden bu yapı, onun yalnızca bir modacı değil, aynı zamanda iş dünyasında söz sahibi bir kadın olarak da tanınmasını sağladı. Bu dönemde Boy Capel’e borçlarını ödeyerek “bakılan kadın” statüsünü reddetti. Ancak Capel, aristokrat İngiliz geleneklerine uygun biçimde evlenmek zorundaydı ve Chanel bu durumu annesinin yıllar önce yaptığı gibi kabullendi; onu sevmeye devam etti. 22 Aralık 1919 gecesi, Boy Capel’in Monaco’ya giderken geçirdiği araba kazasında hayatını kaybettiği haberini aldı. Chanel, bu acıyı yıllar sonra “Capel’i kaybedince her şeyi kaybettim” sözleriyle dile getirecekti.
Savaşın kendisini pek etkilemediğini söyleyen Chanel için Capel’in ölümü ise yıkıcı olmuştu. Ancak acıya teslim olmak yerine işine sarıldı. Bu strateji meyvesini verdi: Tasarımlarının başarısı giderek arttı ve bu da onu, modaevini büyütmeye ve işini geliştirmeye daha da teşvik etti.
Garches’ın tepelerinde, bej sıvalı ve siyah panjurlu bir villada yaşadıktan sonra — ki bu renkler daha sonra dekorasyon anlayışında simgesel hâle gelecektir — Gabrielle Chanel 1919 yılı dolaylarında Paris’e, Rue Cambon’a daha yakın olmak amacıyla taşınır. Bu dönemde, 1719 yılında Rohan-Montbazon Düşesi için mimar Lassurance tarafından inşa edilmiş görkemli bir yapı olan Rohan-Montbazon otelini kiralar. Faubourg-Saint-Honoré Caddesi 29 numaradaki bu büyük malikâneye bir piyano ve birkaç sandalye yerleştirerek işe koyulur. Ancak yapının soluk yeşil, “kırık bezelye rengi” olarak tarif ettiği ahşap panellerini — kira sözleşmesi gereği değiştiremese de — büyük aynalarla kaplayarak kendine özgü mekânsal dönüşümü başlatır.
İspanyol ressam ve dekoratör Josep Maria Sert ile yakın dostu Misia Sert, “müthiş bir dağınıklık içindeki Polonyalısı”, bu yeni evi dekore etmesinde ona yardım eder. Chanel, burada sonraki tüm yaşam alanlarında benimsediği barok bir tarzı oluşturur: Coromandel cilalı lake paravanlar, altın yaldızlı ahşap kanepeler, farklı boyutlarda Bohémya kristallerinden yapılmış lambalar, sarkıt kristalli avizeler, Çin vazoları, eski ciltli kitaplar, aplikler ve şömine üzerine yerleştirilmiş antik torso heykelleri bu estetik anlayışın başlıca unsurlarıdır.
Bu ev yalnızca bir konut değil, aynı zamanda bir sanat çevresinin buluşma noktası hâline gelir. Misia Sert ve Pablo Picasso’nun kendilerine ait odaları bulunur. Igor Stravinsky, salonun piyanosunda Cuadro Flamenco adlı Endülüs danslarını besteler; Sergei Diaghilev ise Garrotin adındaki Sevil kökenli cüce dansçıya yemek odasında prova yaptırır.
1921 yılında Paris’te, Place Vendôme’un hemen yakınında Coco Chanel, kısa sürede Rue Cambon’daki 27, 29 ve nihayet 31 numaralı binaları bünyesine kattı. Bugün hâlâ kendi adını taşıyan ünlü moda evi bu adreste faaliyet göstermektedir. Chanel, yalnızca tasarımcılıkla yetinmedi; Normandiya’da kendi kumaş fabrikalarını kurdu ve Bourjois markasının sahipleri Wertheimer kardeşlerle yaptığı ortaklık sayesinde parfümlerinin ticari dağıtımını sağladı.
1920 yılında, Rusya’nın son çarının sürgündeki kuzeni Grandük Dimitri Pavloviç ile yaşadığı ilişki sırasında, Chanel doğu Avrupa motiflerinden ilham aldı ve Slav esintili elbiseler tasarladı. Rivayete göre, ünlü Chanel No. 5 parfümünün şişesi de Rus askerlerinin taşıdığı votka matarasından esinlenilerek tasarlandı. Aynı dönemde şair Pierre Reverdy ile birlikteydi; Reverdy, Chanel’in özdeyişlerini yayımlayarak onun entelektüel yönünü de görünür kıldı. Daha sonra manastır hayatını seçen Reverdy ile yolları ayrıldı. Chanel’in bir diğer aşkı olan Paul Iribe, onun için mobilyalar tasarlarken; Victor Hugo’nun torunu François Hugo ise metalden yapılmış düğmeler başta olmak üzere sahte takılar üretmişti.
1920 sonbaharından 1921 ilkbaharına kadar, Chanel, besteci Igor Stravinsky ve ailesini Garches’taki evinde ağırladı.
1924 sonbaharında Chanel, İngiltere’nin en zengin adamı sayılan Hughes Richard Arthur Grosvenor, 2. Westminster Dükü ile yakınlaştı. Chanel, dükün denizci beresi, pelüş kabanı ve erkek giyimiyle ilişkilendirilen diğer unsurlarını kadın giyiminde yeniden yorumladı. Şıklığı işlevsellikle birleştiren bu modern çizgi, onun stil devrimlerinden birini oluşturdu. Chanel, bu dönemde Gascogne bölgesinde yer alan Aureilhan Gölü kıyısındaki Woolsack şatosunun müdavimi oldu. Ayrıca, Mimizan’daki tatilleri sırasında çalışanlarına da küçük bir tatil imkânı sunarak, ücretli izinlerden önce örnek bir sosyal yaklaşım sergiledi.
Chanel, kısa saç modasını başlatan ilk kadınlardan biri oldu. Paul Poiret’nin kadınları “beslenme yetersizliği yaşayan telgrafçılara” dönüştürmekle suçladığı sade stiline karşılık Chanel, kadınları “haremlerinden kaçmış köleler” gibi göstermek istemediğini söyledi. Kendi deyişiyle sadelik, yoksunluk değil; titizlikle planlanmış bir zarafetti. Plajda ya da akşam davetlerinde giyilebilen pijamalar, kısa pileli etekler, cepli ceketlerden oluşan takımlar gibi pratik ama zarif giysiler sundu. Golf, tenis, deniz sporları gibi etkinliklerden esinlenen bu stil, kadın bedenini özgürleştiren kıyafetlerle yeni bir moda anlayışı yarattı.
1925–1935 yılları arasında Charleston danslarının damgasını vurduğu dönemde, Chanel, diz üstünde biten düşük belli gece elbiseleri tasarladı. 1926’da ise “küçük siyah elbise”yi yarattı. Daha önce yalnızca matemle ilişkilendirilen siyah renk, Chanel’in düz kesimli, üç çeyrek kollu, yakasız krepe elbisesiyle devrimci bir moda öğesine dönüştü. Vogue dergisi bu parçayı “Chanel imzalı Ford” olarak nitelendirdi; tıpkı Ford marka otomobiller gibi erişilebilir, kullanışlı ve şıklığı temsil ediyordu.
Chanel, sadeliği yoksullukla karıştırmaktan kaçınarak sade giysileri etkileyici aksesuarlarla tamamladı. Sahte inci kolyeler, yarı değerli taşlar ve swarovski kristalleriyle süslenmiş bilezikler, Malta haçı motifli takılar ve Bizans ilhamlı broşlar bu dönemin imzalarındandı. Bu sahte mücevherlerin tasarımı Étienne de Beaumont, Paul Iribe ve özellikle Fulco di Verdura gibi sanatçılarla çalışılarak şekillendi.
1927’de, Cap-Martin’de yer alan Roquebrune bölgesinde “La Pausa” adlı malikanesini inşa ettirdi. Mimarlığını Robert Streitz’in yaptığı bu ev, Chanel’in çocukluğunu geçirdiği Aubazine manastırının mimarisinden esinlenilerek inşa edildi. İngiliz ve İspanyol 16–17. yüzyıl mobilyalarıyla döşenen ev, Westminster Dükü’nün mali desteğiyle tamamlandı ve Jean Cocteau, Pierre Reverdy, Paul Iribe, Salvador Dalí ve Luchino Visconti gibi dönemin entelektüel figürlerine ev sahipliği yaptı. Bugün, bu evin bir bölümü ve orijinal eşyaları, Dallas Sanat Müzesi’ndeki Reves koleksiyonunda yeniden sergilenmektedir.
Misia Sert, 1919 yılında Gabrielle Chanel ile, Cécile Sorel’in evinde tanıştı ve İki Dünya Savaşı arası dönemde Chanel’in en yakın dostu oldu. Misia, Paris’in kültürel ve sanatsal seçkinlerini ağırladığı bir salonun sahibiydi ve Chanel’i bu çevrelere o tanıttı.
20. yüzyılın başlarında, Misia Sert pek çok ressam ve müzisyenin ilham perisi hâline gelmişti. Toulouse-Lautrec, Pierre Bonnard, Odilon Redon, Maurice Ravel ve Auguste Renoir gibi isimlerin tablolarında ve eserlerinde onun etkisi görülür. Gabriel Fauré’nin öğrencisi olarak piyano konusundaki yetkinliği, Misia’nın sadece güzelliğiyle değil, müzikal becerileriyle de tanınmasını sağladı. Stéphane Mallarmé ve Marcel Proust’un entelektüel çevrelerinde yer aldı; Erik Satie, Colette, Serge Diaghilev, Picasso, Cocteau, Serge Lifar ve Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Philippe Berthelot ile yakın ilişkiler kurdu. Gazeteciler ona “Paris’in Kraliçesi” lakabını takmıştı.
Chanel’in sanatçılarla yakınlığı her daim sürdü. 1924 yılında, Serge Diaghilev’in yönettiği Rus Balesi için Bronislava Nijinska’nın koreografisini yaptığı, Jean Cocteau’nun librettosunu yazdığı ve Darius Milhaud’nun bestelediği Le Train Bleu adlı balenin kostümlerini tasarladı. Cocteau ile olan dostluğu da bu süreçte derinleşti ve onun Orphée (1926), Œdipe Roi (1937) ve Antigone (1943) gibi yapımlarının sahne kostümlerini tasarladı. Zor durumda olan Diaghilev’i maddi olarak desteklediği gibi, ölümünden sonra Venedik’teki San Michele Adası’nda düzenlenen cenazesinin masraflarını da üstlendi. Chanel’in hayatı boyunca sadık kaldığı arkadaşlarından biri de, her zaman yanında olan Jeanne Toussaint’tı.
Chanel, bu dostluklar aracılığıyla sanat çevrelerinde sıradışı ilişkiler kurdu. Bu çevrelerde toplumsal cinsiyet normlarının dışında yaşayan birçok kadın bulunmaktaydı ve Chanel’in kendisinin de, biyografi yazarları Lisa Chaney ve Hal Vaughan’a göre, bazı kadınlarla duygusal ilişkileri oldu. Söz konusu yazarlar onun açık bir biseksüel olduğuna dikkat çekerler. Bu yönü, özellikle İkinci Dünya Savaşı sırasındaki bazı tutumlarını daha da düşündürücü kılar.
Chanel’in sanatsal üretimi sinema alanına da yansıdı. 1939 yılında Jean Renoir’ın yönettiği La Règle du jeu filmi için kostümler hazırladı. Amerika Birleşik Devletleri’ne yaptığı bir ziyarette ise üç Hollywood filmine katkı sağladı: 1931 tarihli Palmy Days ve Cette nuit ou jamais, 1932’de ise The Greeks Had a Word for Them filmlerinin kostüm tasarımlarını üstlendi.
Coco Chanel, aynı zamanda kendi parfüm serisini başlatan ilk modacıdır. Parfümörü Ernest Beaux’nun katkılarıyla, dünya çapında üne kavuşacak olan No 5 (1921) başta olmak üzere, No 22 (1922), Gardénia (1925), Bois des Îles (1926) ve Cuir de Russie (1926) gibi ikonik kokular yaratıldı. Ürününü uluslararası düzeyde pazarlamak isteyen Chanel, 1924’te Pierre ve Paul Wertheimer kardeşlerin ticari deneyimlerinden faydalandı. Bu işbirliği sonucunda Wertheimer kardeşler Chanel Parfums’un %70’ine sahip oldu. Bugün, onların soyundan gelen Alain ve Gérard Wertheimer, Chanel evinin tamamının sahipleridir.
1927 ile 1944 yılları arasında Chanel, Béarn bölgesindeki Corbère-Abères şatosunda düzenli olarak konakladı ve çalışmalarını burada yardımcılarıyla sürdürdü. 1930’lu yıllarda, bir yandan işçileri tarafından dile getirilen sosyal taleplerle, öte yandan Paris haute couture dünyasının yükselen yıldızı Elsa Schiaparelli ile rekabetle karşı karşıya kaldı. Bu dönemde daha sade bir silueti tercih ederek, özellikle ipek muslin, tül ve dantel gibi hafif ve şeffaf kumaşlardan yapılmış gece elbiseleri tasarladı. Bu elbiseler çoğunlukla beyaz, siyah veya bej gibi nötr renklerdeydi ve bazen inci ya da stras taşlarıyla süslenmişti. İçeride dikili bir kombinasyon barındıran bu basit kesimli elbiseler, kadınların bir hizmetçiye ihtiyaç duymadan giyinmelerine olanak sağlıyordu. Biraz daha sonra ilk balkon tipi sütyenleri içeren elbiseler tasarladı, 1937 yılında ise “çingene tarzı” olarak bilinen bir silueti moda dünyasına tanıttı.
Chanel’in incilerden asla vazgeçmeyen bir tarzı vardı; takılar konusunda da tutkulu bir zevke sahipti. 1924 yılında takı atölyesini açtı. Étienne de Beaumont ve daha sonra Fulco di Verdura, Chanel evinin takı koleksiyonlarının gelişmesinde önemli rol oynadı.
Ancak Chanel, 1932 yılında yeniden dikkatleri üzerine çeken bir hamle yaptı. Uluslararası Elmas Birliği’nin talebi üzerine, ilk yüksek mücevher koleksiyonu olan “Bijoux de Diamants”i yarattı. Elmaslar platine yerleştirilmişti; bu, 1929 ekonomik krizinin hemen ardından oldukça cüretkâr bir adımdı. Place Vendôme’un geleneksel mücevhercileri, meslek dışından biri olan bir “modacının” mücevher tasarımcılığına soyunmasını sert biçimde eleştirdiler. 2011 yılında Chanel evi, bu koleksiyona ait 1932 tarihli bir filmi tesadüfen gün yüzüne çıkardı. Yine de Chanel’in kendi mücevher departmanını kurması 1993 yılını buldu.
1939 yılına gelindiğinde, Coco Chanel’in liderliğini yaptığı atölyede 4.000 işçi çalışıyor ve yılda 28.000 sipariş üretiliyordu.
1939’da savaş ilan edildiğinde Coco Chanel, “mavi-beyaz-kırmızı” renklerinde vatansever bir koleksiyon sunduktan sonra modaevini aniden kapatarak tüm çalışanlarını işten çıkardı. Bu karar, 1936’daki grevlerde daha iyi koşullar talep eden işçilerine karşı bir tür misilleme olarak görülür. Chanel, savaş boyunca yalnızca parfüm alanında faaliyet göstermeye devam etti.
Savaşın yarattığı kaostan ve antisemit yasaların uygulanmasından yararlanmak isteyen Chanel, yalnızca %10’una sahip olduğu ikonik No 5 parfümünün tüm haklarını elde etmeye çalıştı. 1941’de Alman yetkililere başvurarak parfüm şirketinin hâlâ Yahudilere ait olduğunu ve terk edilmiş sayılması gerektiğini iddia etti. Ancak bu girişim başarısız oldu, çünkü Wertheimer kardeşler şirketin kontrolünü savaş öncesinde yasal yollarla yakın dostları Félix Amiot’ya devretmişti.
Chanel, 1937’den itibaren Paris’teki Ritz Oteli’nde yaşamaya başladı ve savaş boyunca burada kaldı. Otel, Alman hava kuvvetlerinin karargâhı hâline geldiğinde dahi, Chanel burada sevgilisi Hans Gunther von Dincklage ile birlikte yaşamayı sürdürdü. Dincklage, Alman istihbarat servisi Abwehr için çalışan bir ajandı. Hal Vaughan’ın istihbarat arşivlerine dayanan biyografisine göre, Chanel de “Westminster” kod adıyla F-7124 numaralı bir Abwehr ajanı olarak kayıtlara geçti.
Chanel’in bu işbirliği yalnızca ticari değil, aynı zamanda siyasi içerik de taşıyordu. 1943’te Naziler, onun Winston Churchill ile olan geçmiş ilişkisini kullanarak İngiltere ile ayrı bir barış yapma çabasında “Modellhut” adlı gizli bir operasyon başlattılar. Chanel, Berlin’de SS subayı Walter Schellenberg ile görüştü, ardından bu mektubu Churchill’e ulaştırması için tanıdığı Vera Bate Lombardi’ye verdi. Ancak Lombardi Londra’ya varınca Chanel’i ve diğerlerini İngilizlere ihbar etti ve plan başarısızlıkla sonuçlandı.
Chanel’in savaş dönemindeki faaliyetleri, daha sonra antisemit görüşlere sahip olduğu yönündeki suçlamalarla gölgelendi. Ekstrem sağcı çizer Paul Iribe ile olan ilişkisi, 1933’te antisemit içerikli Le Témoin dergisinin yayınlanmasına katkı sunması ve bazı Yahudi aileleri küçümseyen açıklamaları, bu eleştirilerin temelini oluşturdu. Vichy rejimiyle bağlantılı isimlerle yakın ilişkiler kuran Chanel, savaş sonrası bu ilişkileri ve casusluk iddialarını yıllarca inkâr etti ama tarihe, zarif silüetlerin arkasındaki daha karmaşık ve karanlık bir figür olarak geçti.
Eylül 1944’te, Fransa’nın kurtuluşunun hemen ardından Coco Chanel, Fransız İç Kuvvetleri (FFI) bünyesindeki bir tasfiye komitesi tarafından kısa süreliğine sorgulanır ancak yalnızca iki saat sonra serbest bırakılır. 1927 yılında Westminster Dükü ile olan ilişkisi sırasında tanıştığı Winston Churchill’in kendisi lehine devreye girdiği iddia edilir. Ancak bu konuda tarihçiler arasında hâlâ bir fikir birliği bulunmamaktadır. Churchill’in, bir yargılama durumunda Nazi sempatizanı olduğu ortaya çıkabilecek bazı elit İngiliz yetkilileri ya da kraliyet ailesi üyelerini korumak adına Chanel’i kurtarmış olabileceği öne sürülmektedir. Öte yandan, söz konusu komitenin o günlerde Chanel’in Nazi işbirliğiyle ilgili bugün bildiğimiz belgelere ve bilgilere sahip olmaması da serbest bırakılmasını açıklayan etkenlerden biri olabilir.
Bu olayın ardından Chanel, kendisine sürgün gibi bir sükûnet sunan İsviçre’ye, Lozan’ın yukarısında Cenevre Gölü kıyılarına yerleşir. On yıl boyunca burada yaşar ve ara sıra Paris’e döner. İsviçre’de Valmont Kliniği’nde tedavi görür; Montreux tepelerinde yer alan, pek çok ünlünün uğrak noktası olan Steffen çay salonunda sıkça görülür.
Bu sırada Paris’te moda dünyası bambaşka bir yönelim içerisindedir. Christian Dior’un “New Look” (Yeni Görünüm) adını verdiği tarz büyük sükse yaratır: daracık korselerle oluşturulan arı bel ve kabartılmış göğüsler, guêpière (yarım korse) gibi aksesuarlarla vurgulanır. Chanel için bu moda akımı tam anlamıyla bir yıkımdır. Kadın bedenini özgürleştirme uğruna yıllarca verdiği emeğin, kalıplara sokulan bu yeni görünümle hiçe sayıldığını düşünür. Dior’un stiline karşı açık bir duruş sergileyerek gelecek yıllarda bu akıma sert muhalefet edecektir.
1954 yılında, 71 yaşına basmışken, Chanel, işgal yıllarında haklarını elinden almaya çalıştığı Wertheimer kardeşlerin ısrarıyla modaevini yeniden açmayı kabul etti. Wertheimer’ler, Chanel’in isminin hâlâ büyüleyici bir etkisi olduğuna inanıyor ve onun varlığının parfüm satışlarını canlandıracağını umuyorlardı. Chanel yeniden tasarıma yöneldi ancak ilk koleksiyonu, dönemin gözdesi olan Christian Dior’un tarzıyla taban tabana zıt olduğundan dolayı pek olumlu karşılanmadı. Dior’un, savaş sonrası dönemde büyük ilgi gören balon etekli ve göğüs kısmı belirginleştirilmiş siluetlerine karşılık, Chanel kadın bedenini saran sade kesimli elbiseler ve androjen bir duruş savunuyordu.
Yine de Chanel, zamanla etkisini yeniden kurdu. Yünlü tüvit kumaştan dikilmiş ceket-etek takımları, ipek bluzlarla tamamlanıyor; iki renkli ayakkabılar ve altın zincirli kapitone çanta —yani efsanevi 2.55 modeli— bu yeni Chanel tarzının vazgeçilmezleri haline geliyordu. Bu sade ama zarif stil, kısa sürede klasikleşti ve defalarca taklit edildi.
Chanel’in kıyafetleri dönemin ünlü sinema yıldızları tarafından giyilmeye başlandı. Romy Schneider ve Jeanne Moreau, Louis Malle’in 1958 yapımı Les Amants (Aşıklar) filminde, Delphine Seyrig ise Alain Resnais’in 1961 yapımı L’Année dernière à Marienbad (Geçen Yıl Marienbad’da) filminde Chanel giyiyordu. Jackie Kennedy, eşi John F. Kennedy’nin suikasta uğradığı gün pembe bir Chanel takımı giymişti.
1957’de Chanel, Dallas’ta bir “Moda Oscarı” ile onurlandırıldı. Marilyn Monroe’nun, gece yatarken sadece “birkaç damla No 5” sürdüğünü söylemesi ise, bu parfümün kült statüsünü perçinledi.
1954’ten itibaren takı tasarımı görevini Robert Goossens üstlendi. Aynı zamanda, markanın yeni parfümörü Henri Robert’ın öncülüğünde yeni kokular geliştirildi: Pour Monsieur (1955), No 19 (1970) ve Cristalle (1974).
Chanel, müşterilerini ve dostlarını, couture evinin ikinci katındaki iki odalı dairesinde ağırlıyor; fakat yaşamını hemen yanındaki Ritz Oteli’nde tuttuğu bir süitte sürdürüyor, orada kalıyordu.
1960’lı yıllarda Mary Quant ve André Courrèges tarafından popülerleştirilen mini etek modası yaygınlaştı. Ancak Chanel bu trende kesin bir şekilde karşı çıktı. Dizlerin çirkin olduğunu düşündüğü için etek boyunu asla dizin üzerine taşımadı. O, klasikleşmiş tüvit takımlarından vazgeçmedi ve dönemin pop müzikle gelen Anglo-Sakson etkilerine karşı ilgisiz kaldı.
Haute couture defilelerini, Paris’teki 31 rue Cambon adresindeki modaevinin birinci kat salonlarında gerçekleştirdi. Bu defileleri, üst kata çıkan merdivenlerin basamaklarına oturarak izlerdi; salonun duvarlarını süsleyen aynalar sayesinde, müşterilerinin tepkilerini dışarıdan fark ettirmeden gözlemlenebiliyordu.
1968 Mayıs olaylarıyla birlikte, moda dünyasında da yeni bir dönem başladı: hippi dalgası, estetik ölçütleri ve yaşam tarzlarını değiştirdi. Chanel bu türden değişimlere karşı hep mesafeli olmuştu. Ona göre gerçek moda, sokaktan çıkan değil, sokağa inendi; halkın içinden geçmeyen bir tarzın anlamı yoktu. Ancak bu dönemde Chanel giderek daha despotik, daha içine kapanık biri hâline geldi. Deneme seansları, defileler, mankenler ve ona hayran kadınlarla çevrili bir dünyaya hapsolmuştu. Edmonde Charles-Roux şöyle yazacaktı: “Chanel hiçbir zaman yaşam tarzının aslında Sert’ten ödünç aldığı formüllerle kurulduğunu itiraf etmeyi sevmedi. Bunu inkâr ederken sergilediği sertlik, onu ele veriyordu.”
Kuru, huysuz ve giderek sertleşen bir mizaca bürünmüştü. Son yıllarında yanında çoğu zaman sadece Jacques Chazot ve yıllardır sırdaşı olan Lilou Marquand bulunuyordu. Modaevindeki prova süreci üzerine Paule de Mérindol şunları söylüyordu: “Her şey tek kelime etmeden olurdu. Chanel bir modele kızdığında ağzı kare şekline bürünürdü. Bazen bir elbiseyi, birinci sınıf terzi çok iyi diktiği için, aşağılamak adına parçaladığı olurdu. Chanel’de sessizlik bile ağırdı.” Gençliği, mini etekleri ve kot pantolonlarıyla küçümsüyor; dönemin feminizmini açıkça eleştiriyordu. “Demir kadın” imajına rağmen, derin bir yalnızlık ve iyileşmemiş kişisel yaralarla boğuşuyordu. Kendisine sadık kalan dostlarından biri de, Dük Hugh Grosvenor ile paylaştığı anılarıyla bilinen Aimée de Heeren idi.
10 Ocak 1971 tarihinde, 87 yaşında, Paris’te Place Vendôme’daki Ritz Oteli’ndeki süitinde hayata gözlerini yumdu. Cenaze töreni Madeleine Kilisesi’nde yapıldı; Salvador Dalí, Serge Lifar, Jacques Chazot, Yves Saint Laurent ve Marie-Hélène de Rothschild gibi isimler törene katıldı. Chanel, İsviçre’nin Lozan kentindeki Bois-de-Vaux Mezarlığı’na, 9. bölümdeki 129-130-131 numaralı aile mezarına gömüldü. Mezarı, Chanel’in kendisinin tasarladığı, küçük yeğeni Gabrielle Palasse-Labrunie’nin eşi Jacques Labrunie tarafından yapılan bir anıt oldu. Gabrielle Palasse-Labrunie, onun hayatta kalan tek doğrudan akrabasıydı.
11 Ekim 1965 tarihli vasiyetnamesine göre, Chanel yaklaşık 10 milyon dolarlık servetini, Coga Vakfı’na (Coco ve Gabrielle isimlerinin baş harflerinden türetilmiş) bıraktı. Bu vakıf, Palasse-Labrunie ve bazı İsviçreli avukatlarca yönetilecek; dostlarına, çalışanlarına ve bazı sanatçılara maaş bağlamakla görevli olacaktı.
Chanel No. 5 neden bu kadar devrimci kabul edilir?
Çünkü o döneme kadar parfümler genellikle tek bir çiçek notasına odaklanırdı. Chanel No. 5 ise çok katmanlı, soyut bir kompozisyondu. Ayrıca sade, geometrik şişe tasarımıyla da “lüks” anlayışını yeniden tanımladı.
Coco Chanel, kadın giyimini nasıl değiştirdi?
Kadınlara korse yerine özgürce hareket edebilecekleri kıyafetler sundu. Pantolon giyen, şapka takan, koyu renk giyen kadın figürü sayesinde feminenlik yeni bir anlam kazandı. Aynı zamanda erkek giyiminin rahatlığını ve fonksiyonelliğini kadın modasına taşıdı.
Chanel sadece moda markası mıdır?
Hayır. Chanel bir moda markası olmanın ötesinde, modern kadının bağımsızlık, zarafet ve sade şıklık arayışının sembolüdür. Parfüm, makyaj, aksesuar ve yaşam tarzı unsurlarıyla çok katmanlı bir kültürel fenomene dönüşmüştür.
Chanel markasının günümüzdeki önemi nedir?
Hâlâ sadeliği ve klasizmi savunan bir estetik sunar. Moda dünyasındaki hızlı tüketime karşı, zamansız parçalarla tepki verir. Ayrıca kadın özgürlüğü, bağımsızlık ve kendine yeterlik kavramlarıyla kültürel bağını korumayı başarır.
Coco Chanel neden tartışmalı bir figürdür?
İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi bağlantıları ve antisemit ilişkileri nedeniyle tarihçilerin eleştirilerine maruz kalmıştır. Buna rağmen modaya ve kadın kimliğine yaptığı katkı yadsınamaz.
Sinema ve Televizyon: Coco Chanel’in sıra dışı hayatı, moda dünyasında bıraktığı iz kadar güçlü bir şekilde sinema ve televizyon yapımlarına da yansımıştır. 1981 yılında George Kaczender tarafından çekilen Chanel Solitaire adlı filmde Chanel’i Marie-France Pisier canlandırmıştır. Bu film, Chanel’in gençlik yıllarından itibaren yaşadığı zorluklara ve yükselişine odaklanır.
2009 yılı ise Chanel’i konu alan iki ayrı yapımla öne çıkar. Anne Fontaine’in yönettiği Coco avant Chanel filminde genç Gabrielle Chanel’i Audrey Tautou canlandırır. Film, Chanel’in yetimhanedeki çocukluğundan başlayarak modaya adım atış sürecini konu alır. Aynı yıl vizyona giren Coco Chanel & Igor Stravinsky, Jan Kounen tarafından yönetilmiş ve Anna Mouglalis’in Coco Chanel’i canlandırdığı bu film, Chanel’in ünlü besteci Igor Stravinsky ile yaşadığı ilişkiyi ve bu dönemin sanat ve moda üzerindeki etkilerini işler.
Modaevi Chanel’in kreatif direktörü Karl Lagerfeld de bu mirası beyazperdeye taşımıştır. 2013 yılında siyah-beyaz kısa film Once Upon a Time… ile Keira Knightley’i Coco Chanel olarak izleyiciyle buluşturmuştur. Aynı yıl Lagerfeld’in yönettiği bir diğer kısa film The Returnde ise bu kez Géraldine Chaplin, Chanel rolünü üstlenmiştir. Film, Chanel’in 1954’te modaya dönüş hikâyesine odaklanır.
2024 yılında yayınlanan Cristóbal Balenciaga adlı dizide, Chanel karakteri Anouk Grinberg tarafından canlandırılmıştır. Bu yapım, Chanel’i, çağdaşı Balenciaga ile birlikte 20. yüzyıl modasının mimarları arasında gösteren bir anlatı sunar.
Coco Chanel’in hayatı ve kişiliği, hem biyografik hem de kurgusal eserlerde defalarca ele alınmıştır. Edmonde Charles-Roux’nun 1974’te yayımladığı L’Irrégulière ou mon itinéraire Coco Chanel, onun çelişkilerle dolu hayatına kapsamlı ve edebi bir yaklaşım sunar. Claude Delay’ın 1983 tarihli Chanel Solitaire adlı eseri de Chanel’in kişisel ilişkilerine ve yalnızlığına odaklanır. Amerikalı yazar Karen Karbo, 2009 yılında yayımlanan L’Évangile selon Coco Chanel kitabında, Chanel’in hayat felsefesini bir tür yaşam kılavuzu olarak sunar.
Chris Greenhalgh’ın 2003 yılında yayımlanan romanı Coco et Igor, Chanel ile besteci Igor Stravinsky arasındaki ilişkiyi edebi bir dille işler ve daha sonra sinemaya da uyarlanır. İlginç bir diğer örnek, Salvador Dalí’nin 1944’te yayımlanan tek romanı Visages cachés’de yer alır; Dalí, Chanel’den esinlenerek romanındaki Solange de Cléda karakterini yaratmıştır.
Coco Chanel’in yaşamı sahneye de taşınmıştır. Thierry Lasalle’ın yazdığı Mademoiselle Chanel en hiver, onun ilerleyen yaşlarında iç dünyasını ve geçmişe bakışını teatral bir dille ele alır. Bu tek kişilik ya da küçük kadrolu oyunlar, Chanel’in karmaşık karakterini doğrudan seyirciyle buluşturarak onun efsanesini canlı tutar.
Amerikalı besteci Michael Benthall’ın Coco adlı müzikali, 1969’da New York’ta ilk kez sahnelenmiş ve Chanel’in hayatını müzik ve dansla anlatmıştır. Müzikalin başrolünde sahneye çıkan Katharine Hepburn, Chanel’in karizmatik ve inatçı ruhunu canlandırmasıyla büyük beğeni toplamıştır.
Coco Chanel üzerine çekilen belgesellerin başında Jean Lauritano’nun 2018 tarihli Les Guerres de Coco Chanel adlı çalışması gelir. Bu belgesel, özellikle Chanel’in savaş dönemindeki politik tercihleri ve toplumsal etkisi üzerine yoğunlaşır.
2021 yılında Belçika yapımı iki bölümlük Coco Chanel dizisi, La Trois kanalı ve Proximus Pickx platformlarında yayımlanmış, Chanel’in yaşamına detaylı bir bakış sunmuştur. 2024 yılında Apple TV’de yayımlanan The New Look adlı dizide Coco Chanel karakteri Juliette Binoche tarafından canlandırılmış, dizide özellikle Chanel’in Christian Dior ile ilişkisi ve savaş sonrası moda dünyasındaki yeri ele alınmıştır.
2008 yılında yayımlanan Coco Chanel adlı televizyon filmi, Chanel’in hayatını iki farklı oyuncuyla anlatır: Shirley MacLaine, İsviçre’den döndüğü ve modaevini yeniden açtığı yaşlılık dönemindeki Chanel’i, Barbora Bobulova ise gençliğini canlandırır. Bu yapım, onun hem kişisel hem de profesyonel dönüşümüne ayna tutar.
Kanadalı yapımı Frankie Drake Mysteries adlı polisiye dizinin 2018 tarihli ikinci sezon beşinci bölümünde (“Dressed to Kill”), Coco Chanel’in adı ve etkisi dolaylı biçimde hikâyeye yansır.
Tabii bu popüler kültürde izleri şöyle de sürülebilir: Marilyn Monroe, “Sadece Chanel No. 5 ile uyuyorum,” diyerek bu parfümü popüler kültür ikonuna dönüştürdü. Audrey Tautou’nun başrolünü oynadığı Coco Before Chanel (2009), tasarımcının hayatını ve yükselişini beyazperdeye taşıdı. Andy Warhol’un Chanel No. 5 baskıları, markayı modern sanatın da bir parçası hâline getirdi. HBO’nun Sex and the City dizisinden The Devil Wears Prada filmine kadar Chanel, güçlü kadın karakterlerin vazgeçilmez simgesi olarak gösterildi.
Chanel, sadece kumaşlardan ibaret bir moda markası değil; kadının kendine biçtiği rolü yeniden inşa eden bir kültürel aktördür. Coco Chanel’in yaşamı ve mirası, parfümden cekete, felsefeden modaya kadar pek çok alanda etkisini sürdürüyor. Her zaman güncel kalan ve zamanla yarışan bir sade şıklık vaadiyle…
► EKOFEMİNİZM
► FEMİNİZM VE TARİHSEL GELİŞİMİ
► PARFÜMÜN TARİHİ
► TÜKETİM KÜLTÜRÜ
► POPÜLER KÜLTÜR