Bizi dünyaya bağlayan tek sabit: hem evimiz hem de kaçmaya çalıştığımız hapishane.
Beden, insanın doğuştan sahip olduğu ve ölümle birlikte terk ettiği fiziksel varoluş alanıdır. Sinir sisteminden kas yapısına, organlardan duyulara kadar karmaşık bir yapı olan beden, yalnızca biyolojik bir taşıyıcı değil, aynı zamanda toplumsal normların, kültürel beklentilerin ve bireysel kimliğin taşıyıcısıdır. İnsan hem bedeniyle dünyayı deneyimler hem de o bedenin sınırları içinde yaşar. Bu yönüyle beden, kişinin ilk yurdu, ilk sınırı ve son tanığıdır.
Beden; sadece hücrelerden, kaslardan ve kemiklerden ibaret değildir. Her çağ ve kültür, bedeni farklı biçimlerde anlamlandırmıştır: kutsal beden, günahkâr beden, arzunun bedeni, hastalıklı beden, çalıştırılan beden… Tıpkı bir metin gibi okunur, yazılır ve yorumlanır. Estetik anlayışlar, giyim biçimleri, yasaklar ve özgürlükler hep bedene kazınır.
Evet. “Beden hafızası” terimi, travmaların, alışkanlıkların ve duygusal deneyimlerin bedensel düzeyde kaydedildiğini savunur. Bir dokunuş, bir koku ya da bir refleks; geçmiş bir olayı hatırlatabilir. Kas hafızası gibi, ruhsal izler de bedende saklanır. Terapötik alanlarda bedenle çalışmak, bu yüzden zihinsel konuşmadan daha etkili olabilir.
Bu, özgürlüğü nasıl tanımladığınıza bağlı. Beden, sınırlayıcıdır: ağrır, yorulur, yaşlanır, ölür. Ama aynı zamanda özgürleşmenin de aracıdır: dans edebilir, üretebilir, sevebilir. Bedeni inkâr etmek değil, onunla dost olmak, özgürlüğün ilk adımıdır. Foucault’nun dediği gibi, beden iktidarın hem nesnesi hem de direniş alanıdır.
Modernite, bedeni bir verimlilik aracına dönüştürdü. Endüstri çağında makineye benzetilen beden, bilgi çağında estetik bir vitrine dönüştü. Spor salonları, estetik ameliyatlar, beslenme uygulamaları, sosyal medya filtreleri… Beden, artık yalnızca var olmak için değil, “beğenilmek” ve “onaylanmak” için şekillendiriliyor. Norm dışı bedenler ise görünmez kılınıyor ya da dışlanıyor.
Fiziksel olarak çürür, toprağa karışır, yok olur. Ancak bir bedenin varlığı, başkalarının zihninde iz bırakır. Fotoğraflar, ses kayıtları, anılar… Beden gider ama yankısı kalır. Kimi inanç sistemlerinde bedenin bir gün “dirileceği” varsayılırken, seküler anlayışlarda beden ölümle nihayet bulur. Ama her hâlükârda, bedenle yaşanmış her deneyim, yaşamın toplamına dâhildir.
Sinema, edebiyat ve sanat, beden teması etrafında dönen sayısız anlatı üretmiştir. David Cronenberg’in “body horror” sineması, bedeni hem korkunun hem dönüşümün nesnesi olarak ele alırken, Chuck Palahniuk’un Fight Club romanında beden, sistemin dayattığı rollerle savaşın alanıdır. Marina Abramović’in performanslarında beden, sanatın kendisine dönüşür. Dijital çağın görsel kültüründe ise beden, filtrelenmiş, yapaylaştırılmış bir fanteziye indirgenir.
Beden, insan varoluşunun en dolaysız ve en karmaşık yüzüdür. Onunla doğar, onunla sınanır ve onunla vedalaşırız. Beden, hem bireysel bir kimlik alanı hem de toplumsal bir kurgu zeminidir. Kimi zaman bir savaş alanı, kimi zaman bir aşka açılan kapıdır. Modern yaşam, bedeni daha önce hiç olmadığı kadar müdahale edilir bir nesneye çevirmiştir. Ancak tüm teknoloji, estetik ve sembollere rağmen beden, hâlâ yaşamın çıplak gerçekliğidir.
► ZAMANIN RUHU
► DİJİTAL MAHREMİYET
► ANARŞİZM
► PSİKOSOMATİK
► ALTER EGO