Köksaplar – ustalarla bir hasbıhâl

"Devletler, uluslar, toplumlar, topluluklar...hepsi canavarların, canavarlaşmanın bin türlü halini sergiliyorlar utanmadan zamanımızda. Zalimler aynı millettendir demişlerdi, öyle olduğu görülüyor. Biz mazlumlardan yana kalalım. Zalimlerin hizmetindeki her tür mahluka da nefretimizi kusalım. Zirâ elimizde başka bir silah yok."

Henüz ilkokul yıllarında roman yazan, sonrasında şiirde karar kılan, üniversite yıllarında otellerde çalışan, reklamcılıkta kendini bulan bir şair Vural Bahadır Bayrıl…

Bugün ‘kült’ bir dergi olarak kabul gören ve 7 sayı çıkan Şiir Atı’nın kurucuları arasında… Behçet Necatigil Şiir Ödülü (Melek Geçti, 1992) Türkiye Yazarlar Birliği’nin Yılın Şiir Kitabı ödülü (Şer Cisimler, 2000) dahil pek çok ödül kazandı.

Köksaplar, Bayrıl’ın yayımlanan son kitabı…

Son dönemde yaptığı çeviriler ile ilgi toplayan şair Cem Yavuz, Vural Bahadır Bayrıl ile konuştu; nam-ı diğer W. B. Bayrıl ile…

Cem Yavuz: Sevgili Baha; Özgüvarlığını Toz Ağacı’nda titreşmeye adamış o ulu şairlerden birinin, Hölderlin’in (Cemderlin’in!) soluğuyla selamlıyorum Köksaplar seyrini:

“Sen ey göksel ilhamın sınırsız hazzı, nasıl uzlaştırdıysan bir zamanlar unsurları
G e l, dindir öylece bende bu devrin dağdağasını
Bir yola koy şu kudurgan savaşı göğün esenlik sunan ezgisiyle;
Bozuşmuş olan ne varsa birleşinceye dek fani kalpte,
İnsanın vakur ve yüce, o kadim doğası,
Bu ekşiyip duran çağdan cıvıl cıvıl doğrulana dek heybetle.
Dön ey diri güzellik halkın muhtaç kalbine!
Dön ziyafet sofralarına, dön yeniden mabetlere!
Kış vakti açan o narin çiçekler gibi yaşıyor çünkü Diotima,
Özgüvarlığıyla zengin, gene de güneşi arıyor ama.
Oysa çekilmiş güneşin canı, batmış güzelim dünya
Kasırgalardır hırlaşan anca gecenin ayazında.”

Ekşiyip duran insan mayasına dair dingin bir ağıt tonu sezdiğim ve senin şiir seyrinde “özge bir nefha” olarak gördüğüm Köksaplar boyunca bana adeta “Pirlere Niyaz Ederiz”in ezgisi eşlik etti. Peki, yaz esintilerinin müstamel hüznündense hırlaşan keder kasırgalarına açtığın bu yeni kanvasta nelerdi, kimlerdi senin eşlikçilerin? Zira şiir adlarının yanına eklediğin versiyon belirteçleri, bir tür tutanak izlenimi veriyor…

Vural Bahadır Bayrıl: Yaştan mıdır bilmem, bir süredir şiir bana önce bir ritim, bir ezgi olarak gelmeye başladı. Belli belirsiz, uykuyla uyanıklık arasındaki bir hâl gibi… Kelimeler ise bu dönüp duran ritmi cisimleştirdi. Birkaç kelime kırıntısı, sonra parçalı bir iki kelime ve en sonunda dize… Ardından bu sessel, ritimsel yapı birbirine eklenerek oluş’a kavuştu. Nedenini sorma, bilmiyorum çünkü. Daha önce kelimeler belirir, onların peşine takılır giderdim. Bu kez nedense farklı.

Kırk yılı aşkın bir zamandır şiir okuyor ve naçizâne yazıyorum. Uzun, zahmetli, yıldırıcı bir cehd oldu, oluyor. Filmde Neo’nun âni bir farkına varışla bütün Matrix’i rakamlardan oluşmuş bir yapı olarak görmesi vardır ya, yine bir süredir okuduğum bir şiiri, onu var eden büyük bir ağ içinde görmeye başladım. Köksaplarını görür oldum. Nasıl kâinat üç beş temel atomdan oluşuyorsa, bir şairin/şiirin nasıl da başka şairlerden/şiirlerden yapıldığını görür oldum. Böylece Köksaplar’ın macerası da başlamış oldu.

Mallarme’nin Tombeaux şiirleri vardır. Sevdiği şairlere yazdığı mezar taşı şiirleridir. Hâlâ da birçok dizesi tartışılır, üzerine makaleler döktürülür. Bizim geleneğimizde ise devasa bir “nazire” geleneği bulunur. Çok incelmiş, çok iyi işlenmiş, çok zengin bir gelenektir. Kendi içinde müthiş bir ağ doku oluşturur. Bu ikisini birleştirme fikri belirdi zihnimde. Nasıl yaparım diye düşünürken, sevdiğim şairleri/şiirleri düşündüm… Elbette bütün şiir serüvenime bakıldığında metinler arası ağda yıllardır keyifle gezindiğim görülecektir. Bu kez farklı bir şey yapayım istedim. Kitaptaki bütün şiir başlıkları, başka bir şiirin başlığı ya da bilinen dizesidir. O şiir başlıklarını kullanarak başka bir yola gideyim istedim. O nedenle de şiirlerin yanına versiyon numaralarını koydum. Nerelerden geldi bu şiir bana? Dünyadaki bütün şairleri birbirine bağlayan o sonsuz ağı düşünerek. Bir şairin bilinçdışının temel taşlarını yoklayarak yaptığı lirik bir yolculuk bu. Kırk bir şiirde bıraktım yahut tamamladım kitabı. O da bir maşallah olsun dedim. Yoksa elbette kırk bir şiir ve şairden ibaret değil bütün mülküm. Çağrıma, niyazıma yanıt veren ustalarımla bir hasbıhâl… Kırk bir sayısının permütasyonlarını yaparsan, ulaşacağın sayının büyüklüğünü bir düşün. Şairlik de, şiir de böyle bir şey sanırım.

CY: “Crimen Fue En Granada 2.0” başlıklı şiirde, tercetleri dokuyan “Nepenthes” etçil bir bitki. Merdivende ölümü bekleyenler, derisi yüzülenler, kafatası taşla parçalananlar, dimdoğru boyunları ortodokslukların ilmeğine kurban edilenler… Kıtalar boyunca şiirde (ve resmi tarihte) kimleri yedi, tüketti Nepenthes!

VBB: Nepentes ile ilk kez bir Oktay Rifat şiirinde karşılaşmıştım. Araştırdım. İki anlamlı bir kelime. İlki bitkibilimde etçil bir bitki olarak sınıflandırılmış. Bugün ağırlıkla onu biliyoruz. Fakat bir başka anlamı daha var. Eski Yunan’dan. Tanrılar/tanrıçalar acıdıkları kişilere, insandaki kederi, hüznü, sıkıntıyı gideren, unutturan bir ambrosia yani bir iksir hediye ederlermiş. İçen, derdi, kederi, acıyı, tasayı unuturmuş. Şiiri her iki anlamı da içerecek ama ağırlıklı olarak ikincil anlamı üzerinden kurdum. Dünyada iktidarlar, zalimler, katiller ve aşağılık alçaklar tarafından öldürülmüş, zulüm görmüş tüm şairleri düşünerek. Din, dil, kültür, ulus fark etmeksizin. Machado’nun Lorca için yazdığı ağıdın bir dizesini de resitatif olarak kullandım şiir boyunca. Bu zulüm ve kıyıcılıktan bizim yakın ve uzak tarihimiz de elbet payını aldı.

CY: Eşlikçisi ve ustası bol şiirlerden biri olan Akşam 8.0 bir kabul ve bir soruyla açılıyor: “Melal burcuna vardın / Akşam mıydı senin de kitabın?” Bu köksapın en belirgin uçları Haşim ile

Akşam benim kitabım. Kapakları
erguvani damaskla ışıl ışıl müzeyyen;
çözüyorum altın tokalarını

serinkanlı ellerle, telaş etmeden.

Ve okuyorum ilk sayfasını,
şad olup aşina nağmesinden, –
ve daha sessiz okurken ikinci sayfayı,
üçüncüyü hayal ediyorum şimdiden.

diyen Rilke. Madem artık akşama vardı senin de yeryüzü kitabın, aynı melal burcunda başka hangi yorgun kâlpler salınmış çağır bakalım…

VBB: Elbette Rilke, elbette Haşim ama Baudelaire, Verlaine, Yahya Kemal, Apollinaire,Tarancı, Necatigil, Hilmi Yavuz…say sayabildiğin kadar. İnsan ile akşam arasındaki vaktin tuhaf bir bağlantısı var. Belki de neandertal atalarımıza kadar gidiyordur bu bağ… “Melâl Burcu”na gelince. Bir önceki kitabımda belirdi usulca. Bu kitapta ise iyice açığa çıktı. Bilirsin Necatigil’in burçlar yazısı vardır: şairin yolculuğunu üç aşamada anlatır Necatigil. Gurbet, Hasret, Hikmet diye. Ben buna bir başka, bir ara aşama olarak “melâl”i ekledim. Gurbet ile Hikmet arasında bir ara durak olarak. Du bakali, neler olacak?

CY: “Yeis ile Tabanca 2.0″da Sansar’ın tükenen nefesini yankılayan “pembe sanayi” niçin ayaklanmadı?

VBB:  Sistem soğurdu çünkü “pembe sanayiyi”…Hepsi şimdi onlyFans’ta takılıp, para kazanıyorlar. Sistemi besleyip, bir parazit gibi ortakyaşarlık hâlinin keyfini çıkarıyorlar.

CY: “The Hollow Men 2.0″da tıpkı T. S. Eliot’ınki gibi beş bölüme yayılan hiciv ve öfke tonu, bu defa Eliot nezdinde, “kâr”ı muhafaza etmeyi din belleyen bezirgânların medeniyet teranelerine karşı giderek Spino-Marxist bir manifesto havasına bürünüyor. Heidegger’in Rilke şiirlerinden hareketle geliştirdiği bir kavramla söyleyecek olursam, dikkat çekici bir “risk alma” (wagen) deneyimi olarak okunabilecek The Hollow Men 2.0’ı, Hölderlin’in Gebet für die Unheilbaren (Devasızlar için dua) şiiriyle akran saymak da mümkün. Sen ne dersin?

Çabuk ol ey duraksayan zaman, ipe sapa gelmez olana götür onları,

Başka türlü anlatamazsın onlara nasıl da makul olduklarını.

Çabuk ol, büsbütün çürüt, o korkunç hiçliğe götür onları,

Ne denli çürümüş olduklarına başka türlü inandıramazsın onları.

Asla dönmez ikrarından, kandırılmadıkça bu ahmaklar,

Çürümeyi görmedikçe — dönmez asla bunlar.

VBB:  Bu iki yüzlü ve sahte muhafazakârlıktan sıkıldım günümüzdeki. Sıtkım sıyrıldı iyice. Doğrudur. Bir tür “spino-marxist enternasyonal” bildirisidir o şiir… Bunu da Eliot üzerinden yaptım. Büyük bir şairdir Eliot. Önemlidir, kayda değerdir. Bakılmadan geçilemez, özellikle de modern şiirde. Fakat bu “leylakoğlan”ın geçirdiği dönüşümlere, razı olduğu, boyun eğdiği uzlaşımlara bakarsan müthiş bir kişilik erozyonu görürsün. İsyan deyü başlayıp, evet efendim, sepet efendim, aman da ne şahaneyiz, zart zurt yerli ve milliyiz diye sistemin kapıkulu olan herkese gelsin bu sözlerim. Kesinlikle iğreniyorum hepsinden. “Tek dişi kalmış canavar” hepsini bir hamlede yuttu, öğüttü ve sonra tükürdü. Şimdi bir balgam olarak varlıklarını sürdürüyorlar. Sümüksü bir yapı…

CY: Ne diyordu müntehir şair:

Kandırıp öyle sevdiler seni
sen kandırıp öyle sevemezsin.
Şimdi dolu bir silahı
Boş kalbine sık gitsin

Tudod, hogy nincs bocsánat (Biliyorsun Özür Yok), Niemandsrose, Angina Pectoris, Yenisey’in Aktığı Geceye; József Attila, Celan, Nâzım, Mandelştam! Yoksa şair öldürmek, kaide midir insan- kakan rejimlerde?

VBB: Rejimin türü ne olursa olsun, “bütün şairler biraz yahudidir”, itilip, kakılan. Öyleydi bu yüzyılın ortalarına kadar en azından. Şimdi aynı zulüm kervanına tarihin bu en ezilip, cefa gören topluluğu da katıldı. Devletler, uluslar, toplumlar, topluluklar…hepsi canavarların, canavarlaşmanın bin türlü halini sergiliyorlar utanmadan zamanımızda. Zalimler aynı millettendir demişlerdi, öyle olduğu görülüyor. Biz mazlumlardan yana kalalım. Zalimlerin hizmetindeki her tür mahluka da nefretimizi kusalım. Zirâ elimizde başka bir silah yok.

CY: Köksaplar, şiire ve soyağacından kopmamış şaire saygı duruşu kabilinden “beklerüz” redifli usta işi Nöbet Gazeli 62.2 ile girdabını derinleştirirken dünya edebiyatında birkaç örneğini görmekle birlikte Türkçede daha önce hiç rastlamadığım Köksaplar Günlüğü de yine aynı gazelle girdaptan boy veriyor. Dert ve suç ortağın Baha’nın dramatik monologları ve şiirlerin esinlediği / şiirleri esinleyen köksapların ressam ikizinin elinden çıkmış desenleri ile örülmüş Köksaplar Günlüğü, diğer yandan okuyucuya şiirlerin ‘Var’ageliş sürecine tanıklık etme imkânı da sağlıyor…

Dostum Rainer Maria, çevirdiğim pek çok mektubundan birinde şöyle söylüyor: “Doğayla, güçlü olanla, gayret sarf edenle, parıldayanla bir yerlerde koşulsuz bir hevesle birleşmek ve en basit, en alelade şeylerde dahi hilesiz bir anlayışla ileriye doğru hamlede bulunmak… Neşeyle el attığımız her işte, henüz parçalanmamış uzaklara her bakışımızda, sadece bu anı ve bir sonrakini dönüştürmekle kalmıyor, aynı zamanda maziyi de içimizde dönüştürüp dokuyor; nelerden oluştuğunu ve (kim bilir) ne kadar yaşam dürtüsünü çözünmüş halde kanımıza yaydığını bilmediğimiz acının yabancı bedenini eritiyoruz!”

İmdi, Köksaplar Günlüğü’nde her şiirin sonunda şükranlarını sunduğun (ve benim de otuz küsur yıl evvel esenlemiş olduğum) Cosmodei, sence de Rilke’nin bu harikulade ifadeleriyle dile yani Varlıkevine kavuşmuş olmuyor mu?!

VBB: Herhalde birisi akıl edip yapmıştır bir şiir kitabının günlüğünü tutmayı. Fakat ben bilmiyorum. Aslında kendim için tuttuğum notlardı onlar başlangıçta. Başka kitaplarım için de böyle günlükler tuttum, tutarım, tutuyorum hâlâ. Gün yüzüne çıkmamış olsalar da. Şiir kitabını “ikizim, dert ve suç ortağım Baha’ya” adarken aklıma geldi. Şair W. B. Bayrıl ile o kadar uzun zaman geçirdi ve onun bin türlü saçmalığına katlandı ki Baha, en azından çektiği zulmün küçük bir parçası kayda geçsin istedim. Okur da tanıklık etsin. Köksaplar Günlüğü’nün temel motivasyonu budur. Öte yandan bir eser, kitap nasıl kurulur, şairin bütün o vaveylalarını bir kenara bırakarak okunursa, okur o yaratıcı sancıyı, didişmeyi, şairin praxis’ini de ilk elden izleyebilir. Ne anlamı varsa?

Nöbet Gazeli başlıklı şiir ve “beklerüz” redifli gazel kitabın kapanış anını temsil ediyor. Benim tüm büyük ustalarıma bir saygı duruşudur o şiir. Türkçe’nin ve dünya şiirinin evrensel lirik geleneğine duyulan bir minnettarlık. Türkçe gazellerde tarihsel olarak en çok kullanılmış fâ‘i lâtün / fâ‘ilâtün / fâ‘ilâtün / fâ‘ilün kalıbına yakınsayarak yazdım. Kimi yerlerde kırdım kalıbı, kimi yerlerde uydum. Bir bildiri havası taşısın da istedim. Elbette başlangıçta Fuzuli’nin ünlü “Cîfe-i dünyâ değil kerkes gibi matlubumuz/Bir bölük ankâlarız Kâf-ı kanâat bekleriz” beytini merkez almıştım. Şair, bu akbabalar, leş yiyiciler çağında ne yapmalı, nerede durmalı, nasıl var olmalı sorusuna da odaklanarak. Fakat sonra şiir ilerledi, kapsamı genişledi. Neyse uzatmayayım, şiiri bitirdim, bir kenara koydum. Üzerinden zaman geçti. Başka bir şey araştırırken bir Macar Türkolog’un, Benedek Peri’nin bir makalesine denk geldim. Bilirsin, Türkolojiyi aslında Macarlar kurmuştur. Kimse alınmasın ya da boş ver alınacaklar alınsın, Macar Türkologlar bizimkilere beş basarlar. Makale on beşinci yüzyıldan başlayarak günümüze kadar gelen “beklerüz” redifiyle yazılan şiirlerin (nazirelerin) oluşturduğu şiirsel ağı, son derece yetkin bir biçimde, kaynaklarıyla birlikte inceliyordu. Benim bir şair sezgisiyle ulaştığım yere o bir bilim adamı olarak ulaşmıştı. Çok şaşırdım, ama bir yandan da hoşnut kaldım açıkçası.

Cosmodei’ye gelince. Ne anlama geldiği, hangi dil onu hangi sözcük ve anlam katmanıyla karşılamış olduğunu bilen bilir. Benim için anlamı, büyük ustalarımız Spinoza ile İbn-i Arabi’ye bin selam olsun’dur! İnsan tek’ini kâinat ve Varlık ile buluşturan büyük ruhlar onlar. Kitabın kapanış şiiri de zalimlerin, katillerin, hırsız ve yağmacı muktedirler ile onların çanak yalayıcılarına kapak olsun!

Velev'i Google Haberler üzerinden takip edin

ÖNERİLEN İÇERİKLER

WP Twitter Auto Publish Powered By : XYZScripts.com