"Kaçtığı" Almanya'da, Türk işçi göçünün aşina olduğumuz fotoğraflarına imza atan sanatçılardan Mehmet Ünal, bu yıl 50’incisi gerçekleşen Uluslararası Kemnade Festivali'nde çalışmaları ile yer alıyor. Türklerin yaşadığı "gettoları" fotoğraflayarak Almanya'ya tanıtan Ünal, hem eski hem yeni işlerini, fotoğrafçılık heyecanını Velev'e anlattı...
Almanya’nın Bochum kenti, ülkedeki farklı halkların ve kültürlerin görünür hale gelmesinde özel anlamı olan bir etkinliğe ev sahipliği yapıyor. Bochum Sanat Müzesi öncülüğünde bu yıl 50’incisi gerçekleşen Uluslararası Kemnade Festivali, bir dönemin maden ve çelik üretiminin kalbi, ağır sanayi tesislerinin bacalarının gökyüzünü griye boyadığı bölgede farklı sanat disiplinlerinden onlarca sanatçıyı bir araya getiriyor.
1979 yılında kente kazandırılan yapay göl Kemnader See’den adını alan festival, ülkede yaşayan farklı milletlerin kültürel çeşitliliğine vurgu yapıyor; tiyatro, resim, fotoğraf ve edebiyatla kendilerini ifade etme biçimlerine imkân sağlıyor.
Fotoğrafları ve “Sanat ve Aktivizm Arasında Belgesel Fotoğrafçılık” başlıklı sunumu ile festivalde yer alan foto muhabiri ve gazeteci Mehmet Ünal, usta oyunculardan aldığı derslerle bir dönem İstanbul’da çeşitli tiyatrolarda oyunculuk yapmış, “kaçtığı” Almanya’da kozasını örmüş, Türk işçi göçünün aşina olduğumuz fotoğraflarına imza atmış bir sanatçı.
Her ne kadar birkaç gün önce Köln’de buluşup “gurbet hikâyeleri” ve “memleket meseleleri” üzerine kilometrelerce yürüyerek sohbet etsek de söyleşimiz serginin açılmasından önce, estalasyonuna son rötuşlar yapılırken mümkün oldu.
Sergide gördüğümüz fotoğrafları ne zaman, hangi vesile ile çektiniz Mehmet abi?
Şimdi içinde bulunduğumuz Bochum Sanat Müzesi, benim fotoğrafları çektiğim yıllarda Bochum Müzesi olarak biliniyordu. Müze’den bana 1974 yılından başlayan ve devam eden festival için davet geldi. İstedikleri Bochum’daki Türklerin konut sorunlarını anlatan fotoğraflar çekmemdi. 1981 yılında fotoğrafları çektik ve yine bu binada sergiledik.
Sergilenen fotoğraflar müzenin arşivinde yer alan fotoğraflar mı, yoksa sizden yeniden istedikleri kopyalar mı?
Sergilenen fotoğraflar geçen yıl adını bilmediğimiz birisi tarafından Köln’de bulunan dokümantasyon merkezine (DOMID) hediye edilmiş çalışmalarım. Dolayısıyla onları artık geri alamıyoruz. Bereket ki benim arşivimde de varlar. Fotoğraflar çekildiği zaman Türkiye’deki Simavi ailesinin Günaydın gazetesinde de yayımlanmıştı. Proje kapsamında 50 kare fotoğraf seçmiştik. Aralarında sokak fotoğrafları da, “getto” diyebileceğimiz Türklerin yoğun olarak yaşadığı mahallelerden görüntüler de var bu seçki içinde. Fotoğraflar sergide ve gazetelerde görüldükten sonra “olay” oldu. “Türkler bu kadar kötü konutlarda mı yaşıyor, öyle olduğunu bilmiyorduk,” dedi yerel yöneticiler. Ama durum buydu ve biz göstermiş olduk. Biraz aksiyon bir sergi oldu.
Sanıyorum fotoğraflar başınıza iş de açtı, siz “Almanya’yı kötü gösterdiğiniz için” az kalsın işinizden oluyordunuz.
Evet, işsiz kaldım. Ben o zamanlar Türk Danış dedikleri resmi bir kurumda çalışıyordum. Kurumun şefi aynı zamanda şehir parlamentosunda fraksiyon şefiydi. “Şehirde böyle kötü yerler yok, niye gösterdin,” diye beni hedef aldı. Beni işten atmaya kalktı. Tabi sendikamızın arkamızda durmasıyla işsiz kalmaktan kurtulduk ama Almanya içinde tayin adı altında sürgün üstüne sürgüne gönderildik.
Tayinler ya da sürgünler nerelereydi?
Bochum’dan Herne’ye, oradan Dortmund’a… Her üç ayda beni farklı bir yere gönderiyorlardı. En sonunda ben kendim buradan 300 kilometre uzağa tayinimi istedim. Gittiğim yerde çok dostane karşılandım. Yine aynı kuruluş ama farklı yerdeki farklı yöneticiler, beni bağırlarına basmışlardı.
Siz haklı olmalısınız ki, aynı fotoğraflarınız yıllar sonra aynı müzede sergileniyor.
O yöneticiler unutuldu ama bu fotoğraflar unutulmadı. Yine bu sefer yine aynı festivalde sergileniyor. O zamanki notlarla, bilgilerle sergide yer alıyor. Çünkü bizim Almanya’yı iyi göstermek ya da kötü göstermek diye bir düşüncemiz yoktu. Olanın peşindeydik ve yalın gerçeği herkese gösterdik. Fotoğraf o günlerden bu yana tutkuyla yaptığım bir iş. Tutkuyla yapılan işler ses getiriyor, kalıcı oluyor.
Siz Almanya’da yaşayan, Türkiye’den gelen göçmen işçileri sadece “sipariş” üzerine çekmediniz. Onların son 50 yıllık maceralarına da tanıklık ettiniz. Burayı biraz açabilir miyiz?
Ben inatla kırk yıl hep Almanya’daki Türkleri çektiğim için Almanya’daki ve Türkiye’deki bazı meslektaşlarım, “Bu adam manyak mı? Kırk yıl bir konu çekilir mi?” diyorlardı bana. Değil mi? Yeryüzünde bir çok fotoğraf konusu var… Ben hep o sözleri onların cahilliklerine verdim. Hakkımda konuşulanlara aldırmadım. Belki de benim çalışmalarımın kalıcı olmasının sırrı burada. İşte, fotoğrafın kendi olanaklarından gelen 1978 yılında, 1981 yılında çektiğimiz fotoğraflar şu an millete ilginç geliyor tabii. Yani bir tarihi saptıyoruz, bir olayı saptıyoruz. Artık dördüncü nesil Türkler Almanya’da babaları, dedeleri gibi giyinmiyorlar mesela en azından. Ya da onlar gibi davranmıyorlar. Onlar Almanca bilmiyordu. Bunlar şakır şakır Almanca konuşuyorlar. Hatta bulundukları şehrin lehçesini bile konuşuyorlar. Bu değişimi ve dönüşümü ben kendi imkanlarımla belgeledim.
Fakat yeni fotoğraflar çekmiyorsunuz, yeni nesli onlardan biri çalışmalı diyorsunuz. Neden böyle düşünüyorsunuz?
Ben Almanya’ya geldiğimde benim için her şey yeni ve farklıydı. Geldiğimde Türkiye’de bunları farklı yaşamıştım. Böyle arabalarla geliyorlardı, temiz giysilerle, bilmem nelerle. Sonra ben ‘77 yılının başlarında buraya geldiğim zaman baktım ki hiç de o bize Türkiye’de gösterdikleri gibi değiller. Dolayısıyla onların içinden çıkmış gibi oldum ben. Şimdiki gençlik de kendi içlerinden birisi çıkıp buradaki kendi sorunlarını ele alması lazım. Hani dışarıdan bakınca bana öyle geliyor. Fotoğrafta dışarıdan bakmakla içeriden bakmanın bir farkı var biliyorsun. Hani içinden bakamam diye düşünüyorum. O yüzden yapmadım.
Siz Türkiye’de bir tiyatro oyuncusuydunuz, ustalardan ders almıştınız? Neden Almanya’ya geldiniz?
Buraya kaçmış oldum Türkiye’den… 1970’li yıllar, herkes bilir, rahat duramıyordunuz Türkiye’de tabii. Benim eşim Almandı, artık gidelim, biraz da onun memleketinde yaşayalım diye geldik buraya. Türkiye’de evimiz giriş kattaydı. Mesela biz masada oturamıyorduk. Çünkü “Bizden değilsin” meselesi vardı o zaman. Benden değilsin, karşıdansın, tarıyorlardı evi. Halbuki biz ne bunlardandık ne de onlardan. Kendimiz tiyatro yapıyorduk. Sol tiyatro diyorlardı yaptığımıza… Muhsin Ertuğrul ne kadar solsa, Ayla Algan, Beklan Algan -bunlar benim hocalarım- ben de o kadar sol olabilirdim. Onların Türkiye’ye, mesela Muhsin Hoca’nın Türkiye’ye Atatürk kadar iyiliği olmuştur sanat konusunda. Keza Ayla Hanım, Beklan Bey gibi bir sürü öğrenci yetiştirdiler. Birçok oyunlarda oynadılar, filmlerde oynadılar. Bizim tiyatro halkı, Beklan Bey ile kurduğumuz tiyatronun adı Halk Evleri Deneme Tiyatrosu’ydu. Sonra, yetmiş beşten sonra Halk Sahnesi Oyuncuları diye bir tiyatro kurduk. Bakırköy’de. Sonra Samatya’da Altan Ağabey’in (Erbulak) tiyatrosunun karşısında bir salonda oynadık. Yakılana kadar. Sahne yakıldığı zaman da kaçtık. Ben Almanya’ya kaçtım. Diğer arkadaşlar kaldılar.
“Almanya’ya kaçtım,” dediniz. Neden bu cümleyi kurdunuz?
İşte karımla beraber kaçmış olduk. Yoksa biz gidelim burada rahat edemeyeceğiz. Tabi tiyatronun belediyeye vergi dairesine karşı tiyatronun sahibi bendim. Kiracı bendim. Bereket o zamanlar Hasan Zengin Amca binanın sahibi, bizim kiramızı şey yaptı. Hani bağışladı “Tamam çocuklar”, dedi. Öyle kurtulabildik her şeyden.
Almanya’ya geldiğinizde önce ne yaptınız?
Dil öğrenmek için bir kursa kaydoldum hemen. Ben gelir gelmez sabah dokuz, öğlen bir, on üç yani, saat dokuz ile on üç arası Inlingua Dil Okuluna gittim. Öğleden sonra evde çalıştım. Akşamları da Halk Yüksek Okullarındaki dil kurslarına gittim. Ve bu işi iki ayda çözdüm. Yani sıfır Almancadan tercümanlık yapabilecek hale geldim. Ama tabii iki ay çok ciddi çalışarak, yani neredeyse sekiz saat, günde on saat Almanca yapıyorduk. Bir de Susam Sokağı programını çok izledim. Orada çok güzel anlatıyor. Eins, zwei.. İşte böyle ilk öğrenirken bana kolaylık verdi o Susam Sokağı. Türkiye’de makinem vardı ancak amatör takılıyorduk ve sadece arkadaşlarımızın şunu bunu çekiyorduk ama fotoğrafçılık diye bir şeyimiz yoktu. Bir girişimim yoktu çünkü biz artist olmak istiyorduk, aktör olmak istiyorduk. Bizim tiyatronun bir fotoğrafçısı vardı, o çekerdi bizleri. Sonra sonra bir ara İngiltere’ye gittim ben. Orada bir Yashica makine aldım. Karanlık oda aldım falan. Orada da amatör olarak çekiyorduk. Sonra buraya geldiğimde aktör olarak iş bulmak çok zordu. Hani ya Türk rolü veriyorlardı ya da karısını döven Türk. Esrar kaçıran Türk. Bilmem uyuşturucu satan şu Türk. Ben de bunları oynamıyordum. Diyordum ki, “Ben en iyi adamlardan öğrendim.” Yani mesleğim var. Başka roller de verebilirsiniz. Ama olmadı öyle. Gittikçe bu işin içinden kendimizi soyutlamış olduk. Sonra günlük bir Avrupa’da Türkler için bir gazete muhabir arıyordu, yerel muhabirler. Ben de gittim. “Bu yüz kilometre daire içinde en iyi Türk muhabiri benim. En iyi fotoğrafçı da benim” dedim. Öyle başladı bu iş.
Hangi gazeteydi?
Günaydın gazetesi. O zaman, evet. O zamanlar öyleydi. Sonra ben zaten bir sene sürmedi, çıkartıldım. Çünkü onlar benim Almanya’da çektiğim bir konut sorunu problemini Hollanda’da konut sorunu diye haber yaptılar. Ben dedim,“Bakın bizim kartımızda öyle yazmıyor. Hani fotoğrafçı gördüğü olgulara dayanan gerçekleri anlatır,” diyor. “E siz Hollanda haberine Almanya fotoğrafı koymuşsunuz. Bu olmaz efendim,” dedim. “E ceketini al, git,” dediler bana. Bunu deyince, dolayısıyla son buldu hayatım. Alman gazete, dergi, yayın evi gibi yerlerle çalıştım. Cumhuriyet o zaman şey diyordu… Galiba doksanlı yıllar…
Cumhuriyet için ne yaptınız?
Bunlar çok satamıyorlar o zamanlar. Türkiye’den buraya gönderilen sayfalar tekrar basılıyor. Bayat haberlerle gazete burada çıkartılıyor. Sonra dedik ki gazete yirmi sayfa, en az altı sayfasını ya da on sayfasını burada yapalım. Çünkü insanlar kendilerini buldukları bir gazete satın alsınlar diye. İşte o zaman Cumhuriyet’in öyle bir girişimi olmuştu. Ben yüzü aşkın portrelediğim insanları orada anlattım. Önce şey başladık, “Öteki Almanya’dan Portreler” diye. Yani “Almanya’nın İçindeki Öteki Almanya’dan Portreler” diye. Onları yaptık. Sonra da benim başka haberler için ya da başka niyetle çekilmiş bir takım böyle fotoğraflarım vardı. Onlara ben ”Karşılaşmalar” diye bir seri yazdım. Yani diyelim ki A4 bir sayfa düşünün, yarısı fotoğraf yarısı metin. Ya artık öyle bir doksan hafta, doksan sayı falan gitti. İçinde önemli projeler var orada. Yanis Ristos var, Yaşar Kemal var, Rafael Alberti var. Yani bunlar, özellikle Rafael Alberti, Yanis Ristos, o ülkelerin Nazım Hikmet’i yani. Buna eyvallah demek lazım. O da vardı, La Posionaria, Dolores Ibarruri. 1936 yılında İspanya’da cumhurbaşkanı seçilmişti bu bayan. Yani ben onun fotoğraflarını o yıllarda değil de seksenli yıllarda fotoğrafladım. Böyle bu insanlarla bir seri yapmak istiyordum. Proje şeysiz yürümüyor, desteksiz ve redaksiyonsuz. Bir redaksiyon olacak, onlar bir şey söyleyecekler. O zaman biz de kollayacağız. Bu da var, bu da girer bu gazeteye diye. O zaman ürün çıkıyor ama böyle serbest sokaklarda dolaşmaktan bir şey çıkmıyor. Yani ben çıkartamıyorum.
Çünkü niyetine girdiğinizde Ritsos bile ayağınıza gelmiş oluyor. Ritsos tanışma hikâyesinde burada bir parantez açabilir misiniz?
Ben Paros Adası’nda, Yunanistan’ın Paros Adası’nda benim bir arkadaşımın butiği vardı. Sula Bozis. Sula’yı ziyarete gittik biz. Onlar Türkiye’den kaçmışlardı o zaman. Kocası Yorgo’yla beraber. Atina’ya kaçmışlardı. Sula, Paros’da bir mekân açmıştı. İşte bir akşam orada sahildeki bir lokantada yemek yiyoruz, çoluk çocuk falan işte şey yapıyoruz. Yanında da bir masa var, sarışın bir çocuk, bir de esmer bir kız falan. Bunlar şey yaptılar, Almanca konuştuğumuzu duyunca çocuklara gel git falan, onlar daha böyle küçüktü. O sarışın adam , “Ya masaları birleştirelim,” dedi Almanca.“Hadi birleştirelim” dedik. Yanındaki kız arkadaşı da vardı, Madam Damvergi annesinin adı, Yannis Ritsos’un gençlik arkadaşıymış. Yani mücadele arkadaşıymış. Bir telefon ettiler. Ertesi sabah “Atina’ya gelsin,” dediler. Ben adadan gemiyle Atina’ya gittim. Yannis Ritsos’la buluşmuş olduk. Atina’daki evinde. Yani böyle çıktı. Söyleşi yaptık, çevirttirdik, yayınladık Türkiye’de.
Son günlerde ne yapıyorsunuz? Kamera taşıyor musunuz, daha çok editlerle mi uğraşıyorsunuz?
Tabii fotoğrafı terk edemiyorum. Yürürken, ederken görüyorum hep. Bir şey görüyorum, çekmek istiyorum. Fakat ülkemizde yani Türkiye’de fotoğraf nedense para etmiyor. Kıymetsizleşti. Kıymetsizleşti diye bir tavır var ortada. Dolayısıyla sonra şey geldi, çekeceğim, ne yapacağım bu fotoğrafı diye. İşte ara sıra böyle Türkiye’de uzun fotoğraf turlarına giderken makinemi alıyorum tabii. Ama işte o şeye göre, ışığa göre, şeye göre yaptığımız fotoğrafları çekiyoruz. Yoksa iPhone ile çekiyoruz. O kadar uzun. Bugüne kadar.
Bugüne değin farklı sergiler açtınız. Bunları hangi başlıklar altında toplayabiliriz?
Almanya’da “Her Yerde Yabancı Olmanın, Ne Demek Olduğunu Sen Bilmezsin” başlıklı bir sergiyle başladı. Ondan sonra “Otel Almanya” diye. Sanki Türk işçileri burada otelde kalıyorlarmış gibi.“Otel Almanya” diye yaptım. Daha sonra “İki Yabancı Göz, Bir Anlık Bakış” diye. Alman şair Kurt Tucholsky’nin bir şiirinin tek şeyidir bu, nakaratıdır.“İki Yabancı Göz, Bir Anlık Bakış.” Yani bunu da fotoğraf ile yaptım. Öyle bir seri yaptım. Ondan sonra 30. yıl için, Türk Göç’ünün 30. yılı için “UNGÜLTIG”, yani “Geçersiz” diye bir sergi yaptım. Almanya’ya gelmek için yaptıkları, Tophane’de çektirdikleri vesikalık fotoğrafları buldum. Onları aldım ve otuz yıl sonra onları ben portreledim. İkisini karşılıklı koydum. Bir de Almanca hakkında bir şeyler söylettiler. Daha sonra “Yağmur Sıcağı” diye bir sergi yaptım.
“Yağmur Sıcağı” kelimesi Almanca’da yok. Onu biz Almanca’ya kazandırmış olduk. Regen Hitze diye. Alman’ın mantığına girmiyor bu yani yağmur sıcağı. Bunu da Endonezya’da fotoğraf çekerken yağmur sıcağı o kadar bastırmıştı ki yani hem yağmur yağıyor hem sıcak. Fotoğraf çekemez durumdaydım o zaman. Oradan aldım o ismi de. Buradaki entelektüel diyelim. Doktordur, hekimdir, gazetecidir. Yani böyle biraz yönetici pozisyonunda çalışan Türkleri çektim bütün Almanya’dan. Onlarda da yağmur sıcağı işte. Onlar da her şeylerini yapıyorlar ama işte meşhur olamıyorlar, kitapları yayınlanmıyor. Yani öyle bir darlıkta hissettim ben kendimi de. Onu yaptım. Sonra çeşitli ufak kentlere, Almanya’ya vefa borcumu ödemek için küçük küçük sergiler yaptım. Mesela o şehirdeki yabancıları çektim, sergiledik. Para mara almadım bunlardan, benim Almanya’ya vefa borcum olsun dedim. Onu ödedim. Ondan sonra da 2011 yılında, göçünün 50. yılı, Türk göçünün. Ona bu dört bölümde, en son bölümde fotoğraflar çektim.
Onlar renkli zaten. Bu dört bilimden bir sergi çıkardık, yüz fotoğraflık. Onu da Ebert Vakfı, Frederik Ebert Vakfı, otuz beş-otuz altı şehirde sergiledi Almanya’da. O üstlendi patronajını. Ondan sonra da o sergi Türkiye’ye gitti. İzmir’de, İstanbul’da, şurada burada sergilendi. Ondan sonra kapattık. Türkiye’de çok fotoğraf çektim tabii. Söyleşiler dışında bir şey yapmadık yani.
Şimdi daha çok Türkiye’de yaşıyorsunuz. Orada mı burada mı daha huzurlusunuz, rahatsınız?
İki yerde de iyi hissetmiyorum. Birincisi Türkiye benim bıraktığım gibi değil bir defa. Orası kesin. Bu yeni kapitalist sisteme de millet alışamıyor herhalde. Böyle yalan dolan çok. Saygı sevgi kalmamış yani. Bakma işte Türkler şöyle sayar, böyle sever, misafirperver falan. Hayır, ben on yıl, on küsur yıl orada yaşıyorum, böyle bir şeyle karşılaşmadım. Türkler kazıklıyor. Almanlar ise kuralcı. Hala ne güzel Almanca konuşuyorsun, nerede öğrendin diyorlar. Ben, yani affedersin, bok gibi para verdim özel okullara. Onu da öğrendim. Yerli oldukları için onlar para vermediler okullara. Çocuklarıma da soruyorlar. Hala tabii kırk küsur yıldır hala bir normalleşmeye gidememiş Almanya. Hani çalışıyorlar hala. Allah selamet versin. Belki başarırlar.
Peki buraya gelenler kabuğundan çıktı diyebilir miyiz? Oldu diyebilir miyiz?
Belki olmuştur. Ben 1976’nın sonunda geldim. Kaç nesil oluyor? Benim en büyük çocuğum kırk altı yaşına girdi. Yani iki nesil, üç nesil mi oluyor? Ama hala yabancı düşmanı var. Naziler var. Sağ oylar yükseliyor. Geçen gün, o filmi (Öğretmenler odası) Oscar’a aylar gösterilen çocuk (İlker Çatak) da şikayet ediyor. O işte yeni jenerasyon. En son jenerasyondan. O da aynı şikâyetleri yapıyor benim kırk sene önce yaptığım gibi. İki ucu kirli değnek yani, öyle bir şey.