Sırrı Süreyya Önder
1950’lerden bugüne Türkiye siyasi tarihine dönüp bakan biri için, Sırrı Süreyya Önder’in adı bir “dipnot” gibi görünebilir. Ne var ki, onu tanıyanlar bilir: Önder, hiçbir zaman alt satırda yer alan biri olmadı. Hep satır aralarından konuştu. Bazen bir senaryo yazdı, bazen bir protestoya öncülük etti, bazen de Meclis kürsüsünde şiir okudu. Ama nerede konuştuysa, dikkat çeken hep aynı şeydi: Sesinin tonu.
1962’de Adıyaman’da doğdu. 12 Eylül’ün karanlığında gençlik yıllarını yaşadı. Babası, dönemin TİP milletvekili Ferit Önder’di. Henüz lise çağında, öğrenciyken politikayla tanıştı; genç yaşta cezaevine girdi. Bu deneyim, onun hayata bakışını değiştirdiği gibi, yazı diline de damgasını vurdu.
1980’lerde İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne girdi, ama tamamlayamadı. Daha sonra sinemaya yöneldi. Ankara Film Festivali’nden ödüllerle dönen kısa filmleriyle dikkat çekti. 2006’da vizyona giren, senaryosunu yazdığı ve yönetmenliğini Muharrem Gülmez’le birlikte yaptığı Beynelmilel adlı film, onu sinema kamuoyunda daha da görünür kıldı. Film, 1980 darbesi döneminde geçen bir taşra hikâyesiydi ama asıl anlatmak istediği, Önder’in kendi çocukluğuydu: Mizah yoluyla direniş.
Sırrı Süreyya Önder, TBMMde Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Yasasına ilişkin görüşme oturumunda.
2011’de siyasi arenada sürpriz bir çıkış yaptı. Bağımsız aday olarak Meclis’e girdi, ardından HDP bünyesinde siyaset yaptı. Kürt sorununa dair müzakere süreçlerinde önemli bir rol üstlendi. Ama her zaman politik kimliğinden çok, söyleyiş tarzı öne çıktı. Mizahla bezenmiş, ama yorgun olmayan; direnişle örülmüş, ama kinle beslenmeyen bir üslup…
Bugün, sadece bir politik figür değil; bir anlatı biçimi olarak anılması belki de bundan.
Sırrı Süreyya Önder’i tarif etmek için ilk kullanılan sıfatlardan biri genellikle “nüktedan” olur. Fakat bu niteleme, tek başına yetersizdir. Çünkü Önder’in mizahı yalnızca zekânın değil, acının, hafızanın ve inceliğin de ürünüdür. Onun dilinde şaka, çoğu zaman bir yara yerinden süzülen ince sızıdır. Sözleri güldürürken aynı anda susturur. Tam da bu yüzden, bir Meclis konuşmasının ortasında “Yasla konuşuyorum, çünkü hesapla konuşanlar hep birilerini dışarıda bırakıyor,” diyebilir mesela. Ve bunu gülerek değil, içinden geçerek söyler.
O, kelimenin tam anlamıyla dervişane bir adamdır. Gösterişten uzak, içe dönük, ama toplumun nabzını avuç içinde tutar gibi yaşayan biridir. Cümleleri bağırmaz; çağırır. Ne kendini pohpohlar, ne karşısındakini küçümser. Sözü, bir tür ortak yer bulma eylemidir onun için. Belki de bu yüzden, siyasetteki sertlik onun sesine hiç sinmemiştir. Öfkeli değil; içli konuşur. Çünkü öfkesi içindedir — dışarıya sadece hakikatin ısısı yansır.
Sırrı Süreyya Önder
Bir söyleşide şöyle der:
“Kendini hiç gülmeden anlatanların da, çok gülüp hiçbir şey anlatmayanların da çağındayız.”
İşte tam burada, Önder’in neden bu kadar az kişi gibi görünüp bu kadar çok kişiye hitap ettiğini anlarız. Laf çarpmayı değil, lafı yerine koymayı tercih eder. Mizahı dayanmak için kullanır. Acının içinden geçerek konuşur. Kendisini, biraz Melami geleneğin dünyasında gezen, biraz Bektaşi dirayetiyle ayakta duran bir derviş gibi taşır.
Söylediği gibi: “Benim işim, kan revan içindeyken bile nükteyle konuşmak.”
Siyaset, çoğu zaman tonunu yükseltmek, sesini kalabalıklaştırmak, kelimeleri silah gibi kullanmakla eş anlamlı hale gelir. Hele ki Meclis kürsüsü… Genellikle orada sesin tonu değil, hacmi konuşur. Ama Sırrı Süreyya Önder bu kurala baştan karşı çıkar. O kürsüye çıkınca bağırmaz. Sesini alçaltır. Onun için hakikat, bazen sesi kısmakta, mısrayı uzatmaktadır. Belki de bu yüzden, Meclis tarihine geçen en sarsıcı anlardan biri onun birkaç dizeyle yaptığı bir konuşmadır.
Önder’in dili, bir yasa maddesinin soğukluğunu bir tür hafızaya dönüştürebilir. Onun için Meclis yalnızca bir karar alma yeri değil; bir anlatı mekânıdır. Ve bazen o anlatı, sadece politik cümlelerle değil, şiirle kurulur. Enver Gökçe’nin, Ahmed Arif’in sesi onun sesine karışır. Konuşurken yalnız değildir; ardında halkı, geçmişi, memleketin tüm yaralı dillerini taşır.
Sırrı Süreyya Önder (Depo Photos)
Ama sinema da onun başka bir dili, başka bir kürsüsü olmuştur. 2006’da senaryosunu yazdığı ve yönetmenliğini üstlendiği Beynelmilel filmi, bir dönemin hafızasını mizahla yoğurarak yeniden anlatır. Film, darbe sonrası Türkiye’sinde bir grup müzisyenin başına gelenleri merkeze alır, ama gerçekte anlatılan şey, Önder’in kendi çocukluğudur. Baskıya direnişin mizahla nasıl örtüşebileceğini gösteren, türküyle yasakları delmenin mümkün olduğunu söyleyen bir film…
Filmdeki mizah, tıpkı onun siyasetindeki gibi yıkıcı değil; uyarıcıdır. Çünkü o ne bir devrimci olarak sahneye çıkar ne de bir vaiz olarak. Tam aksine, toplumun “bana bir şey olmaz” rahatlığını hafifçe dürten, ama asla küçümsemeyen bir sesle yaklaşır seyircisine.
Kendi ifadesiyle:
“Beynelmilel benim çocukluğumdur. Ben o çocuklardan biriyim.”
Bu cümle bile gösterir: Önder için sanat bir uzaklık değil, bir yakınlık alanıdır. Bir şeyin sadece hikâyesini değil, hatırasını da taşır.
Ve bu hatıra, bazen bir şiirle, bazen bir şakayla, bazen de tek bir sessizlikle anlatılır.
Sırrı Süreyya Önder’in siyaseti bir kariyer değil, bir yükümlülüktür. Ne vitrine oynar, ne kitlelerin nabzını yoklayarak konuşur. Onun siyasi dili, bir stratejinin değil; içe dönük bir vicdan muhasebesinin ürünüdür. Zaten baştan sona, Önder’in siyasete bakışı da bu içtenliğe yaslanır.
Barış sürecinde aktif rol üstlendiği dönemde, onun tavrını dikkatle izleyenler, konuşmalarında polemik değil, tedirgin bir sorumluluk hissi buldu. Çünkü inandı: Yüksek ses, çoğu zaman anlamı bastırır. Ona göre esas olan, kulakları değil, kalpleri çalmaktı.
Sırrı Süreyya Önder
Bir röportajında şöyle der:
“Bir halk, kendi hikâyesine inanmadıkça başka hiçbir hikâyede rol alamaz.”
İşte bu cümle, onun bütün politik yaklaşımını özetler. Kendini anlatamayan bir toplumun başkasını dinleyemeyeceğine inanan bir adamdır o. Söz konusu olan yalnızca hak talepleri değil, ortak bir anlam zemini kurmaktır. Ve bunu yaparken, herkesin sesi olmayı değil, herkesin iç sesi olmayı dener.
Ve tam da bu yüzden, halk onu tanır, anlar, sever.
Ondan geriye büyük nutuklar değil, küçük dokunuşlar kalır.
Onu tanıyan herkes bilir ki, Önder’in en çok çalışan yeri hep kalbiydi.
Ve o kalp şimdi bir sınavda.