İnsanın hayatında bazı isimler vardır, ilk kez duyduğunuzda değil; ilk kez sustuğunuzda yer eder. Benim için Pınar Kür böyle biriydi. Onu bir televizyon ekranında gördüm ilk kez, kitap kapağında değil. Cümlelerini kurarken durmuyor, uzatmıyor, “ama”larla eğip bükmüyordu. “Hayır, bu böyle değil,” diyordu örneğin. “Kadınlar yalnızca başlarına gelenleri anlatmakla yetinmemeli.” Bu ses, hayatı boyunca çok şey söylemiş, ama hiç “laf ebeliği” yapmamış bir kadının sesiydi. Sertti, netti, ama boğazınıza takılan şey sesin sertliği değil, söylediği şeyin ağırlığıydı.
Henüz hiçbir kitabını okumamıştım. Ama içimden bir ses, “Bu kadını okuyacaksın,” dedi. Sonra Yarın Yarın geçti elime. Bir romanın, bir öfkeyi bu kadar sistemli ve bu kadar incelikli bir şekilde taşıyabileceğini o zaman öğrendim. Bir kadın, bir başka kadının hikâyesini anlatıyor gibi değildi; kadının kendi hikâyesini anlatabilmesi için bütün kalıpları kırıyordu sanki. Romanda geçen her sahne, sanki yazılmamış, yaşanmış gibiydi. Hadi düzelteyim kendimi: Yaşanmış değilse bile yaşanabilirliğiyle okuru tehdit ediyordu.
“Benimle Kavga Etmenize Gerek Yok, Ben Zaten Kavgayım”
Pınar Kür, hiç kuşkusuz önce yazdıklarıyla var. Ama konuştuklarıyla da en az o kadar etkiliydi. Onu ekranlarda görenin sakin, ama bir devrimci gibi kararlı olduğunu fark etmemesi mümkün değildi. Lafı dolandırmaz, doğrudan konunun kalbine inerdi. “Kadınlar konuşmalı, ama önce kendilerine konuşmayı öğretmeliler” dediği bir yayında, suskunluklarımızla yüzleşmiştik mesela.
Popüler hafızada onun adı biraz da bu tavrıyla özdeşleşti. Akademik bir titizlikle yazıyor, ama hiçbir zaman hayatın dışına taşmıyordu. Ne edebiyatın içine kapanıyordu ne de gündeliğin yüzeyselliğine sığınıyordu. Küçük Oyuncu gibi romanlarında, sahnedeki rolüyle gerçek hayatı arasında sıkışmış bir kadının neye dönüşebileceğini anlatırken, aslında milyonlarca kadının iç sesi hâline geliyordu.
Onun kadın kahramanları güçlüydü, ama güçlerinin içinde büyük bir yorgunluk da taşıyordu. Çünkü Pınar Kür kadınlığı bir “başarı öyküsü” olarak değil, bir direniş tarihi olarak yazıyordu. Bitmeyen Aşk’taki Nilgün’ün geçmişten kurtulamayışı, Yarın Yarın’daki kahramanın içsel kırılmaları, sadece birer bireysel trajedi değil, kolektif bir yalnızlığın izleriydi. Kür, kadınları yüceltmiyor; onları olduğu gibi, çıplak ve çelişkili bir hâlde gösteriyordu. Ve bu, tam da ihtiyaç duyduğumuz temsildi.
Kadın Olmanın Bedeli, Kırılganlığın Gücü
Pınar Kür’ün romanlarını okudukça, toplumsal gerçeklere tostladığımı görmüştüm. Onun kadın kahramanları, çoğu zaman bizden daha cesurdu. Bizim adımıza itiraf edemediklerimizi söylüyor, bizim adımıza susamadıklarımızı susuyordu. Belki de bu yüzden, onun romanlarını okumak bazen acı verici, ama hep kaçınılmazdı.
O, kadın olmanın bedelini makyajla değil, yara iziyle yazıyordu. Ne “güçlü kadın” klişesine sığınıyor, ne de mağduriyetin kolay etkisine. Tam tersine, kadın olmayı bir tür kırılganlıkla birlikte gösteriyordu — ama bu kırılganlık, ezilmenin değil; direnmenin ve yaşamaya devam etmenin doğal haliydi. Kadınlar onun romanlarında ağlıyordu evet, ama ağladıktan sonra ayağa kalkıp hesap soruyorlardı.
Onun gölgesinde büyüyen bizler için bu gölge, karanlık değildi. Serin bir sığınaktı. Ne zaman “Ben mi abartıyorum?” desek, bir satırıyla omzumuza dokunuyordu. “Hayır,” diyordu, “sen haklısın.” Biz o satırlarda yalnız olmadığımızı anlıyorduk. Kimi zaman bir âşık, kimi zaman bir oyuncu, kimi zaman bir suçlu olarak yazdığı kadın karakterler, aslında aynı bedenin farklı zamanlardaki halleri gibiydi. Kür, kadının hayatını evre evre, kırık kırık, ama hep sahici biçimde yazdı.
Bu yüzden onu okurken hem güçlü bir yazarı, hem de bir tanığı, bir sırdaşı, bir suç ortağını, bazen de bizi çocukluğumuzdan alıp yetişkinliğimize taşıyan bir büyüğü kaybetmenin sızısı oldu içimizde.
Onu Okumak mı, Onu Anlamak mı?
Pınar Kür’ü anlamak için kitaplarını okumak yeter mi, emin değilim. Onun cümlelerinin gerisinde neyle savaştığını, neyi korumaya çalıştığını, nereye seslendiğini de duymak gerekir sanki. Çünkü o, yalnızca yazarak konuşan biri değildi; gerektiğinde susarak da çok şey anlatıyordu. Bazı yazılarının satır aralarında derin bir yorgunluk, bazı cümlelerinin ucunda sessiz bir öfke vardı. Bu öfke, yaşanmışlığa değil, hâlâ değişmeyenlereydi.
Bugün arkasında bıraktığı onlarca roman, çeviri ve konuşma, aslında tek bir şey söylüyor bize: “Sakın susma.” Kadınların anlatması, yazması, hatırlaması için kurduğu o edebiyat zemini, hâlâ sağlam duruyor. Ama onun eksikliği, yazdıklarından değil; yazacaklarının artık olmayışından doğuyor. Bir yazarın ölümü bazen bir kapının kapanmasıdır. Ama Pınar Kür, ardında yalnızca kapanan değil, yeni kapılar açan bir külliyat bıraktı.
Onu, umut ediyorum ki, yalnızca kadınlar değil, suskun kalmak istemeyen herkes özleyecek. Çünkü Kür, direncin sesini temsil ediyordu. O gölgenin altında büyüyen herkes, artık biraz daha çıplak, biraz daha savunmasız. Ama bir yanımız da artık daha güçlü. Çünkü onun cümleleri hâlâ bizimle. Gölge düştüğü yerde karanlık yaratmaz, serinlik bırakır. Ve o serinlik, iyi ki geçti içimizden.