Oyunun kuralını bozan kadın: Diane Keaton

Diane Keaton’ı unutulmaz kılan oyunculuğu mu, yoksa hayata kattığı incelik mi? Bir gülüş, bir şapka, bir sessizlik… Hangisi gerçek Diane Keaton?

Diane Keaton, 1977 (Fotoğraf: © JT Vintage/Glasshouse via ZUMA Wire)

Los Angeles, 1946. Savaş sonrası Amerika’nın kıpır kıpır umutlarıyla dolu bir dönemde, orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir Diane Hall Keaton. Annesi Dorothy Deanne Keaton, amatör fotoğrafçıdır; babası John Newton Ignatius Hall ise inşaat mühendisi. Diane, annesinin hikâye anlatma merakını, babasının pratik zekâsını ve 20. yüzyıl ortası kadınlarının özgürlük özlemini birlikte taşır.

Gençlik yıllarında tiyatroya duyduğu ilgiyle sahnenin yolunu tutar; Pasadena City College’da okur, ardından New York’a taşınır. Burada oyunculuk eğitimi alırken Broadway sahnelerinde görünmeye başlar. Bu sahne deneyimi, sinemada onu tanıyacağımız o özel “doğallığın” kaynağı olur: abartısız, kendiliğinden, sahici.

1970’lerin başında Woody Allen’la tanışması hayatının yönünü değiştirir. Play It Again, Sam (Tekrar Çal Sam) oyununda sahneyi paylaşırlar; ardından gelen Sleeper, Love and Death ve nihayet Annie Hall (1977), Keaton’ı dünya çapında bir simgeye dönüştürür. O film, Allen’ın zihninden doğmuş olsa da, Keaton’ın ruhundan biçim bulur. Hatta karakterin adı da ondan gelir — “Annie Hall”, Keaton’ın kendi soyadını ve kişiliğini taşır.

Amerikalı oyuncu Diane Keaton ve Woody Allen, Play It Again filminde bir sahnede.

Keaton, Annie Hall’daki performansıyla Oscar kazanır, ama ödülden daha kalıcı olan, sinemaya kazandırdığı yeni kadın imgesidir: Zeki, ironik, kendiyle dalga geçebilen, erkeksi kıyafetleriyle dişiliği yeniden tanımlayan bir karakter. Bu rol, kadın oyunculuğunun cinsiyetle değil kişilikle ölçülebileceğini gösteren bir dönüm noktası olur.

1970’lerde The Godfather (Baba) üçlemesinde Kay Adams-Corleone rolüyle bambaşka bir uçta yer alır: Sessiz, gözlemci, duygusal ağırlığı derin bir karakter. Bu iki uç — Annie Hall’un hafifliğiyle Godfather’ın karanlığı — Keaton’ın oyunculuk spektrumunu da tanımlar. O, ne salt dramatik ne de sadece komik bir oyuncudur; aradaki gri alanın hâkimi, kırılganlığın ironisini en iyi anlatan figürdür.

Kariyerinin ilk döneminde Hollywood’un kadın rollerine biçtiği sınırları zorlar. Kameraya değil, hikâyeye inanır; güzelliğiyle değil, zekâsıyla rol çalar. Bu yüzden eleştirmen Pauline Kael’in bir zamanlar yazdığı gibi, “O, kendi kendinin türü olan bir oyuncudur.”

Aşkın, Dostluğun ve Sanatın Kesişim Noktası

Diane Keaton’ın hayatı, sinemada olduğu gibi, gerçek hayatta da çelişkilerle örülüdür. Romantizmi, bağımsızlıkla karıştırır; aşkı, üretkenliğin yanına koyar. Onun için ilişki, bir sığınak değil, yaratıcı bir alan gibidir. Belki de bu yüzden en derin bağlarını oyuncularla, yönetmenlerle, sanatçılarla kurar; çünkü orada, kelimeler kadar sessizliğin de anlamı vardır.

Woody Allen, bu haritanın ilk merkezidir. Annie Hall, ikisinin duygusal ve entelektüel birlikteliğinin eseridir. Allen’ın nevrotik zekâsı ile Keaton’ın absürt doğallığı birleşince, sinema yeni bir tür “modern ilişki” tanımı bulur. Allen, onu “doğal bir mucize” olarak tanımlar; Keaton ise yıllar sonra Then Again adlı anı kitabında Allen’a, “dünyayı daha katlanılır kılan” biri olarak teşekkür eder. Aralarındaki ilişki, ömür boyu süren bir entelektüel dostluğun başlangıcı olur.

Diane Keaton, The Godfather filminde

Sonra Al Pacino gelir. The Godfather setinde başlayan ilişkileri, sinemadaki karanlıkla hayatın kırılganlığı arasında gidip gelir. Pacino’nun gölgeli, içine kapanık enerjisiyle Keaton’ın dışavurumcu ruhu arasında hep bir gerilim vardır. “Al benim en sessiz konuşmalarımdı,” der Keaton. Pacino ise yıllar sonra, “Diane Keaton, benim için hep en dürüst insandı,” diyecektir. Bu dürüstlük, onun tüm ilişkilerinin de ortak dili olur: Sahici olmanın cesareti.

1980’lerde Warren Beatty sahneye çıkar. Reds filminde yönetmen ve partner olarak birlikte çalışırlar. Keaton, Beatty’nin politik ve sanatsal idealizmine hayranlık duyar, ama bu hayranlık zamanla yıpranır. Beatty’nin mükemmeliyetçiliği, Keaton’ın özgürlüğe düşkün doğasıyla çatışır. Fakat bu ilişki, Keaton’ın bağımsızlığını bir kez daha hatırladığı bir döneme denk gelir.

Bütün bu ilişkilerin ortak noktası, Keaton’ın aşkı hiçbir zaman romantik bir masal olarak görmemesi, karşılıklı bir düşünce ve duygu alışverişi olarak yaşamasıdır. Onun için sevgi, üretmenin başka bir biçimidir. Hayatına giren herkes, bir biçimde onun sanatına da dokunur.

Belki de bu yüzden, Keaton asla evlenmez. Bir röportajında, “Ben yalnızlıktan değil, özgürlükten yanayım,” der. Onun için yaşamın anlamı, birine bağlanmakta değil, bir hikâyeye dönüşebilmekte gizlidir.

Cömertlik, Şefkat ve Hayatın Küçük Ayrıntıları

Diane Keaton’ın kamusal imajı, Hollywood’un çoğu yıldızından farklıdır. Onun parıltısı kırmızı halıdan değil, gündelik jestlerden gelir. Kendini ciddiye almayan, ama hayatı son derece ciddiyetle yaşayan o tuhaf denge, onda neredeyse doğuştan vardır. Setlerde herkes onun “teşekkür etme biçimini” anlatır: Küçük bir çiçek, el yazısıyla yazılmış bir not, beklenmedik bir telefon… Cömertliği ise verdiği hediyenin değeriyle değil, verirkenki samimiyetiyle ölçülür.

Diane Keaton, 1975 (Credit Image: © JT Vintage/Glasshouse via ZUMA Wire)

Keaton, her daim bir “koleksiyoncu”dur aslında. Eski fotoğraflar, şapkalar, vintage kıyafetler, tarihî binalar… Onun yaşamı bir tür arşiv tutma pratiğine dönüşür. Los Angeles’ta satın alıp restore ettiği eski evleri, hem mimari hem insani bir onarım projesidir. Keaton için ev, zamana direnen bir hafıza mekânıdır. “Binalar da insanlar gibidir,” der bir röportajında, “güzelliği onarmak değil, korumaktır asıl mesele.”

Hollywood’un yüzeysel şatafatına mesafeli durur. Yaş almak, onun için bir bilgelik deneyimidir. “Yüzümdeki her kırışıklık, inandığım bir fikrin izi,” der. 2000’lerde çektiği fotoğraf kitapları (Clown Paintings, California Romantica) bu bakışın uzantısı gibidir: Bir yandan geçmişe duyulan saygı, öte yandan biçimle anlam arasındaki oyunu sürdürme isteği.

Diane Keaton aynı zamanda iki çocuk — Dexter ve Duke’un — annesidir. Onları biyolojik değil, evlat edinme yoluyla ailesine katar. Bu karar, onun kadınlık tanımını da dönüştürür. “Birinin annesi olmak için doğurmak gerekmez,” der; “yeter ki sevmeye niyetin olsun.” Bu cümle, hem feminist duyarlılığı hem de insani merkezini özetler.

Sinemanın dışında da, Keaton bir tür “yaşam sanatçısı”dır. Ünlü modacılar onu “anti-glamour ikon” olarak tanımlar; oysa Keaton, beyaz gömleği ve fötr şapkasıyla bir stil değil, bir duruş yaratmıştır. Zarafetin sessizlikle, mizahın incelikle birleştiği bir formül onunki.

Diane Keaton, iyi olmanın bir erdem olduğunu hatırlatan nadir insanlardan biridir. Onun neşesi gösterişsiz ve içtendir; hüznü insani, kahkahası ise bir tür teselli gibidir.

Diane Keaton’ın Mirası

Diane Keaton’ın sinemadaki varlığı, kendi kuşağının kadınlarına “başka türlü yaşama hakkı”nın mümkünlüğünü kanıtlar. Annie Hall’un zamansızlığı, Reds’in politik cesareti, Marvin’s Room’un (Marvin’in Odası) kırılganlığı ya da Something’s Gotta Give’in (Aşkta Herşey Mümkün) olgun mizahı… Her biri, Keaton’ın bir dönemin duygusal panoramasını yeniden yazdığı duraklardır.

Hollywood, onu “farklı” olduğu için sevdi. Ama o, “farklı olmak”la yetinmedi; farklılığını bir estetik ve etik meseleye dönüştürdü. Kadın oyuncuların belli yaşlardan sonra görünmez hâle geldiği bir sektörde, Diane Keaton yaşlanmanın bile bir anlatı biçimi olabileceğini gösterdi. Saçlarını beyaza boyadı, yüzüne dokunmadı, şapkasını taktı ve kameraya dimdik baktı. Zarafetin sesi oldu.

Hollywood yıldızı, oyuncu Diane Keaton. (© Armando Gallo/ZUMA Studio – Depo Photos)

Keaton’ın mirası, bir kariyerden çok bir yaşama biçimidir. Mizahı, melankoliyi asla dışlamaz; yalnızlığı bir eksiklik değil, üretken bir alan olarak görür. “İnsan, kendini başkalarıyla değil, sessizliğiyle tanır,” der bir söyleşide. İşte bu sessizlik, onun asıl sanatıdır. Kamera sustuğunda da, kendi kendine hikâyeler anlatan bir insanın sesidir bu.

Bugün geriye bakıldığında, Diane Keaton sinemada bir tür ahlak duygusunun, inceliğin, düşünülmüş davranışın temsilcisidir. O, şöhretin yanı sıra zarafetin nasıl yaşanacağını da göstermiştir. Onsuz bir Hollywood artık o eski ses tonuna sahip değil olamayacak asla.

Velev'i Google Haberler üzerinden takip edin

ÖNERİLEN İÇERİKLER