Mario Vargas Llosa (Fotoğraf: Pierre-Philippe MARCOU / AFP)
Bir ses gitti. Sadece bir yazar değil, sadece bir Nobel sahibi değil; bir kıtayı roman gibi düşünebilen bir ses, gürültüsüz patırtısız çekiliverdi yeryüzünden…
Mario Vargas Llosa 89 yaşında, Peru’da, ailesinin arasında, sessizce hayata veda etti. Ama arkasında bıraktığı şey muhtemel ki, gidişi kadar sessiz olmayacak. Çünkü onun kalemi Latin Amerika’nın kıyıya vuran öfkesiydi, suskun halkların kendilerine bile itiraf edemediği korkusuydu, iktidarın ve kurumların içini kemiren yolsuzluktu, geçmişle gelecek arasında açılan yarıktı.
O, romanı yalnızca kurmaca olarak değil, siyasal bir alan, etik bir soru, tarihsel bir çatışma olarak da ele alan yazarlardandı. Tıpkı Cortázar gibi zamanı büken, Fuentes gibi coğrafyayı parçalayarak yeniden kuran, Márquez gibi büyülü gerçeğin içinde hakikati arayanlardan…
Ama onlardan farklı olarak, Vargas Llosa romanı sadece büyüyle değil, hesaplaşmayla kurardı. “Teke Şenliği”nde Trujillo rejiminin kana susamış korkusunu, “Katedral’de Sohbet”te kaybedilen bir hayatın suskunluğunu, “Kötü Kız”da aşkın zamansız, sınırsız, kaçınılmaz acısını anlattı.
Sürgünde yazdı, uzaklarda yaşadı, ama her satırı memleket kokuyordu. Bazen pasaportuyla değil, kelimeleriyle dönüyordu anavatanına.
Peki, onunla birlikte ne kayboldu dersiniz? Hemen söyleyeyim: Bir şeyin adını koymadan onu tarif edebilme yeteneği kayboldu… Sözün politikaya, aşkın acıya, tarihin romana dönüştüğü o ince zarif damar kayboldu… Ve her satırın altına “bu yazar hayatta acı çekmiş” dedirten o kırık ses kayboldu.
2010 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülen Mario Vargas Llosa (FOTOĞRAF: PIERRE-PHILIPPE MARCOU / AFP)
Artık bir Vargas Llosa romanı çıkmayacak. Hiç kuşkusuz kitapçılarda hâlâ bir yeri olacak, ama bir çağın nabzını tutan kalemi artık olmayacak.
“İyimser biri olsam da, yeni bir roman üzerinde çalışacak kadar uzun yaşayacağımı sanmıyorum” demişti geçen yıl. Sonra da şu müjdeyi vermişti:
“Ama asla çalışmayı bırakmayacağım.”
Lakin sözünü tutamadı. Kalemini bıraktı. Ama biz biliyoruz ki, o artık çalış(a)mıyor olsa da eserleri çalışmaya devam edecek. Başka bir ifadeyle, hâlâ bize bir şeyler anlatıyor olacak. Ezberlerimizi bozacak. İçimizdeki putları yıkacak. Unutulsun istediklerimizi hatırlatacak… Tüm bunları edebiyatın o leziz sofrasından uzaklaşmadan yapacak.
Márquez’le Yumruklaşmak, Ama Aynı Çağa Tanıklık Etmek
Mario Vargas Llosa’nın adını andığınızda, birkaç saniye sonra Gabriel García Márquez’in adı da ister istemez belirir. Bu ikili, yalnızca Latin Amerika edebiyatının iki dev figürü değildi; aynı zamanda farklı tahayyüllerin, farklı yazı geleneklerinin, farklı ses tonlarının temsilcileriydi.
Márquez anlatırken büyüye yaslanırdı; Llosa ise yapıya.
Márquez, rüyayla gerçeği birbirine karıştırırdı; Llosa, ikisinin arasına çizgi çekmek isterdi.
Márquez’in satırlarında nemli ve isyankâr bir coğrafya akardı; Llosa’nınkilerde, sıkılmış dişlerin, bastırılmış duyguların ve çözülmeyen çatışmaların ağır havası vardı.
Bu farklar sadece yazıda değil, hayatta da yankı buldu.
1976’da Mexico City’de bir sinema çıkışında, Vargas Llosa’nın Márquez’e yumruk atması, yalnızca kişisel bir hesaplaşma değil; bir dönemin içinden geçen kırılmayı da simgeledi.
Bir dostluğun yıkılışı mıydı bu — evet.
Ama aynı zamanda, bir hayalin parçalanışıydı da… Çünkü o yumrukta biraz hayal kırıklığı, biraz gurur, biraz da ortak geçmişin taşıyamadığı yük vardı.
Perulu yazar Mario Vargas Llosa (FOTOĞRAF: ERNESTO BENAVIDES / AFP)
Belki o yüzden, Llosa, yıllar sonra Márquez’in ölüm haberini aldığında sadece “üzgünüm” dedi.
Nedenini sormadılar mı? Sordular elbette. Ama gevezelik etmedi. “Tehlikeli bir zemine gidiyoruz,” dedi ve ekledi: “Bu sohbete son vermek gerek.”
Kabul edelim ki, bu onun en dürüst cümlelerinden biriydi. Çünkü bazı hesaplaşmaların sonu yoktur; ve bazı dostlukların vedası, ölümle bile tamamlanamaz.
Şunu biliyoruz: Onlar aynı dili farklı biçimlerde kullansalar da, aynı çağın kalbinde çarptılar. Latin Amerika edebiyatı, o çağın sesi olabildiyse, bu iki adamın kavgası kadar, onların sessizlikleriyle de mümkün oldu.
Siyasetle Olan Zorlu Flört
Bazı yazarlar, hayatları boyunca politikaya dokunmaz. Bazılarıysa kalemlerinin ucunda her zaman bir siyaset parıltısı taşır.
Vargas Llosa, ikincisindendi.
Ama onun siyasete bakışı, ideolojik değil — ahlâkîydi. Çünkü onun için edebiyat yalnızca anlatmak değil, ifşa etmek, açığa çıkarmak ve belki en çok da sorgulatmaktı.
İlk gençliğinde Marksist’ti. Fakat zamanla, Latin Amerika’nın tek sesli ezberlerinden uzaklaştı. Romancı olarak başladığı yolculukta, meydanlarda mikrofon tutarken buldu kendini. Ve bir gün, Peru başkanlığına aday oldu.
Edebiyat kürsüsünden devlet kürsüsüne yürümek kolay değildi. Vargas Llosa, “doğru bildiği şeyleri söylemekten” geri durmadı. İnsanlara, reformların fedakârlık istediğini haykırdı.
Popülizmin kolay vaatlerine karşı, gerçekçi bir yüzle çıktı halkın karşısına. Ama halk, sesinin tonunu değil; cümlelerin zorluğunu duydu. Fujimori’yi tercih etti.
Seçimi kaybettiğinde yalnızca bir politikacı kaybetmedi. Bir yazar, halkın hayaline değil, gerçekliğine çarptı. Ve romanlarına döndü. Ama bu kez daha ağırbaşlı, daha mesafeli, daha bilgeydi… Artık yalnızca sistemleri değil, insanı da anlamaya çalışıyordu.
Bir dönem liberalizmi savunduğu için eleştirildi. Brezilya’da Bolsonaro’ya destek açıklaması yaptığında, birçok okuru ondan uzaklaştı. Oysa o, sonuna dek kendi düşüncesini, kendi dilini, kendi yalnızlığını savunan biriydi. Belki de bu yalnızlık, ona edebiyatı getirmişti.
Onun en iyi maceraları, hiçbir zaman politik olmadı. Doğal olarak da onu eski başkan adayı değil, bir çağın vicdanı olarak gördük. Bu da gidişiyle yüreğimizi dağlamaya yetti.
Aşk Hâli: Edebiyat Kadar Karmaşık
Mario Vargas Llosa, yalnızca aşkı anlatan bir yazar değildi. O, aşkı yaşayan, onunla boğuşan, zaman zaman yenilen, ama yine de hep yazmaya devam eden bir adamdı.
Romanlarındaki karakterler gibi, kendi hayatı da net sınırlar içinde ilerlemedi. Henüz yirmili yaşlarındayken, kendisinden çok daha büyük olan, teyzesinin kızı Julia Urquidi’ye âşık oldu.
Herkesin karşı çıktığı bu ilişkiyi, bir meydan okuma gibi evliliğe dönüştürdü. Bu, onun ilk “anlatıya dönüşen” aşkıydı. Hatta öyle ki, yıllar sonra “Teyze Julia” romanında bu ilişkiyi edebî bir kurguyla ölümsüzleştirdi.
Ama hayat, yalnızca roman sayfalarındaki gibi ilerlemez ki… ‘Mutlu son” da genelde bizlerin uydurduğu bir mit! Nitekim, evliliği bir süre sonra dağıldı. Yerini, kuzeni Patricia Llosa ile 50 yıllık uzun bir evliliğe bıraktı.
Bu evlilikten Álvaro, Gonzalo ve Morgana adlarında üç çocuğu oldu.
Ve Vargas Llosa, kamusal bir figür olmasına rağmen, ailesine dair en hassas detayları hep kelimelere, yarı kapalı cümlelere emanet etti.
Ta ki… 2015 yılına kadar. Bu defa gündeme bir başka ilişkiyle geldi: Şarkıcı Enrique Iglesias’ın annesi, toplumun “jet sosyete” olarak andığı dünyaya ait Isabel Preysler ile yaşadığı aşk, gazetelerin, ekranların, sokak dedikodularının konusu oldu.
Mario Vargas Llosa (FOTOĞRAF: JACQUES DEMARTHON / AFP)
Vargas Llosa, yarım asırlık evliliğinden çekilip, daha renkli, daha sansasyonel bir sahneye geçti.
Tahmin edeceğiniz gibi bu aşk da nihayete erdi. Ama bize şunu gösterdi: Vargas Llosa, sadece düşünen bir adam değildi — aynı zamanda düşerek yaşayan biriydi.
Aşk onun için yalnızca bir tema değil, yeniden doğma, yeniden yanılma ve yeniden yazma biçimiydi.
Belki de bu yüzden, 2023’te son romanına “Sessizliğimi Sana Veriyorum” adını verdi. Çünkü aşktan geriye bazen sadece sessizlik kalırdı. Ama o sessizlik, yazmayı bilen birinin elinde en gürültülü hakikate dönüşebilirdi.
Bir Kıtanın Romanını Yazmak
Mario Vargas Llosa, yaşadığı coğrafyanın nabzını tutan bir yazardı. Yalnızca kendi hikâyesini yazmazdı; üzerine bastığı toprakların hafızası gibiydi. Sınırları aşan, ama köklerinden hiç kopmayan bir edebî bilinçti onunki.
Peru’nun dağ kasabalarından Paris’in entelektüel salonlarına; Leoncio Prado Askeri Akademisi’nin boğucu disiplininden Lima’daki ayaklanmalara kadar uzanan bir yaşam haritası çizdi. Ama yazdıkları, yalnızca yaşadıklarıyla sınırlı kalmadı. O, Latin Amerika’yı yalnızca anlatmadı — yazı yoluyla anlamaya çalıştı. Zira bu kıta yalnızca coğrafi değildi onun için. Bu kıta, yoksullukla, inançla, diktatörlükle, aşkla, ölümle, ayakta kalma inadının diliyle konuşuyordu. Ve Llosa, o dili edebiyata çevirebilen ender isimlerden biriydi.
“Katedral’de Sohbet”te umutsuzluğun içinden çıkan inadı; “Dünya Sonu Savaşı”nda inanç ile şiddetin birbirine nasıl dönüştüğünü; “Keçi Bayramı”nda bir diktatörün karanlık zihnini, ama daha da önemlisi, o zihni mümkün kılan toplumun suskunluğunu yazdı.
Mario Vargas Llosa (Fotoğraf: Federico PARRA / AFP)
Her romanıyla, yalnızca kurgusal bir dünya değil, bir tarih dersi, bir siyasal analiz, ve çoğu zaman da bir vicdan muhasebesi kurdu. Bu yüzden onun romanları bittiğinde, biz bir hikâyeyi değil, bir dönemi kapatmış gibi hissettik çoğu kere…
Artık yeni bir Vargas Llosa romanı çıkmayacak.
Ama onun yazdığı her şey, hâlâ gün gibi ortada. O bir kıtanın iç sesi, vicdanı oldu.
Neyse ki sesi form değiştirip sonsuza dek çınlayacak satır aralarında.