Mario Levi ile birlikte kapandı lunapark, bitti İstanbul masalı

Başkasını kendinden çok düşünen kaç kişi var şu dünyada... Ancak bir yar sevilirdi, onun İstanbul'u sevdiği kadar... Boyu kısa, yüreği kocamandı... Büyük yaşamadı belki, ama bir hayata on ömür sığdırdı... Kendini en çok yazar olarak tanımladı, en çok yazınca keyiflendi... Toprak da incitmesin seni!

Mario Levi, 2012. (Fotoğraf: Ulf Andersen / Aurimages / ZUMA Press / Depo Photos)

Sabah öğrendim; bir değerli kalem, bir İstanbul efendisi, bir güzel insan dünyada kalma hastalığından kurtulup ayrılmış aramızdan… Erdemsizlik, yoksulluk ve yoksunlukla kuşatıldığımız şu dünyada, kendi kendini var elen bir kurtarılmış adaydı; ne yazık ki lunapark kapandı!

En son, 14 Kasım’da telefonda konuşmuş, kendisinden İstanbul miti üzerine bir yazı rica etmiştim. Biliyordum, hastaydı. Ancak bunu dile getirme gereği duymazdı. Sormazsanız söylemezdi. Ders verdiği sanat atölyesine gidecek kadar kendini iyi hissetmesi harikaydı.

Nezaketin ete kemiğe bürünmüş haliydi adeta. Beni kırmamış, “Yazarım…” demişti. “Elimde birikmiş işler, verilmiş sözler var. Bir ay kadar zaman verirseniz…”

Yüz yıl sonrasına bile razıydım. Bir ay ne ki… Beklerdim tabii…

Suda sabun gibi eridi zaman ve Aralık’ta yazdım kendine: “Bizi unutmadınız değil mi?”

Samimi olsun olmasın, bir kere irtibat yahut temas kurduğu kişiyi yanıtsız bırakmazdı. Yoktu böyle bet bir huyu… Ancak aradan, üç gün geçmiş, bir hafta geçmiş, dönüş yapmamıştı.

Usumun henüz sürülmemiş toprağına kuşku tohumu düşmüş; o tohum gün geçtikçe büyümüş, büyümüş ve nihayetinde uç vermişti: Yine hasta galiba!

Hayatın hay huyu, lüzumsuz telaşı arasında cesaret edip de aramadım kendisini. Hemen düzeltiyorum: Arayamadım kendisini…

Onunla son konuşan olmak istemiyordum. Daha önce, Hürriyet’te çalıştığım dönemde başıma vahim bir vaka gelmişti zira. Mustafa Irgat’la oturup bir yerde, lafın belini kırmıştık. Gazeteden foto muhabiri gelmediği için de birkaç kare çekmiştim hatta…

Ben kaseti çözüp söyleyişi yayına hazır hale getirene kadar Mustafa Irgat ayrılmıştı aramızdan. Sıralı bir ölüm değildi hiç kuşkusuz… Ancak beklediğim bir ‘şey’ de değildi…

Sanki o görüşme hiç yapılmamış, o söyleşi yazılmamış gibi davranmış, üzerine yatmıştım.

O sıralar henüz dördüncü kuvvet niteliğini kaybetmemişti gazetecilik. Yarını bir gün önceden yaşıyor, söyleşinin çıktığı gün ise tadını çıkarıyordunuz. Yine de magazin aranıyordu. Şablonlar seviliyordu. Onunla ‘son konuşan’ olarak görünmek (!) istememiştim.

Burada da benzer bir hisse kapıldım. Aramazsam belki ömrünü uzatırdım. Bir tuhaf, bir anlamsız hal işte…

Fotoğraf: Ulf Andersen / Aurimages / ZUMA Press / Depo Photos

BİR ‘İSTANBUL EFENDİSİ’…

Bugün, sabahın ayazında, Ulus’un (İstanbul) yokuşunda, koşar adım yürüyordum. Emekliye ayrılmış bir işadamıyla görüşmem vardı.

Mesaj sesiyle irkildim. Mesajı okuduğumda ise dona kaldım: Mario Levi vefat etti.

İnsan başına geleceği bilir, ama bilmezlikten gelir ya… Öyle bir şeydi. Hakikat etrafımda dolaşmaya başlayınca, kaybedilenin yalnız bir ‘insan’ olmadığını anladım. Onunla birlikte umut’tan da, diğerkâmlık’tan da, içtenlik’ten de bir şeyler eksilmişti.

Onunla birlikte umut da elimizi bıraktı. Ardında büyük bir boşluk kaldı.

Mario Levi, benim için Kadıköy’de, bilhassa iskele ve Yeldeğirmeni’nde telaş içinde bir yerlere gidendi. Ağır konuşurdu. Nikbindi.

Hastalığını bir dostumdan öğrenmiş, derslere girip çıkması, Oksijen’deki yazılarını sürdürmesi ve romanlarının peş peşe okurla buluşması üzerine atlattı sanmıştım. Fena yanılmışım.

Fransız Filolojisi mezunuydu; dört dilde yazıp konuşurdu (Fransızca, Türkçe, İspanyolca ve İngilizce).

Jacques Brel: Bir Yalnız Adam’ı (1986) üniversite bitirme projesinin geliştirilmiş bir versiyonuydu.

Üzerinden 80 darbesinin geçtiği edebiyat dünyasında fark edilmesi yine de uzun sürmedi.

Lakin asıl farkındalığı Bir Şehre Gidememek (1990) adlı ilk öykü kitabıyla yakaladı. O yılın Haldun Taner Öykü Ödülü’nü kazandı.

Daha da güzeli: Kitap, Afa Yayınları tarafından basıldı.

Bir Şehre Gidememek’i Madam Floridis Dönmeyebilir (1991) takip etti. Derken ilk romanı okurla buluştu: En Güzel Aşk Hikâyemiz

Bu romandan sonra susmayı tercih etti. Yedi yıl sürdü sükûneti…

Ta ki İstanbul Bir Masaldı’ya kadar, hiçbir yerde görünmedi.

Bu romanıyla 2000 senesinin Yunus Nadi Roman Ödülü’nü aldı.

Ama asıl ödülü okurdu tabii… O güne kadar ulaşamadığı kadar çok okura ulaştı Mario Levi. Çok sevildi.

Sonrası da geldi: Lunapark Kapandı (2005), Size Pandispanya Yaptım (2013), Bir Cümlelik Aşklar (2016), Ayçiçekleri Her Gece Bir yalnızlığa Bakar (2022)…

Fotoğraf: Muammer Yanmaz

GİTTİ Mİ GİDENLER DÖNEMEZ ANAM

Ahmet Arslan’ın söylediği Gitti mi Gidenler Dönemez Anam adlı bir türkü vardır, bilmem dinlediniz mi?

Biraz öyle… İnsan istese de ölüm yolundan gitti mi gidenler dönemiyor.

Ama eğer bir insan Mario Levi kadar üretkense, o ürettikleri değerliyse, ‘ömür’ ile sınırlı değildir onun yaşamı.

Onun bir de barış elçiliği var ki… Kaç yaşama bu sığar, sözle ifade etmek mümkün değil. Zira o, Türkiye gibi kaygan bir zeminde, müslüman bir Ortadoğu ülkesinde yaşayan Yahudi asıllı bir yazardı. Ne kaçtı, ne küçümsedi. Bilakis günden günde daha çok sevdi İstanbul’u, İstanbulluyu… Alt kültürlerine kadar hem de…

TRT’de ve Açık Radyo’da dünya müziği üzerine programlar hazırladı. Gazetecilik, radyoculuk, reklam yazarlığı ve tur rehberliği yaptı. 1984-1985 yıllarını bir cilt hastalığından mustarip olarak geçirdi. 1997’de Yeditepe Üniversitesi’nde yaratıcı yazarlık dersleri verdi. Türkiye Şizofreni Derneği tarafından düzenlenen ve sadece şizofreni tanısı olanların katılabildiği öykü yarışmasında üç yıl seçici kurul başkanlığı yaptı.

Kendini en çok yazar olarak tanımladı, en çok yazınca keyiflendi.

Mübalağa değil; yaşadığı sürece karınca bile incitmedi.

Toprak da incitmesin seni!

Velev'i Google Haberler üzerinden takip edin

ÖNERİLEN İÇERİKLER

WP Twitter Auto Publish Powered By : XYZScripts.com