Oscar ödüllü ABDli aktör Gene Hackman yaşamını yitirdi. (Fotoğraf: Armando Gallo / ZUMA Studio - Depo Photos)
Bir zamanlar Hollywood’un en güçlü yüzlerinden biriydi. Keskin bakışlarıyla otoriteyi sorgulayan, sesiyle sahnenin en baskın adamı olmayı başaran Gene Hackman… Ve şimdi, bir sessizliğin içinde, sahnenin tam ortasında, evi dediği yerde hareketsiz yatıyor. Yanında eşi, köşede sadık köpeği. Bir film sahnesi gibi mi duruyor? Öyleyse, bu hangi türden bir sahne?
Kapıyı açanlar, yalnızca bir ölümle değil, belki de bir tercihle karşı karşıya geldiklerini düşündüler mi? Perdeler çekilmiş, ışıklar sönmüş, replikler tükenmişti. Hackman’ın hayatı boyunca kaç kez bir karakteri sonlandırdığını bilmiyoruz. Ama belki de kendi finalini, tüm eleştirmenlerden önce, kendisi yazmıştı. Ya da her şey, hayatta olduğu gibi, tamamen rastgele miydi?
Ölüme dair haberler genellikle acelecidir. “Kim, nasıl, ne zaman?” Üç soruya cevap bulunduğunda, sanki mesele çözülmüş gibi hissedilir. Ama gerçekten çözülür mü? Ölüm, yalnızca bir “sonuç” mudur, yoksa her hikâyede gizlenmiş, en iyi saklanan soru işareti mi?
Gene Hackman eşi Betsy Arakawa (Fotoğraf: Lisa Rose / ZUMA Wire – Depo Photos)
Gene Hackman’ın ölümü de böyle bir bilmece: Bir ihtiyarın yalnız ölümü müdür bu? Bir çiftin yıllar süren sessizliğinin nihayet dışavurumu mu? Yoksa bir bilinçli vedanın izleri mi gizli olayın arkasında? Bedenlerin yavaşça çürüdüğü o evde, zaman ne kadar durmuştu? Birileri kapıyı çalmış mıydı? Telefona bir mesaj düşmüş müydü?
Sanatçılar ölümlerinde de anlam ararlar mı? Yoksa anlamın hiçbir önemi kalmadığında mı perde gerçekten iner?
Şimdi sahne karanlık. Perde çekilmiş. Ama bu bir kapanış mı, yoksa anlamak için yeni bir başlangıç mı?
Sahneyi Terk Etmek: Bir Seçim mi, Kaçınılmazlık mı?
Bazıları için sahne, ancak alkışlar kesildiğinde terk edilir. Bazıları içinse, ışıklar sönmeden çok önce bir çıkış yolu bulunmalıdır. Gene Hackman, sahneden 2004 yılında çekilmişti. Sessizce. Geri dönmeyecek şekilde. Sinemanın göz kamaştırıcı spot ışıklarından uzaklaşarak New Mexico’nun ıssızlığına sığınmıştı. O büyük aktör, ekranlardan silinmiş, yerine sadece sessizlik kalmıştı.
Ve şimdi, hayatın sahnesinde de aynı yolu seçtiği söylenebilir mi? Kendi yazdığı bir final miydi bu, yoksa zamanın yazdığı bir unutuluş senaryosu mu?
Yaşlılık, yalnızlık, yavaş yavaş silinmek… Bunlar sanatçılar için her zaman kaçınılmaz mıydı? Boris Pasternak, yaşlılıkta unutulmuş bir şairdi. Greta Garbo, yıllarca penceresinden bile bakmadan yaşadı. JD Salinger, dünyayı sessizlik içinde izleyerek öldü. Ve şimdi Gene Hackman… Bir zamanlar her sahneyi domine eden adam, bir gün kendi evinde sessizce yok oldu.
Belki de sahneden çekilmek, bazıları için en büyük zaferdi. Sonsuz alkış beklemek, insanın kendini kandırması değil miydi? Hackman gibi isimler, kendi isimlerini koca harflerle yazdırmışken, bunu silmekte de özgür olabilirlerdi. Kendi efsanesini tüketmeden önce durmak… Bu bir sanat olabilir mi?
Ancak tersini düşünenler de var: İnsan, unutulmayı göze alabilmeli!
7 Ocak 1985 tarihinde Paris’te çekilen fotoğrafta ABD’li aktör Gene Hackman, Arthur Penn’in yönettiği gerilim filmi “Target ”ın çekimleri sırasında görülüyor. (Fotoğraf: Philippe WOJAZER / AFP)
İyi de… Sanatçılar, alkışlarla var olmuşken, sessizliği nasıl taşırlar? Hackman’ın tercihi bir özgürlük müydü, yoksa kaderin sessizce koyduğu bir nokta mı?
İşte tam burada, büyük tartışma başlıyor. Birileri diyor ki: “Büyük insanlar, büyük vedalarla gitmelidir.” Başkaları cevap veriyor: “Gerçek sanatçı, alkışlara ihtiyaç duymaz.”
Ama bir soru hâlâ havada asılı: İnsan, kendi hikâyesinin son cümlesini gerçekten kendisi yazabilir mi?
Sanatçı Ölünce de Sahne Almalı mı?
Gene Hackman evinde ölü bulunduğunda, onun ölümü de tıpkı eski filmleri gibi seyredilmeye, yorumlanmaya, anlamlandırılmaya başlandı. Sanatçılar ölmez, sahneden inmez, sadece “büyük bir finale” hazırlanır. Öyle değil mi? Öyle olmalı. En azından hikâyeler bize bunu söylüyor.
Ama ya gerçek?
Toplum, sanatçının ölümünü de bir sanat eseri gibi görmek ister. Van Gogh, kulağını kesip ölmelidir. Virginia Woolf, ceplerine taş doldurup kendini sulara bırakmalıdır. Yukio Mişima, bizzat yazdığı dramatik bir ritüelle, kendi canına kıymalıdır. Bütün büyük sanatçılar, son sözlerini söylemeli, bir kapanış sahnesi çekmeli, “sanatına yakışır bir ölüm” ile gitmelidir.
Tıpkı Gene Hackman gibi, Robin Williams’ın ölümü de bir bilmeceydi. O, milyonları güldüren bir adamdı, ama kendi içinde derin bir sessizlikle yaşadı. Depresyon ve Parkinson hastalığıyla boğuşurken, ölümü, bir final sahnesinden çok, bir çıkış kapısı gibi görünüyordu. Ancak kimilerine göre, Williams’ın bu vedası da bir sanatçının kendi hikâyesini tamamlamasının bir yoluydu. Onun trajik ölümü, sanatçıların sahneden nasıl ayrılmaları gerektiğine dair tartışmaları bir kez daha alevlendirdi: Gitmek de bir seçim miydi, yoksa bazen kaçınılmaz mıydı?
Oysa gerçek sanatçılar çoğu zaman sessizce, unutularak ve sıradan insanlar gibi ölür.
Gene Hackman böyle öldü. O hiçbir büyük final çekmedi. Bir yatakta, belki de bir kanepenin köşesinde gözleri kapandı. Hâlbuki sinema perdesine layık ne ölümler vardı! Bırakın bir film çekilsin, en iyi yönetmenler gelsin, bir efsane gibi anlatılsın… Ama hayır, Hackman yalnızca yaşlandı. Ve hayatın basit matematiğine boyun eğdi.
Bu, izleyici için hayal kırıklığı yaratıyor. Sanatçı, yalnızca sanatına yakışır bir şekilde ölmelidir. Tıpkı karakterleri gibi, büyük bir finali hak eder! Ama sanatçının gerçekte ne istediği kimsenin umurunda değildir. Önemli olan, onun ölümünün anlatıya uyup uymadığıdır. Bizi doyuruyor mu? Hayal ettiğimiz gibi mi?
Gene Hackman’ın ölümü, sanatçı ölümleri hakkındaki mitleri yerle bir etti. Büyük bir vedaya inanmak isteyenler için, bu ölüm fazla basit, fazla sessiz, fazla “normaldi.”
Ama belki de sanatçının en büyük zaferi buydu. Kendi sahnesinden çekilmek, kendi alkışını beklememek, ölüme de kendi istediği gibi gitmek…
Ve belki de en büyük soru hâlâ masada: Bir sanatçı, ölümünü de sanatının bir parçası olarak kurgulamak zorunda mı?
Sanatçının Ölümü Kimin İçin?
Gene Hackman’ın ölümü, belki de olması gerektiği gibiydi. Sessiz. Abartısız. Gösterişsiz. Ama mesele şu ki, biz böyle ölümleri sevmeyiz.
Sanatçılar bizim için yaratır, bizim için oynar, bizim için şekil değiştirir. Onların yaşarken nasıl olduklarından çok, bize nasıl hissettirdikleri önemlidir. Biz onları büyütür, tapar, ardından da nasıl ölmeleri gerektiğine dair hükümler veririz. Sanatçının yalnızca eserleri değil, ölümü de bize aitmiş gibi gelir.
Bir sanatçının, bir efsanenin ölümü, bizim için bir tatmin aracıdır. Ölümleri de büyük olmalıdır; çünkü biz büyük anlatılara açız. Sıradan, sessiz, herhangi bir insan gibi ölmemeliler. Çünkü böyle olursa, bize hatırlatacakları şey çok korkutucu olur: Sanatçı da bizden biridir.
Ve Gene Hackman bizden biri gibi öldü. Kapısını açmadı. Son bir röportaj vermedi. Büyük bir son sahne çekmedi. Bizi tatmin etmeye kalkışmadı. Ve işte bu yüzden, belki de en büyük sanatını yaptı.
Aktör Gene Hackman 19 Ocak 2003 tarihinde Beverly Hills, Kaliforniya’da düzenlenen 60. Yıllık Altın Küre Ödülleri’nde Cecile B. DeMille Ödülü’nü aldı. (Fotoğraf: HECTOR MATA / AFP)
Sanatçının ölümünü bir eğlenceye çevirmek istiyoruz. Romantize etmek, anlam yüklemek, anlatıya oturtmak… Oysa ölüm, anlatısızdır. Ve belki de en çok, sanatçının ölümüyle yüzleşirken biz bir şey kaybediyoruz: Sanatı ölümsüz sanma hayalimiz.
Gene Hackman’ın ölümü bize şunu söylüyor: Sanatçının ölümüne anlam yüklemek, yalnızca yaşayanların bencil bir oyunu. Sanatçılar ölmez, biz öldüklerini kabullenmeyiz. Ve biz onların ölümünü kurgulamak isteriz, çünkü ölümsüzlük fikriyle yüzleşmek, sanatın son perdesi gibi gelir.
Ama gerçek başka bir yerde: Sanatçılar ölür. Ve bazen, ölmekten başka hiçbir anlam taşımazlar.
Ve işte asıl mesele burada başlıyor. Biz gerçekten onların sanatını mı seviyoruz? Yoksa bize sundukları büyük hikâyeleri mi?