Filiz Akın | Zarafetin hafızasıydı: Işığı değil, gölgesiyle kalıcı oldu

Bir dönemin 'kadın' anlayışını yerle yeksan etti, ama kendi hayatını sessizlikle savundu. Peki, Yeşilçam’ın bu en içe dönük yıldızı, gözlerden uzak yıllarında neleri seçti, nelerden vazgeçti?

Oyuncu Filiz Akın

Bazıları istisnadır; zamana direnmek için değil, onu güzelleştirmek için oradadırlar. Filiz Akın işte tam da böyle bir iz bıraktı sinema perdesinde: Kırılgan ama kuvvetli, duru ama derin, zarif ama bir o kadar da dirençli…

Yeşilçam’ın “dört yapraklı yoncası” arasında belki de en sessizi oydu. Türkan Şoray gözleriyle yakar, Hülya Koçyiğit Anadolu’nun toprağına kök salarken, Fatma Girik bir yumruk gibi yükselirdi perdede. Filiz Akın ise usul usul esen bir meltemdi; yüzümüzü okşar, geçip giderdi. Ama teninizde bıraktığı serinlik hep kalırdı.

Onun varlığı, yalnızca bir estetik temsil değildi. Türkiye’nin modernleşme rüyasının, Batı’ya öykünmeyle iç içe geçen sancılı güzergâhında kadınlığın nasıl tahayyül edildiğini gösteren bir figürdü. Sinemanın içinde yürüdü, sonra hayatın içine doğru çekildi; her adımıyla “ideal kadın” algısına yeni bir halka ekledi. Zarafetiyle, konuşma tarzıyla, giyimiyle, saç modeliyle, hatta verdiği röportajlardaki ölçülülüğüyle…

Varlığı, özellikle kentli kadının hayatta yer edinme biçimlerini sessizce şekillendiriyordu. Onun eksilişiyle bir oyuncu değil, bu temsil biçimi de sessizce eksilmiş oldu.

Filiz Akın ve görüntü yönetmeni Gani Turanlı bir Yeşilçam filminde.

Ama bu sessizlik onun hikâyesinde hep vardı zaten. Zira Filiz Akın, hayat sahnesine yüksek sesle değil, dikkat çekmeyen bir zarafetle çıktı. Her şeyden önce bir memur çocuğuydu.

Çocukluğu ve Ankara Günleri: Sessizliğin Kökeni

Filiz Akın, 1943 yılında Ankara’da doğduğunda, savaş yıllarının gölgesi hâlâ Türkiye’nin üzerine sinmişti. Babası Hayri Bey, TCDD’de üst düzey bir memurdu; disipliniyle tanınan, hayatı çizgilerle örülmüş bir adam… Annesi ise evin iç sesiydi; yumuşak, hassas, ama bir o kadar dirençli. Bu ikilik –babanın sertliği ve annenin yumuşak direnci– onun karakterinde de derin izler bıraktı. Filiz Akın’ın yıllar sonra kurduğu cümlelerde, hem o soğuk memur evinin disiplini hem de anne kucağının ferahlığı hep hissedilecekti.

Küçük Filiz, Ankara Koleji’nde okudu. Bugünkü TED Ankara Koleji… O yıllarda, Batılı bir eğitim anlayışının ve Cumhuriyet ideallerinin iç içe geçtiği özel bir ortam… İngilizce öğrendi, Fransızcayı sevdi, tiyatroyla ilgilendi. Dikkat çekici bir güzelliği vardı, ama hiçbir zaman gürültücü bir genç kız olmadı. Kendini göstermekten çok, kendini geliştirmeye çalıştı.

Film : Emine. Ekrem Bora ve Filiz Akın Emine filminde bir sahnesinde.

Üniversite eğitimi için Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ne girdi. Arkeoloji okuyordu. Bir yandan çalışıyor, bir yandan “çok güzel” olmanın dayanılmaz yükünü sırtında taşıyordu. Çünkü güzel olmak, hele ki o dönemde, genellikle kadınları susturmak için kullanılan bir sıfattı. Filiz Akın ise konuşmak, daha doğrusu anlatmak istiyordu.

Hayatının akışını değiştiren şey bir yarışmaydı: 1962 yılında Artist dergisinin düzenlediği “Sinema Güzeli” yarışması… O sırada Ankara Radyosu’nda çalışıyordu ve yarışmaya katılmaya niyeti yoktu. Ama bir arkadaşı onun adına başvuru yapmıştı bile. Jürinin karşısına çıktığında yalnızca fiziksel güzelliğiyle değil, konuşma tarzı, diksiyonu ve nezaketiyle de hayranlık uyandırdı. Kaderin kapısı açılmıştı.

Ankara’dan İstanbul’a, memuriyetin düzenli hayatından Yeşilçam’ın karmaşık labirentine ilk adım böylece atıldı.

Sarı Saçlı, Mavi Gözlü Kadın: Filiz Akın Figürünün Anlamı

Yeşilçam, çoğu zaman Anadolu’nun hikâyesini anlatan bir sinemaydı. Bozkırda yoksulluk, İstanbul’da hayal kırıklığı, köyde töre, kentte sınıf çatışması… Filmler bu gerilimlerin çevresinde dönerdi. Bu hikâyelerin baş kadın karakteri de genellikle acı çeken, susan, boyun eğen, ama sonunda haklı çıkan kadındı. Filiz Akın ise bu anlatının dışında doğdu. Onun sarı saçları, açık teni, mavi gözleri yalnızca fiziksel bir fark değildi; sinemada bambaşka bir kadınlık temsilinin doğuşuydu.

O, ilk kez “şehirli” kadını sahici kılan oyuncuydu. Üstelik bu şehirli figür, ne Batı’dan ithal bir modeldi ne de yapay bir süslemeydi. Filiz Akın’ın oynadığı kadınlar okumuştu, Fransızca bilirdi, kitap okur, müzik dinler, kahvesini bir zarafetle yudumlardı. Ama bunlar bir üstünlük gösterisi değildi. Onun kadınları aynı zamanda âşık olurdu, acı çekerdi, terk edilirdi. Yani şehirliydi ama duygusuz değildi. Moderndi ama merhametliydi. Güzel olduğu kadar insandı.

Bu yönüyle, Cumhuriyet ideallerinin kadın tasavvuruna neredeyse birebir denk düşüyordu. 1930’ların “çağdaş Türk kadını” hayalinin, 1960’lara yansıyan canlı temsiliydi. Sinemada onunla birlikte ilk kez ütülü gömlekler, şık şapkalar, düzgün diksiyonlu replikler, zarif kahkaha atan kadınlar görünmeye başladı. Ve bu yalnızca estetik bir tercih değil, kültürel bir kırılmaydı: “Kadın dediğin nasıl olmalı?” sorusuna yeni bir cevap veriliyordu.

Ama tam da bu yüzden, Filiz Akın figürü zamanla yalnızca bir “ideal” değil, aynı zamanda bir “ulaşılamayan” olarak kodlandı. Anadolu’da büyüyen pek çok genç kız için, o hâlâ biraz fazlaydı; biraz uzak, biraz erişilmez… Onu seven kadınlar, onun gibi olmak ister, ama aynı zamanda onun gibi olamayacaklarını da bilirlerdi. Bu da Filiz Akın’ı hem hayranlıkla izlenen hem de mesafeyle bakılan bir simgeye dönüştürdü.

Yine de Yeşilçam’da onun getirdiği bu yeni kadın temsili, sonrakilere kapı araladı. Onun izinden giden Gülşen Bubikoğlu, Müjde Ar gibi isimler, artık farklı kadınlık anlatılarının da mümkün olduğunu gösterdi. Filiz Akın, kadınların yalnızca “fedakâr anne” ya da “masum sevgili” olmak zorunda olmadığını sessizce, ama etkili biçimde ortaya koymuştu.

Tarık Akan’la, Cüneyt Arkın’la Filmleri: Bir Dönemin Kimyası

Yeşilçam’da bazı eşleşmeler, yalnızca oyuncu tercihi değil, halkın arzusudur. İzleyici, hangi yüzlerin yan yana durduğunda bir anlam doğduğunu bilir ve bunu tekrar tekrar görmek ister. Filiz Akın, bu sinema kimyasının belki de en güçlü halkalarından biriydi. Onun Cüneyt Arkın ve Tarık Akan’la oynadığı filmler, sadece romantik hikâyeler değil, bir dönem Türkiye’sinin duygusal kodlarını yazan anlatılardı.

Yeşilçamın usta isimleri önceki akşam Moda Deniz Kulübünde düzenlenen nikah töreninde bir araya geldi. Usta isimlerin yıllardır menajeri ve basın danışmanlığını üstlenen Bircan Silanın oğlu Umutcan Silan düzenlenen nikah töreniyle nişanlısı Burcu Yakupoğluyla evlendi.Nikah törenine sinema ve müzik dünyasından çok sayıda ünlü isim katıldı.

Cüneyt Arkın’la olan birliktelikleri, özellikle 1960’ların sonu ve 70’lerin başında zirveye ulaştı. “Gurbet Kuşları” ve “İstanbul Tatili” gibi filmlerde Arkın’ın aksiyona yatkın maskülen enerjisi ile Akın’ın zarif ve ölçülü kadınlığı arasında bir denge kuruldu. Bu denge, yalnızca romantik bir çekim yaratmakla kalmadı; aynı zamanda seyirciye şunu fısıldadı: Güçlü erkekle nezaketli kadın bir araya geldiğinde aşk, yalnızca bir duygu değil, bir denge hâline gelir.

Tarık Akan’la olan sinema ortaklığı ise biraz daha sonra, 1970’lerin ortasında geldi. Genç, asi, yakışıklı ve özgür bir figür olan Tarık Akan, Filiz Akın’ın oturmuş zarafetiyle birleştiğinde ortaya bambaşka bir enerji çıkıyordu. “Tatlı Dillim” ve “Yalancı Yarim” gibi filmlerdeki kahkahası, Yeşilçam’ın melodramlar içinde sıkışmış havasını bir anlığına dağıtan ferah bir esinti gibiydi.

Ama asıl dikkat çekici olan şuydu: Partneri kim olursa olsun, Filiz Akın filmde yalnızca “onun sevgilisi” değil, kendi hikâyesi olan bir kadındı. Onun karakterleri, bir erkeğin etrafında şekillenmektense, kendi iç dünyasıyla var olurdu. İşte bu yüzden, hem Tarık Akan’ın hem Cüneyt Arkın’ın yanında sönümlenmek yerine, daha da parlar; filmin asıl taşıyıcı gücüne dönüşürdü..

Filmler, Dönemler ve Dönüşümler

Filiz Akın, yalnızca oyunculuğuyla değil, rol arkadaşlarıyla da Yeşilçam’ın yıldız haritasına adını altın harflerle yazdırdı. Cüneyt Arkın ve Tarık Akan’la olan kimyası kadar, Ayhan Işık’la oluşturduğu asil romantizm, Ediz Hun’la yakaladığı nezaketli uyum, Yılmaz Güney’le oynadığı birkaç filmdeki sert kontrast da seyirci belleğine kazındı. Onun çok yönlülüğü, yalnızca canlandırdığı karakterlerden değil, karşısındaki erkek oyuncularla kurduğu farklı ilişkilerden de anlaşılırdı.

Yeşilçam’ın en verimli, en romantik, en inandırıcı dönemine denk geldi yıldızlığı. O dönem ki, filmler çoğu zaman birkaç haftada, düşük bütçeyle çekilir; ardından da köy köy, kasaba kasaba dolaşan yazlık sinemalarda gösterilirdi. Perdeler dışarıya, yıldızların altına kurulurdu. Sinevizyon yoktu, ama hayal vardı. Ve bu hayalin baş kadın yüzlerinden biri hep Filiz Akın’dı. Sadece şehirde değil, kırsalda da izlenir, anlaşılır, özlenir bir figürdü.

Ama zaman değişti. 70’li yılların sonunda sinema, derin bir krize girdi. Televizyonun evlere girmesi, sinema salonlarının boşalması ve en önemlisi de sektörün “cinsel içerikli” filmlerle ayakta kalma çabası, birçok yıldızı kameranın önünden sahneye itti. Filiz Akın da o dönemde kısa süreliğine şarkı söyledi, sahneye çıktı. Ama bu “ticari” hamle, onun zarafetinden, duruşundan hiçbir şey eksiltmedi. Gündeliğe bulaşmadan, geçimini sağladı ve yeniden kendi merkezine döndü.

80’lerle birlikte, Yeşilçam artık Almanya’daki gurbetçilerin taşıdığı bir hatıraya dönüşmüştü. Ve o hatıranın içinde Filiz Akın’ın adı, video kasetlerin en çok izlenen yüzü olarak yeniden parladı. Almanya’da dönercide, berberde, çay ocağında oynayan video kasetlerde en çok onun filmleri vardı. Gurbetçinin memleket hasreti, en çok onun tebessümünde teselli buluyordu.

Bu yüzden Filiz Akın yalnızca bir dönem oyuncusu değil, birden fazla dönemin şifresi oldu. Sinema değişti, teknoloji değişti, toplum değişti… Ama o, değişen her şeyin içinde aynı kalmayı başardı. Zarif, vakur ve zamanın ötesinde…

Aşk, Evlilik, Sadakat ve Sessizlik: Filiz Akın’ın Özel Hayatı

Filiz Akın, ekranda ne kadar görünürse, özel hayatında bir o kadar görünmezdi. O, magazinle beslenen bir yıldız değil; özel olanı özenle saklayan bir kadın oldu hep. Belki de bu yüzden “aşk” onun hayatında bir gösteri değil, bir tür iç yolculuktu.

İlk evliliğini 1964 yılında yönetmen Türker İnanoğlu ile yaptı. Bu evlilik, Yeşilçam’ın kamera önüyle arkası arasındaki bağlarını kuran en sembolik birlikteliklerden biriydi. Bir yanda yönetmen ve yapımcı olarak sinemanın yönünü tayin eden bir isim; öte yanda yıldızlaşan ama ölçüsünü hiç kaybetmeyen bir kadın… 11 yıl süren bu evlilikten bir oğlu oldu: İlker İnanoğlu. Filiz Akın’ın onunla ilişkisi, ilerleyen yıllarda da anaçlık ile arkadaşlık arasında gidip gelen derin bir bağ olarak sürdü.

Türker İnanoğlu ile olan ilişkisi, sinema kariyerinin şekillenmesinde kuşkusuz etkiliydi. Ancak bu evlilik de zamanla çatladı. 1974 yılında boşandıklarında, Filiz Akın medyaya konuşmadı, kimseye serzenişte bulunmadı. Çünkü onun duruşunda gösteriş değil, sessizlikte saklı bir asaleti vardı. Tüm o çalkantılı Yeşilçam ilişkileri arasında, onun sessizliği belki de en yüksek sesti.

İkinci evliliğini 1982 yılında, iş insanı Leon Bubi Rubinstein ile yaptı. Bu evlilik, Filiz Akın’ın hayatında sinema dışı bir dönemin başlangıcıydı. Paris’e taşındılar ve yaklaşık 11 yıl boyunca orada yaşadılar. Bu süre zarfında, sinemadan uzaklaşarak farklı bir yaşam deneyimi edindi. Ancak 1993 yılında bu evlilik sona erdi.

Üçüncü evliliğini 1994’te, diplomat Sönmez Köksal ile yaptı. Bu evlilik, Filiz Akın’ın hayatında yeni bir sayfa açtı. 1998 yılında eşinin Paris Büyükelçisi olarak atanmasıyla birlikte, yeniden Paris’e taşındılar ve 2002 yılına kadar orada yaşadılar. Bu dönemde, Türkiye’yi ve kültürünü tanıtmak amacıyla çeşitli etkinlikler düzenledi, adeta bir kültür elçisi gibi çalıştı.

Hastalığı –kanserle olan uzun ve meşakkatli savaşı– tam da bu sessiz ama dirençli karakterini açığa çıkardı. Kemoterapiler, tedavi süreçleri, yitip giden sağlık… Ama o hiçbir zaman mağlubiyetle anılmadı. Çünkü Filiz Akın’ın savaşı, gürültüsüz ama kararlıydı. “Mucize İksir” gibi kitaplarla deneyimlerini başkalarına aktardı; başka kadınlara umut oldu.

Aşka, evliliğe, ayrılığa ve hayata karşı tutumu hep aynı çizgide kaldı: Gösterişsiz, dikkatli, derin… Onun için aşk bir rol değil, bir sükunetti. Belki de bu yüzden, Filiz Akın’ın özel hayatı, Yeşilçam yıldızlarının ışıltılı ama çabuk sönen hikâyelerinden hep ayrı durdu.

Paris Yılları ve Hastalıkla Mücadele: İçe Dönük Bir Aydınlanma

Filiz Akın’ın Paris’e gidişi, bir kaçış değil, bir tercih; bir sürgün değil, bir yeniden kurgu hâliydi. Türkiye’nin kalabalık ve yüksek sesli gündeminden uzak, kendine ait bir sessizliği inşa edebileceği bir mekân arayışıydı bu. 1990’ların ortasında, diplomat eşi Sönmez Köksal’ın görevi nedeniyle taşındığı bu şehir, ona yalnızca yeni bir hayat değil, yeni bir bakış sundu. Filiz Akın artık sinemanın ışıklarından uzak ama başka tür bir aydınlığın içindeydi.

Paris onun için bir dönüşüm şehriydi. Gündelik hayatta, bir zamanlar kameralar karşısında alıştığı yüz ifadesi yerine, yeni bir ifade şekli geliştirdi: gözlem. Fransız kültürüne duyduğu hayranlık, yıllar önce Ankara Koleji’nde başlayan Batı’ya dönük zihinsel yolculuğun son durağı gibiydi. Müzeleri gezdi, kitaplar okudu, hayatı izledi… Ama tam da bu sükûnetin içinde, vücut ansızın alarm verdi.

2002 yılında, nazofarenks kanseri teşhisi kondu. Kaderin ani ve acımasız müdahalesiydi bu. Şöhretin cilası, artık yalnızca geçmişin bir parıltısıydı. Şimdi gerçek bir savaşın ortasındaydı; sinema salonlarının gürültüsü yerini hastane koridorlarının sessizliğine bırakmıştı. Yine de o bu mücadeleyi, kariyeri boyunca yaptığı gibi, zarafetle yürüttü. Hiçbir zaman “hastalık hikâyesi”ni bir mağduriyet anlatısına çevirmedi. Aksine, onu başka kadınlara yol gösterecek bir deneyime dönüştürdü.

Türk Sinemasının dört yapraklı yoncasından biri olan oyuncu Filiz Akın’ın özel yaşamı ve sanat hayatının perdelerini sevenlerine açtığı “Hayatın Provası Yok” adlı kitabı İnkılâp Kitabevi tarafından yayımlandı.

Tedavi süreci ağırdı. Kemoterapi, radyoterapi, saç dökülmesi, yüz şeklinin değişmesi… Ancak o, bu süreçte bile aynanın karşısına geçip kendine “güzel bakmaya” devam etti. Çünkü Filiz Akın için güzellik, yalnızca bir görünüm değil, bir tavırdı. O tavrı kaybetmedi.

Hastalığı yendikten sonra yazdığı kitaplar, yalnızca kişisel günlükler değildi. “Hayata Merhaba”, “Lezzete Merhaba”, “Güzelliklere Merhaba”… Bu kitaplar, onun hayata hep yeniden başlamaya hazır iç dünyasının izdüşümleriydi. Mutfakla, estetikle, yaşam felsefesiyle kurduğu ilişki, “hastalığı yenmiş ünlü” olmaktan çok, “hayatı anlamaya çalışan bir insan” olmaya evrildiğini gösteriyordu.

Paris yılları boyunca, Türkiye’den uzak ama Türkiye’ye dair hislerinden kopmamıştı. Röportajlarında hep “özlem” vardı; ama bu özlem bir sitem değil, bir sevgi türüydü. Ve yıllar sonra Türkiye’ye döndüğünde, yeniden ışıkların önüne değil, insanların kalbine yerleşti. O artık sadece bir yıldız değil, yaşanmışlığın süzgecinden geçmiş bir bilge kadındı.

Sessiz Vedası: Filiz Akın’ın Ardında Bıraktıkları

Filiz Akın’ın ölümüyle bir dönemin daha kapağı kapandı. Göz alıcı bir ışık söndü ama o ışığın altında büyümüş, yaşamış, hayal kurmuş milyonlarca insanın belleğinde kalan parıltı hâlâ orada duruyor. Çünkü bazı insanlar öldüğünde yalnızca bir bedeni değil, bir dönemi de yanlarında götürürler. Filiz Akın’ın vedası da böyleydi.

Uzun süredir hastalıklarla mücadele ediyordu. Sesi az çıkıyordu, ekranlarda nadiren görünüyordu ama o hep “orada”ydı. Onun varlığı bir hatırlatma gibiydi: zarafetin hâlâ mümkün olduğuna, vakarla yaşlanmanın hâlâ bir ihtimal olduğuna, gürültüsüz ama etkili bir kadınlık hâlinin unutulmadığına dair bir hatırlatma.

Oyuncu Filiz Akın.

Onun ardından eksilen yalnızca Yeşilçam’ın dört yapraklı yoncasından bir yaprak değildi. Eksilen; beyazperdedeki kadın temsilinin naif ama güçlü bir formuydu. Eksilen; Türkiye’nin Batı’yla kurmaya çalıştığı kültürel köprünün zarif ama sağlam bir ayağıydı. Eksilen; estetikle ahlâkı, aşk ile sadakati, zarafetle direnci bir arada taşıyabilen bir yüzdü.

Geriye kalan ise sadece filmleri değil. Bir dönemin hayalleri, kadınlık halleri, güzellik anlayışı ve yaşama biçimi… Geriye kalan; Ankara’daki küçük bir evde başlayan hayatın, Paris’teki diplomatik sofralara uzanan sade ihtişamı… Geriye kalan; sessiz ama kalıcı bir varoluş.

Ve şimdi, o sustu. Ama sesi, rol aldığı filmlerdeki o kısa duraklamalarda, içli gülüşlerde, başını yana eğdiği o anlarda hâlâ bizimle.

Filiz Akın artık yok. Ama onun temsil ettiği şey –gürültüsüz zarafet, güçlü sadelik ve dirençli bir incelik– yaşamaya devam ediyor.

Velev'i Google Haberler üzerinden takip edin

ÖNERİLEN İÇERİKLER

WP Twitter Auto Publish Powered By : XYZScripts.com