Nasıl ki, Ferdi Tayfur kendini üstün görüp kanaat önderliğine soyunmadıysa halka da sırtını hiçbir zaman dönmedi. Zor durumdaki sanatçılara destek olurken, en yakınlarına bile bunu söyleme gereği duymadı. Dahası: Şımarmadı.
Marmaris’teki evinde 15 Aralık’ta rahatsızlanarak ilçedeki özel bir hastaneye, daha sonra Antalya’ya nakledilen 79 yaşındaki sanatçı, tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybetti.
Onun bu vakitsiz vedasıyla (ki hangi ölüm erken değildir) siyasetin kum havuzunda sürekli polemik ve komplo oynayan gazeteciler dahi şöyle bir titreyip, iki üç cümle kurdular bu uniqe (biricik, eşsiz) sanatçı için…
Şarkıcı yahut yorumcu demedim bile isteye. Çünkü onu yalnız şarkıcılığa hapsetmek haksızlık olurdu. Dışarıdan gelmesine rağmen bir tek bizde var olan, serpilip gelişmesiyle birlikte gurbetçinin olduğu her yerde kendine alan açan arabesk müzik türünün öncülerindendi. Çoğu, Kral Tv video kliplerinin uzatılmış versiyonu da olsa film, hatta dizi oyuncusuydu. Başrolünde kendisinin olduğu 6 film yönetti. Şarkı sözü yazarı ve besteci idi. Ayrıca eli kalem de tutuyordu: Bir Zamanlar Ağaçtım, Yağmur Durunca ve Paraşütteki Çocuk onun hayatının dışavurumlarıydı.
Öte yandan, dünya görüşü ne olursa olsun, bunu dikte etmekten çekinen, bu kulvarda nadiren söz alan biriydi. Bu bağlamda Orhan Gencebay’dan ayrılırdı. Hep merak etmişimdir: Vaktiyle sahnelere çıkmamasıyla bilinen rakibinin ‘akil insan’ oluşunu kim bilir nasıl karşıladı?
Kitleleri derinden etkileme gücüne sahip olsa da ne en parlak döneminde, ne de kenara çekildiği yıllarda, kendini bir politik aktör olarak tanımlamadı. En ‘siyasi’ diyebileceğimiz sözleri Sabah gazetesine verdiği röportajda söyledi. Devlet Bahçeli için, “Kendisi görgülü ve iyi biri. Adı Devlet zaten. Ülke, bayrak ve vatan için ne gerekiyorsa onu yapıyor” dedi. Erdoğan için de, “Gerçekten çok güzel ve vefalı bir insan. Vefakârlığından dolayı ihanete uğruyor” dedi.
Oysa AKP iktidarı onun için bulunmaz bir nimet olabilirdi. Kendisine hayran bir parti başkanı vardı: Devlet Bahçeli. Ve 2009 yılından itibaren inşaat sektöründeydi. Belki ‘beşi bir yerde’ arasında olmazdı ama, hatırı sayılır bir dünyalık yapabilirdi.
Onun ticaretten anlamadığını söylemek haksızlık olur. Zira müzik sektörüne damga vuran bir yapımcıydı. İlkin 1982’de Odebs’i kurmuştu. Yani “Orta Doğu’nun En Büyük Sesleri”ni bir araya getirme iddiasındaydı… Sonra da bu şirkette ad değişikliğine gitmiş, Ferdifon’u var etmişti.
Ferdifon deyince akla, Ferdi Tayfur dışında iki isim gelir: Ahmet Selçuk İlkan ve Hüseyin Altın… Elbette İntizar, Metin Kaya, Murat Kekilli, Tüdanya ve Necla Nazır da…
Hatırlayalım: Son yıllarda sık sık tartıştığı kızı Tuğçe’nin albümü de Ferdifon tarafından basılmıştı.
Ahmet Selçuk İlkan, söz yazarlığından ‘şiir okuyan romantik adam’lığa terfi etti sayesinde. Milyonlar sattı kasetleri… Şiire yatırım yapmak büyük rizikodur aslında. Dahası: Öyle çok da güftesini kullanmamıştır İlkan’ın… Ama bir ‘değer’ görmüştür ve gözünü karartıp girmiştir albüm işine…
Bu arada, Ferdi Tayfur’un, 1976-2008 arasında evli kaldığı sinema oyuncusu Necla Nazır’a da albüm yapması, mübalağa ederek söylüyorum, bir ‘kıyak’, bir ‘jest’ değildir. Hele hele Yeşilçam oyuncularının sahneye fırlamalarından nasiplenmek hiç değildir. İki husus mühimdir burada: Ferdi Tayfur sesine inanmıştır; Necla Nazır da Ferdi Tayfur’a… Bugün o albüm ‘nadir’ler arasındadır ve koleksiyonerler tarafından kapışılır. Ederi de hayli yüksektir.
Halden anlayan biridir. Zira henüz çocukken, üvey babasının bulduğu şekerci dükkânında, daha sonrasında da çiftlikte çalışmıştır. Hayal kırıklığının ne demek olduğunu bilir. İlk 45’liğinin (Leyla / Aşkınla Beni Öldürdün) pek iltifat görmemesinin yarattığı yıkım büyüktür. Ve o yıkımı onarmak için verdiği mücadele de takdire şayandır.
Hayatının belki de dönüm noktası, sanıldığı gibi ne İstanbul, ne Adana’dır; onu ayakta tutan ve uzun maratona hazırlayan Konya’dır. Konya’daki ‘Teksas’ adlı pavyondur.
Söke’de iş ararken tesadüfen tanıştığı bir kadının çağrısına uyarak gitmiştir Konya’ya… Ancak kadın sırra kadem basmıştır ve beş parasız ortada kalmıştır. Genelevin yanındaki bir kahvede garson olarak çalışmaya başlar. Günde 7,5 lira kazanır, 2,5 lirasını kaldığı otele öder. Burada iki hafta çalışır ve ‘gerçek’ insanı burada tanır. Bağlamayı da burada tanıştığı bir astsubaydan öğrenir.
Konya, sonraki yıllarda da hayatına girer. 1999 yılında verdiği muazzam konserle… Bu aslında bir vefadır. Borç ödemedir. Ve niçin kişileri tanımlarken ‘vefa’ya vurgu yaptığının somut bir örneğidir.
Çok şey söylenebilir hakkında… Ama şu söylenemez: Nasıl ki, kendini onlardan üstün görüp kanaat önderliğine soyunmadıysa halka da sırtını hiçbir zaman dönmedi. Zor durumdaki sanatçılara destek olurken, en yakınlarına bile bunu söyleme gereği duymadı. Dahası: Şımarmadı. Sakinliğini korudu. Magazinciler ara ara üzerine gitseler de, bir istisna dışında (Hakkı Bulut ile girdiği polemik), terbiyesini hiç bozmadı.
İşin tuhafı: Herkes, ama herkes ona hayrandı, ama o Zeki Müren’e…
Şimdi ikisi de yok. Yanlış söyledim: İkisi de artık eserleriyle aramızda! Kayan yıldızı gönül göğümüzde daim tutmak ise elimizde…