Cem Karaca’nın Gözyaşları – Şipşak bir film çekilmiş, yazık edilmiş

Tartışmalı bir filmle yeniden gündeme gelen Cem Karaca, yetmişlerin politize olmuş Türkiye’sinde nev-i şahsına münhasır bir karakter. Ona yalnız ‘şarkıcı’ demek haksızlık; yorumcu, besteci, söz yazarı, hatta oyuncu...

Kadıköy'deki Cem Karaca heykeli.

Özgün senaryo yok denecek kadar az; hem bizde hem dünyada. Yapay zekâdan medet umuyor Hollywood. Uzakdoğu filmleri cover’lanıyor habire. İçinde azıcık parıltı olanlar allanıyor, pullanıyor, ödüllenip en yükseğe konuyor ve üç gün sonra unutuluyor. Muazzam bir tüketim kültürü…

Sektör buharlı kara trenler gibi – işlerin yolunda gidebilmesi için ocağa kömür atılması gerekiyor. O kömürler de işte bu hazır giyim misali üretilen fabrikasyon filmler, diziler…

Kazanan yapımcı oluyor, kazanan oyuncu oluyor, başka kazananlar da var hiç kuşkusuz, ama bir kazanmayan senarist… İstisnaları dışında, çoğu yazdığı senaryo henüz çekilmeden yenisine başlamak zorunda evine ekmek götürebilmek için.

Bu kabızlık, bu tıkanıklık, bu sahte ve mübalağa gösteri öyle bulaşıcı ki… Biz de nasibimizi aldık. Ortalık ‘gerçek hayat hikâyeleri’ ve ‘yaşam öyküleri’ne boğulmuş vaziyette.

Müslüm Gürses (2018), Hürkuş (2018), Naim Süleymanoğlu (2019), Çiçero (2019), Bergen (2022), Barış Akarsu (2022), Dilberay (2022), Murat Gögebakan (2023)… Bir çırpında aklıma gelenler.

Yakın zamanda vizyona giren ve aynı hızla çıkan Cem Karaca’nın Gözyaşları da halkaya katılan son biyografik filmlerden.

Biyografi denince, hele de filme konu olan kişinin akrabaları sağ ise hukuki süreç kaçınılmaz oluyor. Masada dedikodusu bol, görüntüsü hoş, içi boş, seyirlik bir laf salatası… Üzerine arzu eden limon sıkar, etmeyen sirke koyar!

FİLM, FİLM DEĞİL; TEL TEL DÖKÜLEN BİR ‘ŞEY’

Bir eser eğer ‘kazanmak’ için yapılıyorsa, olası tüm kıymıklar ayıklanıyor. Ağızla mide arasındaki mesafeyi kısaltmak adına tüm renk yelpazesi iki renge indirgeniyor: siyah ve beyaz… Popüler ‘tür film’lerinin formatına sadık kalarak kotarılıyor ‘iş’… En açların bile iştahını kesmeyen bu anlayıştan medet umulması bir yana, bunda ‘yüce’ bir şey aranması ne hazin!

Eğer ‘yaratıcı’ (yönetmen) dert edinmemişse filmi, filme konu olan kişiyi, onun temsil ettiklerini, ezber tekrarından öteye gidilemiyor maalesef. Yavan, kekre, tel tel dökülen bir ‘şey’ çıkıyor ortaya…

Sırtını gerçekliğe dayarken hakikate ihanetleri şöyle dursun, bir kurmacanın kendi gerçekliğini yaratamasına ne buyrulur, bilemiyorum.

Tutarlılık yok. İkna edici değil. Seyirciye içselleştirme imkânı tanımıyor. Doğası gereği de esas hedefi olan popülizme ve seyirlik olma aşamasına dahi ulaşamıyor.

GÜNDELİK HAYATIN HARALA GÜRELESİNDE VAR OLMAK

Cem Karaca, yetmişlerin politize olmuş Türkiye’sinde, “sadece şarkı söylediği” için başı belaya giren, nev-i şahsına münhasır bir karakter. Ona yalnız ‘şarkıcı’ demek haksızlık; yorumcu, besteci, söz yazarı… Hatta oyuncu; tiyatro ve sinema oyuncusu.

Ötesinde: Düşünen ve yaratan biri; bir devrimci. Anadolu Rock denen müzik türünün kurucularından. Öncesi olmayan bir türü düşünmek, uygulamak ve kabul ettirip sevdirmek ne büyük bir iş.

Böylesi bir sanatçının hayatını çekmek sorumluluk ister. Ehliyet ister. Meziyet ister.

Oysa Cem Karaca’nın Gözyaşları ayakları yere basan bir film değil.

Görünüşe göre furyadan nasibini alıp gündelik hayatın harala gürelesinde var olmak – tüm murat bu!

Bir kere, yönetmen adı Cem Karaca olan derse çalışmamış. Wikipedia’dan ç’alınan bilgilerle derlenmiş senaryo, ortaya çıkan da tekdüze bir özet olmuş.

“RESİMDEKİ GÖZYAŞLARI” NEREDE?

Üzücü olan; film daha ilk günden sancılı bir doğum sürecine girdi. Cem Karaca’nın son eşi İlkim Karaca ile oğlu ve filmin yapımcısı arasında yaşanan anlaşmazlıklar sayesinde içimiz dışımız magazine bulandı.

En az altı, yedi kere vizyon tarihi değişti.

Yetmedi; filmin adı bile değişti.

Film, vizyona Cem Karaca adıyla girecekti. Sonra ne olduysa oldu, bu isimden vazgeçildi ve Cem Karaca’nın Gözyaşları olarak çıktı vizyona.

Bu ismi seçerken belli ki Cem Karaca’nın “Resimdeki Gözyaşları” adlı o muhteşem şarkısından esinlenmişler. İtirazım yok. Yakışmış filme. Gönderme yerinde. Yerinde de… Film boyunca bir kez bile “Resimdeki Gözyaşları” adlı şarkı kullanılmaz mı, münasip bir sahnede…

Cem Karaca’nın en efsane şarkısını onu anlatan bir filmde kullanmamak hangi akla hizmet!

Şöyle düşünün lütfen: Bir Michael Jackson filmi çekilmiş, ama filmde “Billie Jean” yok.

Hadi mümkünse bunu Hollywood’ta yapın. Seyirci de ayağa kalkar, yapımcı da…

Ama burası Türkiye. Ne sunarsan kabul edilir; yeter ki cancanlı olsun, yeter ki yenir yutulur olsun…

SANKİ İLKİM KARACA YOK, HİÇ OLMADI!

Baştan beri İlkim Karaca itiraz etti.

Muhtemel ki Emrah Karaca ile İlkim Karaca papazlar…

Bu kaosun içine yapımcı da eklenince olay çığırından çıktı tabii.

İlkim Karaca kendisinden izin alınmadığını iddia edip mahkemeye gitti.

Yurdum filmcileri de bir by-pass düşünüp karşı hamlede bulundu. İlkim Karaca’nın Cem Karaca’nın hayatında olduğu altı, yedi senelik bölümü filmde kullanmadılar.

Düşünsenize: Biri biyografik bir film çekiyor ve ilgili kişinin bir dönemi filmde yok. Senaryo bunu gerektirdiği için değil, başları telif yüzünden ağrımasın diye yok. Yok olan bölüm de tüm hikâyenin sonlandığı bölüm üstelik…

DESPOT BİR BABANIN KOMÜNİST OĞLU

Cem Karaca, tiyatro kökenli bir anne ve babanın oğlu. Ama aile, onun müzikle uğraşmasını istemiyor. Mehmet Karaca (babası) müthiş otoriter, despot… Öyle ki konserinde onu yuhalatmak için adam tutuyor. Oğlunun askere gitmesi için onu orduya şikâyet ediyor.

Cem Karaca ve Kardaşlar

Babası Cem Karaca’ya yabancı grupların ve şarkıcıların şarkılarını söyleyerek taklitçilikten başka bir şey yapmadığını söylerken onu adeta sözleriyle dövüyor.

Cem Karaca babası sayesinde, özellikle askerlik yıllarında Anadolu’yu keşfediyor; kendi müzikal çizgisinin temeli olan Anadolu Pop Rock’a soyunuyor.

Bu süreç, Cem Karaca’nın Cem Karaca olmasında önemli bir kilometre taşı…

Ve kabul edelim ki, koskoca filmde, belki de ‘en güzel çekilmiş’ bölümler burası.

Cem Karaca’nın Moğollar ile birleşmesinin hikâyesi de çok ilginç. Filmde hali hazırda bir grubu olan Cem Karaca plak şirketinin yazıhanesinde patronu tarafından Moğollar ile tanıştırılıyor ve hemen takibinde, “artık beraber çalışıyoruz” deniyor.

Filmde öyle bir hava yaratılmış ki, Cem Karaca eski grubunu anında satıp Moğollar ile çalışmaya başlamış gibi yansıtılıyor. Yani film rahmetliyi nankör ve vefasız biri gibi gösteriyor. Ayıp üstüne ayıp!

Moğollar ile ilgili bir diğer ilginç sahne ise Cahit Berkay ve Moğallar’la ilgili…

Çay bahçesinde otururken, “Ya Cem, zaten şöhretiz, herkes bizi konuşuyor… Ne gerek var siyasete…” tarzı bir şeyler söyleniyor.

Bu büyük bir saygısızlık.

Moğollar hiçbir zaman popüler kültür ikonu olmadı, hiçbir zaman apolitik bir grup olmadı. Hele filmde o diyalog sırasında Cahit Berkay’ı masadan kalkıp “Ben Fransa’ya gidiyorum” dedikten sonra diğer grup elemanlarının da tek tek kalkıp Cem’i terk etmesi, hiç yaşanmadı. Hemen düzelteyim kendimi: Yaşanması olası değil!

Sanırsınız o masada oturan bir popstar.

ACININ DİBİNE VURULDUĞU YER – ALMANYA

Film, ikinci bölümden itibaren yaprak yaprak dökülüyor. Üçüncü dönemin, yani Cem Karaca’nın Almanya yıllarının anlatıldığı yerlerde iyice arabeske bulanıyor. Acının dibine vuruluyor.

Cem Karaca’yı Almanya’da tek odalı bir stüdyo dairede, bütün gün içki içen depresif bir ayyaş gibi gösteriyorlar.

Oysa Cem Karaca’nın Almanya (Bonn) yılları, öyle filmde anlatıldığı gibi içerek, bunalımlara girerek, evinde hapis yaşayarak geçmedi.

Sahneye çıktı. Televizyonlara çıktı. Yeni tarz müzikler yaptı.

Almanya’daki müzisyen arkadaşı Fehiman Uğurdemir ve Ralf Mähnhöfer ile birlikte 1982’de “Bekle Beni” albümü çıkıyor mesela. Bu albümdeki “Oğluma”, “Alamanya Berbadı” ve “Bekle Beni” gibi şarkılar Karaca’nın ülkesine duyduğu hasretin dışavurumu…

Bu albüm Karaca’nın vatandaşlıktan çıkarıldığı için medyada yer alamamasından dolayı pek bilinmedi.

Yine de yılmadı Cem Karaca; 1984’te bir şarkısı dışında tüm şarkıları Almanca olan “Die Kanaken” albümünü yayınladı. Bu albüm Alman oyun yazarları Henry Böseke ve Martin Burkert tarafından göçmen Türkler’in Almanya’da yaşadıkları zorlukları anlatmaktaydı. Ayrıca albüm bir tiyatro oyununa da çevrildi. Karaca, albüm yayınlandıktan sonra Alman televizyonlarında albümün adı olan Die Kanaken olarak sahne aldı ve albümü tanıttı.

Film burada belli ki damardan vurmak istemiş. Popüler kültüre esir düşmüş bir mantıkla çekilmiş bu dönem… Karşımızdaki Bergen mi, Cem Karaca mı, belli değil.

Cem Karaca’nın manevi oğlu Genco Sabancı’nın özel albümünde bulunan fotoğraflardan biri.

SANSOSYONEL DÖNÜŞ

Hatırlayalım; Cem Karaca’nın Türkiye’ye dönüşü hayli olaylı olmuştu. Turgut Özal ile bir görüşme yaptıktan sonra özel izinle vatandaşlık hakkına yeniden kavuşmuş ve çok beklemeden de Türkiye’ye dönmüştü.

Cem Karaca Türkiye’ye döndükten sonra kendi tabanını oluşturan fanatikler tarafından “dönek” ithamı ile karşılaşmış ve gönülsüzce, biraz da hiddetle, “memleketime dönmek döneklikse ben döneğim” anlamına gelen bir açıklama yapmak zorunda kalmıştı. Hatta sonrasında bunun şarkısını da (“Ben döneksem döndüm diye memleketime / Döndüm baba döndüm işte oh be”) yapmıştı.

Filmin en önemli olaylarından biri bu olması gerekirken yönetmenimiz bunu es geçmiş. Olmasa da olurmuş gibi…

FİLMDE BUNLARIN HİÇBİRİ YOK

Şunu da söylemek isterim ki, Cem Karaca’nın dönüşü sonrası yaşadıkları son derece sancılıdır. Bir yandan ona “dönek” diyen tabanı, bir yandan patlayan pop müzik ve “Yeni Türkiye”ye adapte olma süreci ona zor gelmiştir.

Cem Karaca

Son dönemlerinde gözde mekânlarda sahne alamıyor, küçük yahut mezbele barlarda çıktığına dair dedikodular bile çıkmıştır.

Bu dönemlerde hep yanında duran kişi İlkim Karaca…

Uzun lafın kısası, Cem Karaca’nın Gözyaşları samimiyetten uzak, çatışmaları yanlış kurulmuş, eksik anlatılmış, kötü anlatılmış bir film.

Daha iyi olabilir miydi? Kesinlikle evet.

Ama belli ki ticari kaygılar daha ağır basmış ve bir şipşak film çekilmiş – yazık edilmiş!

Velev'i Google Haberler üzerinden takip edin

ÖNERİLEN İÇERİKLER

WP Twitter Auto Publish Powered By : XYZScripts.com