Fotoğraf: 14 Kasım 2025 Konseri - grubun resmi Facebook sitesi...
Bazen insan bir konseri aylar öncesinden bekler de, takvim yaklaşırken içine küçük bir tedirginlik çöreklenir ya insanın… Benimki de öyle bir şeydi ve bu his beş hafta sürdü. Pentagram’ı yıllar yıllar sonra yeniden, hem de Harbiye’nin göğe açılan o taş yarığında, üstelik An Epic Symphony eşliğinde dinleyecektim (14 Kasım). Daha önce iki kez izlemiştim grubu; biri akustikti, diğeri kapalı salonun karanlığına gömülü bir gece. Bu kez açık havada, göğün temasına açık bir sesle buluşacaktık. Ne ki konser günü yaklaştıkça içimde tuhaf bir huzursuzluk peyda oldu: “Ya yağmur yağarsa?” İstanbul’un son dakika kaprisleri malum. Cuma sabahı yüzüme vuran güneşle içim ferahladı; gökyüzü hiç değilse bu kez bizimle olacaktı.
Gün boyu eski videolara gömüldüm. Mor ve Ötesi’nin Harun Tekin’li kayıtları, Şebnem Ferah’lı performanslar, Athena’nın katıldığı sahneler… Gençliğin içinden yükselen o kalabalık sesin bugünkü hâline baktım durdum. Kadıköy’deki o meşhur Seyhan Müzik imzası geçmişte kalmıştı elbet, ama hatırası hâlâ diri: Sıraya girilmiş bir günün, sabırsız bekleyişin, şarkıların hayatımıza sızdığı o eski zamanın hatırası.
***
Akşama doğru hava soğudu. Üşümeyi göze alarak beremi taktım, çıktım yola. Harbiye’ye yarım saat önceden girdim. Uslu bir çocuk gibi gidip koltuğuma oturdum. Fakat içimde hafif bir burukluk vardı: Hayko Cepkin konserinde taksi duraklarına kadar uzayan kuyrukları hatırladıkça buradaki sessizlik, neredeyse koşar adım içeri girişim… Pentagram’da eser yoktu o izdihamdan. Benim gibi erken giren elli, bilemediniz yüz kişi vardı; koltuklar bomboştu. Sonra yavaş yavaş doldu alan: Ön sıralar, M ve N’nin civarı… Lakin sahnenin sol üst tarafı akşam boyunca hep boş kaldı. İstanbul’un tuhaf seyirci matematiği yine şaşırtmadı: Konser başlar başlamaz herkes boş bulduğu koltuğa yayıldı ve arka sıralar iyice tenhalaştı.
Grup sahneye çıktığında Murat İlkan’ın arkadaşlarının desteğiyle yürüdüğünü görünce içime bir sızı oturdu. Hafızam çürük yumurtadan çürük; konserin ortalarında hatırladım MS olduğunu… Bir süre önce Pentagram’dan ayrılıp “Murat İlkan Akustik” projesine geçtiğini… Sahnedeki kırılganlığına rağmen kendine has o kuvvetli yorum hâlâ oradaydı; sesi yer yer çatladı, ama kalbi çatlamadı.
***
Şunu söylemezsem olmaz: Senfoni’nin bu hâli Pentagram’a pek katkı sunmadı. Taşlamayın lütfen; metalin keskinliğini törpüleyen bir yumuşama vardı orkestrada. Ses sistemi de nazlandı. Murat İlkan mikrofona fazla yaklaştığı anlarda üst damak seslileri patladı; Ogün Sanlısoy’un mızıkası tizlerde kırıldı. Koro devreye girdiğinde ise ortalıkta onarılmaz bir halk müziği tınısı dolaştı. Metal ile senfoni buluşsun isteriz; ama buluşmak başka, birbirine yamalanmak başka.
Yine de Ogün Sanlısoy sahnenin kemiğinin kırılmaması için büyük nezaket gösterdi. Konuşmacı olarak seçilmişti muhtemelen; fakat grubun önüne geçmemek adına sürekli bir adım geride durdu. Ufak tefek hataları zekice esprilerle örttü: Seyirciyi kırmadan, kendini büyültmeden. Konserin ilk yarım saati biraz mütereddit geçti; ne orkestra grubun içine tam girebildi ne grup orkestranın nefesini tam alabildi.
En büyük hayal kırıklığı ise “Geçmişin Yükü”nde yaşandı. Şarkı, adının ağırlığını taşıyamadı. Vokal ile orkestra arasında bariz bir uyumsuzluk, grup üyeleri arasında da küçük bir senkron kayması vardı. O muazzam şarkı, o gece bir kakofoninin mağduru oldu.
Amma velakin “Bir” ile tüm tablo tersine döndü. Seyircinin içine çöreklenmiş ölü toprağı kalktı; grup da, orkestra da derin bir nefes aldı. Gökalp Ergen’in “Uzun İnce Bir Yoldayım”da yaptığı gırtlak oyunları ve ses katmanlamaları ise gecenin en zarif sürpriziydi.
***
Grup, yaklaşık iki saat sahnede kaldı. Ara verilmedi. Lakin bir kısa kesilmişlik duygusu hâkimdi. Seyircinin “Bir” ısrarı kırılmadı; Ogün’ün “haydi bu kez daha gür, daha canlı” deyişi hem Murat İlkan’ı hem Gökalp Ergen’i hem seyirciyi kahkahaya boğdu. O anda Harbiye’nin taş duvarları canlandı. Birden herkes ayakta, herkes sahnenin önünde, herkesin eli göğe doğru uzanmıştı. O metalin kadim “boynuz işareti” ışıklarla birlikte yükseldi. Zıplayanlar, kafa sallayanlar, ritme yenilenler… İşte konser o anda konser oldu. Senfoni bile—sanki ilk kez—alanın ruhuna uymayı kabul etti.
Finalde büyük bir gösteriş yapmadılar. Eğilip selam verdiler; seyircinin fotoğraf ricasını kırmadılar. Harbiye’de yakalanan o kısacık ortak nefes, sahneyle dinleyici arasında bir hatıra payı bıraktı.
Çıkışta dolmuş-taksi denen Türk icadına bindim. Ön koltukta, iki yıl önce eşini kaybetmiş altmış üç yaşında bir kadın vardı; ilk kez konsere geldiğini söyledi. O an içimde bir şey paslı bir çivi gibi dönüverdi: Umut var hâlâ!
Harbiye’den çıktığımızda yalnızca bir konseri değil, bir tür ayini, bir toplu teselli mekânını da geride bırakmıştım sanki. Büyük bir beklenti ile oturduğum sofradan doymuş, ama geçmiş sofraların lezzetini unutmamış bir misafir olarak kalkmıştım.
Biraz eksik, biraz tamam; yine de ‘iyi ki gitmişim’ dedirten bir geceydi.
Velev'i
Google Haberler üzerinden takip edin
