Bazı filmler, seyirciyi iki saatliğine başka bir hayata kaçırır; bazılarıysa kaçmayı denediğimiz yere kadar gelip kapıyı çalar. Savaş Üstüne Savaş (One Battle After Another) tam da o ikinci türden. Zihninin arka rafına yıllar önce kaldırdığın bir kutuyu indirtiyor insana. Kapağını açtırmadan önce de uzun uzun elini kutunun üstünde gezdiriyor: “Hadi,” diyor, “bakalım içinde ne varmış.”
Paul Thomas Anderson, yıllardır sinemasında erkeklik, güç, inanç ve çürüme gibi büyük kelimeleri küçük anların içine saklayarak anlatıyor. Bu filmde de aynı yöntemi kullanmış ama daha keskin, daha ‘bugün’den bakarak. Dış yüzeyi aksiyon-gerilim gibi parlıyor: kaçırılan bir kız, geri dönen bir düşman, yeniden silaha sarılan eski bir devrimci… Fakat film ilerledikçe görüyoruz ki bu hikâye, bir kovalamacanın değil, zamana yenilmiş ideallerin hikâyesi. Anderson’ın kamerası çatışmayı sadece sokakta aramıyor; mutfakta, sessizlikte, bir babanın kızına bakarken yutkunduğu yerde buluyor.
Geçmiş asla “geçmiş” olmaması
Bob Ferguson (Leonardo DiCaprio) bir zamanlar bir şeye bütün kalbiyle inanmış, o inanç uğruna hayatını yakmış bir adam. Film Bob’u bize “efsanevi” bir figür olarak sunmuyor. Tam tersine, efsanesini kaybetmiş, geriye yalnızca ağır bir hatıra kalmış biri olarak çiziyor. Günlük hayatta kendini saklamaya çalışan o eski benlik, kızının kaçırılmasıyla birden görünür oluyor. Ama “kahramanın dönüşü” değil; daha çok bir insanın kendi gölgesine geri çağrılması.

Anderson burada çok önemli bir şeyi başarıyor: Geçmişe dönmeyi romantikleştirmiyor. Bob’un eski yoldaşlığı, eski sloganları, eski düşmanları… hepsi biraz yıpranmış, biraz tozlu, biraz da can acıtıcı. Film sanki şunu soruyor: Bir insan, eskiden kim olduğunu bırakıp kaç yıl “normal” yaşayabilir? Ve normal dediğimiz şey, aslında ne kadar kırılgan?
Büyük gürültüyü küçük çatlaklardan göstermek
Anderson’ın anlatımı her zamanki gibi sabırlı. Bir sahneyi gerektiği kadar değil, hissedildiği kadar uzatıyor. Şiddete giden yolların çoğu burada bir kapı çarpmasıyla değil, bir bakışın gecikmesiyle açılıyor. Bu tercih, filmin politik yanını da ilginç bir yere taşıyor. Çünkü politika burada pankartlarda değil; insanın içindeki çatışmada yaşıyor. Anderson, devletin ya da otoritenin yüzünü tek bir karaktere bırakmıyor; onu atmosfer gibi yayıyor filmin içine. Bu yüzden izlerken bazen bir sistemle değil, bir kabusa karşı yürüyormuş hissi doğuyor.
Ayrıca mizahı da dozunda ve sahici. Anderson mizahı, gerilimi yumuşatmak için değil, gerilimin içindeki insan hâlini göstermek için kullanıyor. Kimi anlarda gülüyorsun ama gülüşünün altında ince bir tortu kalıyor: “Ben buna neden güldüm?” gibi…
DiCaprio’nun oyunculuğu filmin motoru. Bob’un geçmişten taşıdığı öfke ile bugünde büyüttüğü kırılganlığı aynı bedene sığdırıyor. Çok küçük anlarda bile o ikilik fark ediliyor. Bir yerde sertleşip hızla saldırıya geçiyor, iki sahne sonra aynı adam kızının adını fısıldarken neredeyse çocuklaşıyor. Film bu haliyle kara komedi aksiyon gerilim tanımlamasının hakkını veriyor diyebiliriz.

Bu rol, “karizma”ya yaslanarak oynanabilecek bir rol değil; çünkü karakter karizmatik değil, yorulmuş. DiCaprio da bunu biliyor ve oyunu o yorgunluğun üzerine kuruyor. Bob’un yüzünde sürekli bir geç kalmışlık var. Sanki hayatta en çok şunu düşünmüş gibi: “Ben bir şeyleri zamanında yaşasaydım…” İşte o duygu, performansa derinlik veriyor.
Sean Penn’in karakteri klasik anlamda bir kötü değil; daha çok Bob’un geçmişinin vücut bulmuş hâli. Bir insanın kaçtığı şeyin geri dönmesi gibi. Penn’in oyunu ölçülü ama huzursuz. Ne zaman sahneye girse filmdeki hava ağırlaşıyor; çünkü o adam sadece tehlike değil, kaçınılmazlık hissi taşıyor.
Yan rollerdeki oyuncular ise Anderson sinemasının o iyi bildiği şeyi yapıyor: “kişiler” değil, hayatlar oynuyorlar. Kısa süre görünen karakterler bile sahnede duruşlarıyla bir arka plan taşıyor. Filmdeki dünya bu yüzden inandırıcı; çünkü kimse dekor gibi durmuyor.
Film büyük çerçevelerle çalışıyor ama o genişlik bir ferahlık yaratmıyor, tam tersine yalnızlık büyütüyor. Kadraj genişledikçe insan küçülüyor. Sanki Bob’un savaşı da böyle: ne kadar büyürse büyüsün, sonunda bir adamın omzuna yüklenen tekil bir acıya dönüşüyor. Müzik de aynı yerden konuşuyor. Filmi sürüklemek yerine, sahnelerin altına saklanıp iç ritmi kuruyor. Bazen kalp atışı gibi, bazen bir anıyı dürten ince bir ses gibi.
Savaş Üstüne Savaş, bir “dava”yı yüceltmiyor ama davayı kaybetmenin insanı nasıl biçimlendirdiğini çok iyi anlatıyor. Bob’un mücadelesi artık bir bayrak için değil; kızının gözünde hâlâ bir baba olarak kalabilmek için. Bu bile başlı başına politik: Çünkü film, büyük ideallerin sonunda dönüp dolaşıp en küçük şeye, yani bir insanın sevdiğine tutunmasına bağlandığını söylüyor.
Filmi izlerken “ödül kokusu” diye bir şey arayanlardan değilim; ama bazı filmler, bunu saklayamaz. Savaş Üstüne Savaş tam öyle bir yerde duruyor. Çünkü hem büyük bir sinema dili kuruyor, hem de o dili “şimdiye” bağlayan bir damar taşıyor. Akademi’nin son yıllarda sevdiği şey tam da bu: yalnız teknik ustalık değil, çağın nabzını tutan bir hikâye.

Bu yüzden benim tahminim şu yönde: Film ödül sezonunu çoklu adaylıklarla kapatacak gibi görünüyor. En güçlü ihtimaller yönetmenlik ve uyarlama senaryoda; çünkü Anderson’ın bu kadar kişisel ve politik bir hikâyeyi aynı anda taşıması, Oscar’ın “prestij duygusuna” denk düşüyor. DiCaprio’nun başrol adaylığı da neredeyse kaçınılmaz gibi; performans filmin duygusal omurgası çünkü. Birden fazla teknik dalda (görüntü, kurgu, müzik gibi) da adı sık geçecek.
Peki gelelim esas soruya, Oscar Ödüllerinde “En İyi Film”i alır mı? Bence yarışın ilk sıralarında ama bu ödül çoğu zaman filmin kalitesinden çok, sezonun hangi hikâyeye âşık olduğuyla ilgili. Yani şu an için: kazanması mümkün, adaylığı çok kuvvetli.
Bu filmden izlediğinde aklında tek bir sahne kalmayabilir. Ama içinden geçen o duygu kalır. Bir zamanlar inandığın şeylerin gölgesi, sen istemesen de seninle yaşar. Bazı savaşlar bittiğinde bile insan onlardan çıkmış sayılmaz; sadece yeni bir biçimde taşımayı öğrenir.
Savaş Üstüne Savaş bunun sinemasını yapıyor. Ne nutuk atıyor ne de “büyük final” numarası çekiyor. Daha çok şunu fısıldıyor: Hayat, bir kere inandığın şeye her gün yeniden cevap vermektir.
Bazı günler, o cevabın kendisi bile bir tür mücadeleye dönüşür. Film bittiğinde geriye kalan şey tam da bu: İçinde hâlâ kıpırdayan, adı konmamış bir direnç. Kızını arayan bir babanın direnci kadar sessiz, bir idealin küllerinden doğan hatıra kadar inatçı.
Velev'i
Google Haberler üzerinden takip edin
