Zamanın küçük taşları

Hayat büyük değişimlerle değil, küçük izlerle hatırlanır. Ama ya o izler silinirse? Ya cümleler yarım kalır, şarkılar tamamlanmaz, sahneler belirsizleşirse? Zamanın geçtiğini nasıl anlarız? Unutmaya başladığımızda mı, hatırlayamadığımızda mı?

Büyük değişimler nadiren bir gürültüyle gelir. Hayat çoğu zaman sessizce yön değiştirir. Kimi zaman kahvenin telvesinde beliren unutulmuş bir şekil, kimi zaman banyoda ıslak bırakılmış bir havlu ya da kitap arasından düşen sararmış bir not kâğıdıdır yönümüzü değiştiren. Zaman, bazen büyük saatlerin tıkırtısıyla değil, bu küçücük taşlarla ilerler.

Bir gün ayakkabınızı bağlarken, babanızın aynı hareketi nasıl yaptığı gelir aklınıza. Ya da annenizin dikiş kutusundaki o yıpranmış makara… Hatırladığınız şey sadece makara değildir; ellerin ritmi, odadaki sessizlik, radyodan gelen hafif bir türkü… Zamana dair şeyler takvimden değil, bu ayrıntılardan sızar.

Zamanın küçük taşları, gündelik hayatın içine gömülmüş büyük hatıralar gibidir. Onlar bizden haberdardır, biz çoğu zaman onlardan habersiziz. Ama farkına varmasak da onlar bizi tutar. Bir dolabın kapağını açarken, bir ceketin astarında unutulmuş bir sinema biletiyle karşılaşırken ya da bir eski kartpostalı yeniden elinize aldığınızda…

Zaman o taşlardan geçerek yeniden akmaya başlar.

Bergson’un dediği gibi: Zaman, bir saatle ölçülemez sadece. Zamanın bir duygusu vardır. Bazen bir koku, bir ses ya da bir eşya, o duyguyu ansızın üzerimize salar.

Ve o anlarda, geçmiş bir anı değil, zamansız bir duyguya dokunmuş oluruz.

 Kaybolan Üsluplar

Bir zamanlar üslup diye bir şey vardı. Yalnızca ne anlattığınız değil, nasıl anlattığınız da önemliydi. Cümleler uzundu mesela. Bir düşüncenin kendine yol bulması beklenirdi. Anlatan, yalnızca bilgi taşımazdı; düşüncesini biçimle yoğurur, söze bir ritim, bir soluk katardı.

Bugünse “az ve öz” makbul. Ama bazen “az”, yetersizdir; “öz” ise derinliksiz. Sosyal medyanın ritmiyle yazılır oldu artık cümlelerimiz. Düşünceler kısa mesafelere uygun hâle getirildi. Tıpkı tren yerine scooter kullanmak gibi: Hızlı ama yüzeyde, kolay ama kısa ömürlü. Gülümsemek bile kısaltıldı: 🙂

Parantezler kalktı. Duraksamalar silindi. Ve belki en önemlisi: beklemek unutuldu.

Oysa bir zamanlar üslup, yazarın kalbiyle okurun kalbi arasına döşenen bir taş yoldu. Her taşın bir sesi, bir tartısı vardı. Okur yürürdü o yolda; bazen yavaşlardı, bazen geri dönerdi, bazen yolun kenarında durup cümleye yeniden bakardı. Şimdi ise geçilen her cümle, bir sonrakine ulaşmak için yalnızca bir sıçrama tahtası.

Yaşar Kemal’in betimlemeleriyle bir ova boyunca yürüyebilmek, o ovadaki tüm kuşları, rüzgârı, toprağı hissedebilmek için sabır gerekiyordu. Thomas Mann’ın paragraflarında bir insan ruhunun kıvrımlarına nüfuz etmek, onunla birlikte kaybolmayı göze almak demekti. Şimdi ise metinler tüketiliyor. Cümleler okunmuyor, taranıyor. Anlam, süzülmeden geçiyor.

Ama belki mesele sadece okurda değil. Yazan da sabırsız artık. Yazmak, düşünmek değil; üretmek, yetiştirmek, paylaşmak eylemine dönüştü. Üslup, bir zamanlar yazarın kişisel sığınağıydı; şimdi ise algoritmanın biçtiği kalıba sığdırılması gereken bir etiket.

Oysa… hâlâ bazı cümlelerin yürüyerek okunması gerekiyor. Bazı düşüncelerin sessizce kendi yolunu bulması. Hâlâ bazı yazıların aceleye gelmeyen bir soluğa ihtiyacı var. Çünkü üslup sadece biçim değil; bir zamana saygıdır. Bir insana, bir fikre, bir kelimeye gösterilen özenin biçimidir.

 Filmler… Şarkılar…

Bir film izlerdik ve bir süre başka film izleyemezdik. Çünkü dolardı içimiz, doyardı ruhumuz. Görülen sadece bir kurgu değil, yaşanan bir hissiyattı. “Rüzgâr Gibi Geçti”, “Yurttaş Kane”, “Kurtlarla Dans”, “Dalgaları Aşmak”… Bunlar sadece film değildi; birer zaman parçasıydı. Kendimize ait bir dönemle özdeşleşirdi.

Sohbetlere meze olurdu o filmler, gazetelerde sayfa sayfa eleştirileri yayımlanırdı. Dergilerde özel dosyalar hazırlanır, karakterlerin üzerine düşünülen yazılar yazılırdı. Herkes aynı gün aynı filmi görmezdi belki ama birinin geç izlediği bir filmi konuşmak için bile beklenirdi. Velhasıl, sindirmeye vaktimiz ve niyetimiz vardı.

Bugünse, Oscar dahi almış olsa bir film, aynı hızla kayboluyor. Rutin değişmiyor; daha film bitmeden filmi unutuyoruz.

Birkaç sene öncesinin en çok konuşulan filmlerinden biriydi: “Her Şey Her Yerde Aynı Anda”… Yahut: “Hemen Hemen Her Şey Bir Arada”… İsmini bile hatırlamakta güçlük çekiyoruz.

Ne anlatıyordu? Kim oynuyordu? Hatırlamıyoruz.

Bu bile yeterince çarpıcı bir cevap olsa gerek. Çünkü hatırlamamak, tüketimin en sessiz sonucu.

Şarkılar da keza öyle.

Bir zamanlar şarkılar yaşamın tam ortasında dururdu. Aşkları onlarla anlatırdık, ayrılıkları onlarla yaşardık, eylemlerde onları haykırırdık. Bazı şarkılar yalnızca bir melodi değil, bir zamandı, bir mevsimdi, bir anın derisiydi.

Bugün hâlâ “Leylim Ley”, “Mühür Gözlüm”, “Sevemez Kimse Seni” gibi şarkılar içimizi titretiyorsa, bu onların taşıdığı duygular, sakladığı hatıralar sayesindedir.

Oysa şimdi dinlediklerimiz elma şekeri gibi:

İlk yalayışta tatlı, ikinci değdiğinde yapay, üçüncüsünde tadı gitmiş…

Ve bazıları, daha başı çalmadan sonunu unutturdu bile.

Yine de mesele sadece hız değil. Byung-Chul Han’ın dediği gibi:

“Hızlı olan derinleşemez.”

Belki de bu yüzden hatırlamıyoruz. Çünkü hissetmeden geçiyoruz.

Zihin kaydedemiyor, çünkü ruh kayıtsız kalıyor.

Hatırlamamanın Hüznü

Zamanın en sessiz trajedisi, hatırlamamaktır. Unutmak değil. Unutmak doğaldır; insan zihninin kendini koruma biçimlerinden biridir. Ama hatırlayamamak… Orada bir iç çöküş vardır. Bir şeyin var olduğunu biliyor ama ona ulaşamıyorsak, boşluğa bakar gibi bakarız hayata.

Artık ne izlediğimiz filmi, ne dinlediğimiz şarkıyı, ne de okuduğumuz yazıyı hatırlıyoruz. Her şey hızın içinde eriyor, yüzeye çarpıyor, sonra geri çekiliyor.

Bir filmden çıkıyoruz ve hemen bir sonraki tavsiye listesine göz atıyoruz. Oysa bazı filmlerin çıkışı olmazdı.

Işıklar yansa da, biz içinden çıkamazdık. Bir replik zihnimizde dönüp durur, bir sahne rüyamıza sızardı.

Şimdi hepsi “geçen gün izlediğim bir şey.” Ne olduğu meçhul, bıraktığı iz silik.

Belki sorun hatırlamıyor oluşumuzda değil, hiç tam olarak yaşamıyor olmamızdadır.

Duyguyu derinlemesine yaşamadığımızda, bellek de derinlere inemez.

Anılar, kök salmak için zamana ihtiyaç duyar. Ama biz çoğu zaman o zamanı vermiyoruz artık.

Tıpkı saksı değiştirmeye fırsat bulamadan kuruyan bir çiçek gibi…

Hatıralarımız da köklenemeden soluyor olabilir.

“Unutmak” bir kapanıştır. Ama “hatırlayamamak”, açık bir yara gibi taşınır.

Neyin eksildiğini bilemediğimiz ama eksildiğini hissettiğimiz o hâl…

Bir şarkıyı hatırlamak isteriz, mırıldanır gibi yaparız… ama devamını getiremeyiz.

Bir filmi birine anlatmak isteriz… ama konusu belirsizdir.

Bir cümle gelir aklımıza, ama hangi kitapta olduğunu çıkaramayız.

Zihnin tozlu raflarında bir şeylerin yerini kaybetmek değil bu.

Sanki rafın kendisi yok olmuş gibi.

Yalnız Tüketen Değil, Üreten de Değişti

Elbette tek başına hız değil meselemiz. Hız, sadece sonucu gösteriyor. Ama neden o sonuca ulaştığımızı düşündüğümüzde, sorumluluğun yalnızca tüketende olmadığını görürüz.

Çünkü üreten de değişti. Yazılanlar değişti, bestelenenler değişti, çekilen sahneler değişti. Belki daha doğrusu: derinlik yerine form, ses yerine gürültü, ruh yerine hız tercih edilir oldu.

Bir dönem Dostoyevski’nin ahlaki karmaşası, Tolstoy’un içsel çalkantısı, Böll’ün duruluğu, Bernhard’ın diliyle boğuşurdu okur. Şimdi, her şeyi açıklayan cümlelerle kurulan kolay bir dünya sunuluyor çoğu zaman.

Bir zamanlar Kurosawa’nın sessizliğiyle gerilirdik, Bergman’ın bakışıyla yüzleşirdik, Kieslowski’nin üç rengi arasında insanın bölünmüşlüğünü hissederdik.

Şimdi öyle sahneler bile kalmadı; çünkü öyle sahneleri taşıyacak izleyici varsayılmıyor artık.

Ama bu da bir varsayım. Belki de izleyici, okur, dinleyici aslında hâlâ orada.

Yeniden derinlik arıyor ama bulamıyor.

Hollywood neden yıllardır aynı hikâyeleri yeniden çekiyor?

Çünkü yeni hikâyeler yazılmıyor.

Çünkü risk almak yerine tekrar etmek kolay geliyor.

Çünkü anlatacak sözü olan, artık çoğu zaman sözü anlatmanın yollarını kaybetmiş gibi.

Ve bu da zamanın küçük taşlarının başka bir yüzü: Eksik anlatılmış hikâyeler, tamamlanamayan duygular, yeniden yazılamayan cümleler.

Bir zamanlar Tanpınar, bir cümleyi kurmak için belki günlerce yürürdü. Çünkü onun için zaman sadece tema değil, yaşama biçimiydi.

Bir zamanlar Çallı’nın fırçası bir ışığı, bir yamaçtaki gölgeyi değil; o ışığın insanda bıraktığı hissi resmetmeye çalışırdı.

Bir zamanlar Münir Nurettin Selçuk, yalnızca şarkı söylemezdi; bir makamın içinde insan ruhunun iniş çıkışlarını duyururdu.

Bugünse sanatın dili kısaldı.

Beklemek yerine hızlandı.

Seyretmek yerine göz attı.

Dinlemek yerine geçildi.

Ve belki de bu yüzden bazı şeyler artık hatırlanamıyor.

Neden Artık O Cümleler Yazılmıyor?

Dostoyevski gibi bir vicdan inşacısı…

Tolstoy gibi bir iç dünya işçisi…

Böll gibi sükûnetin yazarı…

Bernhard gibi öfkeyle kurulan bir estetik…

Yoklar mı gerçekten, yoksa görünmez mi hâle geldiler?

Benzer bir eksiklik, diğer tüm sanat dallarında da kendini hissettiriyor.

Van Gogh’un fırça darbelerindeki acı, Picasso’nun biçimi bozarak yakaladığı hakikat, Brecht’in tiyatroyla kurduğu politik mesafe…

Ve evet, Eugenio Barba’nın tiyatroyu yalnızca sahnede değil, kültürler arasında kurduğu yeni anlam katmanlarıyla dönüştürme çabası da bugünlerde çok uzak bir hatıra gibi duruyor.

Tüm bunlar, bir çağın yalnızca estetik değil, varoluşsal sorularıydı.

Ve belki de en çok bunu kaybettik:

Sanatın sormaya cesaret ettiği o büyük soruları.

Bugün üretim var, evet. Hatta her zamankinden daha çok.

Ama o üretimin büyük kısmı, tekrar üzerine kurulu.

Remake’ler sadece Hollywood’un değil, neredeyse tüm yaratıcı endüstrilerin sığınağı oldu.

Mesele sadece “yaratıcılık eksikliği” değil.

Belki de daha derinde bir şey: risk almamak.

Çünkü özgün olan her zaman başlangıçta anlaşılmazdır.

Yeni bir dil, yeni bir biçim her zaman dirençle karşılaşır.

Van Gogh yaşarken yalnızdı. Brecht sansürlendi. Bernhard lanetlendi. Barba, tiyatro sahnesini yakan klasik anlatının dışına çıkarken uzun yıllar boyunca marjinal sayıldı.

Ama onların sesini zaman taşıdı.

Bugünse üretici, zamanla yarışıyor.

Kalıcı olmak için değil; görünür olmak için üretmek zorunda.

O yüzden risk almıyor.

O yüzden kolaycı, o yüzden pazarlanabilir olan daha kıymetli görünüyor.

Bir de çağın ruhu var elbette.

Yalnızlık romantize edilmiyor artık, sadece terapileştiriliyor.

Çelişki estetikleştirilmiyor, çözümlenmek isteniyor.

Anlam, sorgulanmıyor; netlik isteniyor.

Oysa büyük sanat, netlikle değil çelişkiyle beslenir.

Ve çelişkinin içinden geçen o karanlık, artık çok az kişinin cesaret edebildiği bir yolculuk gibi görünüyor.

Belki de bu yüzden artık o cümleler yazılmıyor.

Çünkü artık herkes okunsun istiyor.

Ama çok az kişi gerçekten duyulmak istiyor.

Zamanın İçinden Ne Kalır?

Bir kahve fincanında kalan telve.

Bir havlunun bütün gün kurumamış kenarı.

Kitap arasından düşen bir kartpostal.

Gömlek cebinde unutulmuş bir bilet, radyoda aniden çıkan eski bir şarkı…

Zaman, kendini büyük anlarla değil, bu küçük izlerle saklar.

Hayatın dokusu o küçük taşlarla örülür.

Bazen biz onların farkında olmadan, bazen de fark eder etmez içimize çökerek.

Bunları toplayarak yaşıyoruz aslında.

Yalnızca kitap değil, cümleleri.

Yalnızca filmler değil, sahneleri.

Yalnızca şarkılar değil, nakaratları.

Çünkü bir hayat, bütün değil parçadır.

Ve biz o parçaları toparladığımız sürece bir hikâyeye sahip oluruz.

Ama o parçaları kim yerleştiriyor artık?

O taşları özenle dizen ustalar, neden birer birer sessizliğe gömüldü?

Walter Benjamin der ki:

“Anlam ancak geçmişin kalıntılarından yavaşça toplanabilir.”

İşte biz de o anlamı, telvede kalan şekilden, kartpostaldaki yazıdan, bir gün ansızın mırıldandığımız dizeden toplamaya çalışıyoruz.

Ama artık telve hızla yıkanıyor.

Kartpostal yerine bildirim geliyor.

Ve bazı şarkılar, daha ezgisine varmadan başka bir şarkıya geçiyoruz.

Zamanın küçük taşlarının farkına varmadıkça, büyük taşlar altımızdan kayacak gibi.

Ve bir sabah, sevdiğimiz bir cümleyi hatırlamayacağız mesela.

Bir filmi unuttuğumuzu fark edeceğiz.

Bir şarkının yerini bile hatırlamayacağız.

İşte o vakit, zaman gerçekten geçmiş olacak.

Ama belki, bir taş daha buluruz sonra.

Bir cümle, bir sahne, bir ezgi çıkar karşımıza.

Ve anlarız: henüz her şey kaybolmamış.

Henüz tamamıyla susturulmamış bir sanat, anlatılmamış bir hikâye, yaşanmamış bir his kalmış olabilir.

Zaman geri gelmez belki ama… yeniden duyulabilir.

Ve belki de ilk adım, o küçük taşları yeniden görmeyi istemekle atılır.

Velev'i Google Haberler üzerinden takip edin

ÇOK OKUNANLAR

ÖNERİLEN İÇERİKLER

WP Twitter Auto Publish Powered By : XYZScripts.com