Roman ve film iki ayrı ‘dil’… Benim gördüğüm; Márquez'in eserinden aynı adla uyarlanan Yüzyıllık Yalnızlık dizisinde bir ruh yok. Ya nefesi yetmedi yönetmenlerin ya da varisleri müsaade etmedi buna.
Bazen, çok arzulanan şeye ulaşmamak, ona hasret kalmak iyidir. Kulağa çok anlamsız gibi gelebilir. Ancak kavuşulan şey, beklentiyi doyurmazsa olacağı budur.
Gabriel García Márquez’in ilk 1967’de okurla buluşan Yüzyıllık Yalnızlık (Cien años de soledad) adlı romanından uyarlanan televizyon dizisi, hiç uzatmaya gerek yok, tam bir hayal kırıklığı… Muhtemelen, 7 Oscar’lı Her Şey Her Yerde Aynı Anda gibi olacak akıbeti; bir süre çiğnenecek, şekeri geçince de dizi çöplüğündeki yerini alacak. Ara sıra adından ötürü eşeleyen çıksa da, ilk seferdeki şekeri dahi kalmadığından, çok daha çabuk geldiği yere dönecektir.
Şunu baştan söylemekte yarar var: Dünya krizde! Artık yaratıcı insanlar yetişmiyor bu çağın topraklarında. Bunu belki de şöyle düzeltmek gerek: Yetişmesine uygun zemin yahut iklim olmadığından değil bu kriz, henüz filiz aşamasında don yiyor. Dondan kurtulanları ise çiftçi, seyis, bahçıvan yahut çocukları eziyor.
Amaç ne? Kendilerine yer açmak. Rakip baskısından kurtulmak. Daha çok kazanmak.
Peki, amaçlarına ulaşıyorlar mı? İşte bu muamma…
Yapay zekâ ile yazılan senaryoların ne menem şey oldukları görüldü kısa süre içinde… Nitekim hayal kurmasını bilmeyen yaratıcı, arabı olabilir olsa olsa yaratıcı zekâların…
Laura Mora (Killing Jesus) ve Alex García López (The Witcher) tarafından yönetilen dizi Márquez’in başyapıtını ilk defa ekrana taşıyor. Dizi Márquez’in ailesinin, özellikle de oğulları Rodrigo ve Gonzalo García’nın onayı ve denetimi eşliğinde izleyicilerle buluşturuluyor.
Zaten ilk arıza da burada başlıyor.
Bir yazarla kan bağı olması, o kişiyi yaratıcı kılmaz. Eserin ruhunu kavradığı anlamına gelmez. Öte yandan, bilmesi de yetmez; yetmez zira roman ve film iki ayrı ‘dil’… Ayrıca adına yönetmen denen bir ‘yaratıcı’ var karşımızda. Romanı parçalarına ayırıp film düzleminden yeniden kurması gereken odur. Kimse kullandığı ‘malzeme’ye bakmaz. Ortaya çıkan yapı iyi mi, güzel mi, ona bakar.
Eğer varsayıldığı gibi her büyük eserden yola çıkan, hatta varislerince denetlenen eserlerden büyük filmlere, büyük dizilere ulaşılsaydı, tüm çağdaş klasikler için kuyruğa girerdi yapımcılar.
Öte yandan atlanan bir şey var: Nereden yola çıktığın değil, nereye vardığın önemlidir. Nitekim çoğu opera başyapıtları kitsch sayılan roman uyarlamalarıdır. Librettoyla bir elekten geçer. Kompozitör ile de o sözlere ruh üflenir.
Benim gördüğüm; bu dizide bir ruh yok. Ya nefesi yetmedi yönetmenlerin ya da varisleri müsaade etmedi buna.
Platform, yani Netflix, dizi için toplam 16 bölümlük bir anlaşma imzalamış ve tüm bölümler tek seferde çekilmiş. Dolayısıyla mevcut bölümlerin prodüksiyonu çoktan tamamlandığı için izleyiciler uzun bir sezon arası ile karşılaşmayacak. 8 bölümden oluşan Yüzyıllık Yalnızlık’ın 2. sezon 2025 yılı içerisinde ekranlardaki yerini alacak gibi görünüyor.
Biraz kaba gelebilir, hoş görün; parayı veren düdüğü çalan olursa karşımızdaki manzara pek iç açıcı olmaz. Hele hele Netflix gibi kendini ‘yaratıcı’ yerine koyan bir allame varsa karşımızda…
Kendi anayasası var adeta bu platformun: Konu gerektirsin yahut gerektirmesin ille de sevişilecek; siyahilere yahut sarı benizlilere açık bir selam verilecek; argo denen mahzenden alınan/çalınan ne varsa hoyratça hepsi kullanılacak vs. vs.
Tür sineması ile auteur sinema arasındaki uçurum bile yeterince açıkken, bu platformun diretmeleri izleyiciyi niçin şu vakte kadar gınanın eşiğine getirmedi, henüz anlayabilmiş değilim.
Böylesi diretmelerin ve kalıpların olduğu yerde hangi yönetmen, hangi senarist gönlünce üretebilir ki…
Münasip bir lisanla söylemeye çalışayım: Eşcinselliği neredeyse yücelten bir platformun ‘biraz da ensesti normalleştirelim’ çabası gibi bir şey bu Netflix dizisi…
Oysa eşcinsellik ile ensest aynı kulvarın koşucuları değil. Öte yandan sanat eserinde bunlara bakılmaz. Bir eseri yüce yahut büyük yapan, bu doğrultudaki tercihleri değildir.
Hani Orhan Veli diyordu ya: Yazık oldu Süleyman Efendi’ye…
Biraz öyle oldu galiba: Márquez Efendi’nin kemikleri fena halde titredi.