Acaba yazarlık kârlı bir meslek de, bundan ötürü mü yazarlık atölyeleri bu kadar rağbet görüyor? Edebi/estetik hiçbir değer taşımayan kurmacaların, büyük tantanalarla, rengârenk ambalajlarla arzı, sahiden, yalnız “çok kazanma arzusu”yla açıklanabilir mi?
Bilenler bilir; Mayakovski’nin “Şiir Nasıl Yazılır?” adlı kitabı, şiirin ne’liği üzerinde durur; “edebiyatçı uğraşdaşların kuramsal çalışmalarından yararlanarak giriştiği alçakgönüllü bir açıklama”dır. Zaten amacı, “bir insanı şairliğe götürecek, onun şiir yazmasını sağlayacak kurallar koymak” değildir. Çünkü şair, “bu kuralları yaratan kişidir” zaten.
Nasıl ki bu kitabı okuyarak şair olunamazsa, yazarlık atölyelerine giderek de yazar olunmaz. Evet, işin “zanaat” kısmı öğrenilebilir belki, ama sanat kısmı… İşte orası biraz muamma…
Peki, niye günden güne yazarlık atölyeleri artıyor?
Neye tekabül ediyor bu?
Bizde yangına körükle gidilirken, çok uzaklardan gür bir itiraz geliyor neyse ki; hem de İsveç Akademisi’nin daimi üyesi Horace Engdahl’dan: “Her köşe başında rastlanan yaratıcı yazarlık kursları edebiyatı öldürüyor!”
Orantı ilginç: Yazar artıyor, roman artıyor, okur artıyor, ama edebiyat ölüyor!
Peki, niçin?
Engdahl, “yazarlık uğraşının profesyonel bir mesleğe dönüşmesi”nden şikâyetçi. Diyor ki: “Pazarın talepleri yüzünden edebiyatın geleceğinden endişeliyim. Mutlaka bunun karşısında duracak başka alanlar yaratılmalı. Duyguları ve deneyimleri aktarmanın yolunu bilen korunmuş ve güçlü bir edebiyata ihtiyacımız var. Mesela hırçın ve öfkeli olduğu söylenen birçok yapıtın hırçınlığı ve öfkesi uydurma, daha doğrusu stratejik. Bu, eleştiriyi de zayıflatıyor. Her yayınlanan yeni yapıt hakkında aynı şeyler yazılıyor, bu koşullarda edebiyat eleştirisinin yoksullaşmasından doğal ne olabilir? Bu başlangıçta bir devrimdi belki, ama iyi edebiyatı marjinalleştirdi. Eskiden edebiyat dünyası dağlardan ve düzlüklerden oluşuyordu; bugünse geriye her adanın ayrı bir janrı temsil ettiği ve merkezi olmayan, hiyerarşiden yoksun bir adalar grubu kaldı sadece.”
YAYFED’in verilerini doğru kabul edersek, 2015 senesinin ilk dokuz ayı içinde tamı tamına 12 milyon 569 bin 028 kurmaca üretildiğini görürüz. Bu istatistiğe çocuklar için üretilen kurmacalar (öykü, roman, şiir) dahil değil.
Ne söyler bize bu?
Belki şunu: Artık Sait Faik gibi pasaportunun meslek hanesine ‘mesleksiz’ yazdıran neredeyse yok… Alpay Kabacalı’nın 1984’teki saptaması, yani yazarlığın ‘ikinci meslek’liği ise geçerli hâlâ… Ama Çetin Altan’ın vaktiyle işaret ettiği şeye rağbet artmış vaziyette: “Yazarlar Ankara’nın emrinde olmak isterler, en azından kitaplarının Ankara tarafından fark edilmesini beklerler. Çünkü Ankara okullara tavsiye ediyor. Yazarlar Ankara’nın adamı değilse fakir yaşarlar.”
Öte yandan, yayıncılık dünyasında artık milyon dolarlık transferler (Orhan Pamuk’un İletişim’den YKY’ye geçişini anımsayalım) söz konusu… Bir yazar (Uğur Koşar), bir yıl (2014) içinde satılan 800 bine yakın kitabı (Allah De Ötesini Bırak) karşılığında 1,7 milyon telif geliri elde edilebilindiğine göre, kitap için “endüstrileşme” ve “pazar” kavramlarını çekincesizce kullanabiliriz sanırım.
Basit ayak oyunlarının döndüğü piyasada, kitabın ne kadar satıldığını, yazarın ne kadar kazandığını bilmek değil de, kim tarafından hangi kitabın, hangi amaçla alındığını/ okunduğunu bilmek, bizi daha serin sulara götürür. Aksi halde akıl sağlımıza sahip çıkmamız pek mümkün olmaz…
Nitekim Horace Engdahl da benzer bir noktadan hareketle mühim bir konuya temas ediyor: “İnsanın yazdığı kitaplardan para kazanmasının baştan çıkarıcı bir şey, bunu anlayabiliyorum, ama bunun yazarı toplumdan kopardığını, özel kurumlar ya da devletle sağlıksız bir ilişkiye soktuğunu da düşünüyorum. Eskiden Samuel Beckett ve başka birçokları gibi hayatını taksi şoförlüğü, sekreterlik, garsonluk, ofis memurluğu yaparak kazanan yazarlar vardı. Maddi zorluklar çekseler de bu durum onları yazar olarak bağımsız kılıyordu. Çok para kazansalar da birçok Amerikalı yazar aslında bağımsız değil.”
Böylesi yaralayıcı bir saptamanın bir Nobel Edebiyat Ödülü seçili kurul üyesinden gelmesi ilginç… Demek ki, bıçak kemiğe dayanmış!
Haksız da değil hani… Bize roman diye arz edilen “Handan” sayesinde 1,5 milyon gelir elde ediyor Ayşe Kulin; “İstanbulcunun Sandığı” ve “Mihmandar” sayesinde İskender Pala 1,1 milyon… 500 bin lira barajını aşanlara bakınız lütfen: Kahraman Tazeoğlu, Ahmet Batman, Canan Tan ve Sinan Yağmur. Yılı romansız geçiren Ahmet Ümit, Zülfü Livaneli ve Elif Şafak gibi isimlerse listenin ikinci onluk diliminde. (Veriler Forbes dergisinden)
Acaba yazarlık kârlı bir meslek de, bundan ötürü mü yazarlık atölyeleri bu kadar rağbet görmekte? İçi boşaltılmış, edebi/estetik hiçbir değer taşımayan kurmacaların, büyük tantanalarla, rengârenk ambalajlarla arzı, bunların akılalmaz şekilde kabulü, sahiden, yalnız “çok kazanma arzusu”yla açıklanabilir mi?
Hadi deşmeye yeltendiğimiz yaranın kabuğunu azıcık aralayalım: Kültür Bakanlığı, yılın belli dönemlerinde, genelde % 45 iskonto ile yayınevlerinden iki defa alım yapar; bunları yine belli dönemlerde kütüphanelere yahut uygun gördüğü başka kurumlara dağıtır. Bazı yayınevlerinden öyle alımlar yapar ki, yayınevi kamyon, hatta tır tutmak zorunda kalır. Bazı yayınevleri de üç-beş koli gönderebilirse mutlu olur. Satabildiğinden değil, oradan gelecek parayla Maliye’ye borcunu ödeyebileceği için…
Soru: Tırla, kamyonlarla Kültür Bakanlığı’na kitap veren yayınevleri ile çoksatanlar arasında doğru bir orantı var mıdır?
Geçende çok ilginç bir haber okudum: “Yazarından satılık roman kahramanı! Aralarında Julian Barnes, Ian McEwan, Margaret Atwood ve Zadie Smith gibi dünyaca ünlü isimlerin bulunduğu 17 yazar, yeni romanlarında yer vermek üzere, bir karakter ismini satılığa çıkardı. Barnes’ın öncülüğünde 20 Kasım’da yapılacak açık artırmadan elde edilecek gelir, şiddete karşı faaliyetler düzenleyen bir vakfa bağışlanacak.”
Habere dün, gecenin bir vakti televizyonda tesadüf ettim, bugünse bir gazetede…
Edebiyatın yalnız edebiyat olmaktan çıktığına ilişkin bir emare olarak okudum bunu.
Yakında, “Bu romanda ürün yerleştirme yapılmıştır!” gibi bir ibareyle karşılaşırsak şaşmayalım lütfen. Eli kulağında sanki…
Subliminal mesajdan bahsetmiyorum; bildiğiniz düpedüz reklam bu… Belki bir gıdım ötesi!
Roman kahramanları, muhtemelen hiç yeri değilken, metnin seyri, kurgusu açısından bir anlam ifade etmezken, “Yağmurlu havaları seviyorum, çünkü …..…… şemsiyeleri kullanıyorum.” diyecekler.
Daha önce hiç örneği yaşanmadı mı bunun? Yaşandı elbette… En tipiğini söyleyeyim: İnci Aral, bir eserinde (ismi lazım değil), bir kadın pedi üreticisinin dolaylı reklamını yaptı.
Çok safiyane bir yaklaşım (yazar yetiştirmek) yahut müthiş ticari bir buluşmuş gibi gelmiyor bana yazarlık atölyeleri… Görünen ve görünmeyen yüzleri var sanki…
Böylesi durumlarda en iyi sığınak has edebiyattır. Eskiden “İyi şiir diye bir şey yoktur, bir ‘şey’ şiirse zaten iyidir!” derdik. Şimdi ise edebiyatın hasına muhtaç kaldık. Neyse ki onu elimizden almaya kimseni gücü yetmez. Değil mi ki, Neruda’nın da dediği gibi, “Şiir ona ihtiyacı olanlarındır.” Elbette roman da…