Şöyle bir yokluyorum hafızamı; Tanzimat’tan günümüze kendini “dâhi” olarak tanımlayan bir şair yahut yazar hatırlamıyorum. Sanırım okurların, eleştirmenlerin de “dâhi” olarak gördüğü bir şair yahut yazar yok galiba... Ne Namık Kemal, ne Tevfik Fikret… Ne Tanpınar, ne Sait Faik… Bu, bir Doğu mütevazılığı mı acaba?
Huyumdur; boş zamanlarımda Varlık dergisinin eski sayılarını karıştırırım. Hani şu, “Memlekette bir tane hakikî san’at mecmuası yok.” deyip, “İnkılâbın, her sahada, yokluktan varlıklar yaratma işine girmiş olduğu bir devirde acısı hissedilen bu boşluğu doldurmak” gayesiyle 1933’te çıkan ve hâlâ okura ulaşan Varlık’ı… Sanki onu okumak, toplumsal dinamikleri okumak gibi bir şey benim için…
Mesela “Varlık” logosunun altındaki başlıkları okuyorum; ilk sayıda “on beş günlük sanat ve fikir mecmuası”, 133. sayıdan (15 Ocak 1939) itibaren “milliyetçi ve memleketçi fikir mecmuası”, 312. sayıdan (Temmuz 1946) sonra “aylık sanat ve fikir mecmuası”, 431. sayıyı (Haziran 1956) takiben “onbeş günde bir çıkar sanat ve fikir dergisi”… 1969’da (sayı 739) başlıksız. Ta 1981’e kadar böyle, başlıksız çıkıyor. 884. sayıyla birlikte “aylık edebiyat ve sanat dergisi” ibaresini kullanmaya başlıyor.
Uzun etmeyeyim; sırf bunları okumak bile bir fikir veriyor bana… Sorular sormamı sağlıyor: İlk sayıda “on beş” ayrı yazılırken, neden 431. sayıdan sonra “onbeş” bileşik yazıldı? 1933’te “sanat ve fikir” öncelenirken, ne değişti de, 1939’da “milliyetçi ve memleketçi”yi yazma gereği duyuldu? Uzun zaman “fikir”de ısrar edilirken, 1981’de bundan niye vazgeçildi, “edebiyat”tan medet umuldu?
İşte bu “her bakımdan verimli” dergiyi karıştırırken çıktı karşıma “Yazarlar Ne Zaman Dâhidir” makalesi (sayı 473, 1 Mart 1958)… André Billy yazmış, T.Y. çevirmiş.
André Billy, 13 Aralık 1882 doğumlu bir Fransız gazeteci, eleştirmen ve roman yazarı… “Académie Goncourt” üyesi… “Grand prix national des Lettres” sahibi… Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, neredeyse Fransızca baskılarıyla aynı tarihte iki kitabını basmış: “Balzac’ın Hayatı” (1949, çev.: Fehmi Baldaş), “Diderot’un Hayatı” (1949, çev.: Sabiha Rıfat)… Bakanlık, benzer mantıkla yazdığı Max Jacob’u atlamış ama… Sonrasında da unutulup gitmiş.
T.Y. ise muhtemelen Tahsin Yücel. Derginin 50’li, 60’lı yıllarda çıkan sayılarını okuyanlar bilirler, o sayının öncesinde ve sonrasında pek çok Fransızca metnin altında bu imza vardır.
Billy, söz konusu makalede sanatçılar, filozoflar, bilginler, savaş ve devlet adamları arasından dâhiler çıkabileceğini vurgulayıp, meseleyi yazarlar bakımından ele alacağını söyleyerek soruyor: “İçlerinden en seçkinleri ne zamandır dâhi sayılıyor?”
Yanıt vermekte acelesi yok belli ki… Kısa bir çağ analizi yapıyor. Sade, dürüst ve kabiliyetli kişilerin hor görüldüğünden yakınıyor mesela… Aykırılığın, garipliğin, anormalliğin, yeniliğin el üstünde tutulmasına karşı çıkıyor. On dokuzunca yüzyılda üniversiteye bağlı eleştirmenlerin sık sık yanlışa saptıklarını, haksızlık yaptıklarını dile getiriyor. Bugünkülerin de aynı yanlışa düşmemek için alışılmışa, daha önce okunmuşa zıt olan, zıt gibi görünen her şeyi değerli göstermelerini kınıyor.
Derken “mesele”ye dönüyor ve “Cornaille’in, Moliere’in, Racine’in dehaları yoktu çağdaşlarına göre, onlar da kendilerini dâhi saymıyorlardı. Buna karşılık Chateaubriand ile Hugo dâhi olduklarından şüphe bile etmiyorlardı. Aradan geçen zaman sırasında Fransa’da, hatta, düşünme ve konuşma tarzlarında aynı evrimi geçirdiklerine göre, bütün Avrupa’da neler oldu?” diye soruyor?
Öğreniyoruz ki Billy’den, on yedinci yüzyılda deha, “insanda doğuştan bulunan bir melekeden”, “bir tabiat armağanından başka bir şey değil”miş. Güzel, ufak tefek dehalar varmış. On sekizinci yüzyıl ise apayrı bir bünyeden doğmuş kişiliği kabul ediyormuş. “Her telden çalan insandan kişisel insana”, bencile, kimseye benzemeyene geçiliyormuş. “Düşünce adamı deha adamının önünde silinmeye, ruh, yani insanın duyan, doğru, derin, açık, tutkulu tabiatı, aklın, zekânın, sağduyunun karşıtı olmaya” başlıyormuş. Coşkunluk ehemmiyet kazanıyormuş, sırtını Diderot’ya dayayarak…
Şöyle bir yokluyorum hafızamı; Tanzimat’tan günümüze kendini “dâhi” olarak tanımlayan bir şair yahut yazar hatırlamıyorum. Sanırım okurların, eleştirmenlerin de “dâhi” olarak gördüğü bir şair yahut yazar yok galiba… Ne Namık Kemal, ne Samipaşazade Sezai… Ne Tevfik Fikret, ne Halit Ziya Uşaklıgil… Ne Tanpınar, ne Sait Faik… Ne Melih Cevdet Anday, ne Attilâ İlhan… İçlerinde Ercüment Ekrem Talû gibi 5 dil, 10 dil bilenler vardı… Orhan Pamuk gibi resim, karikatür çizebilenler… Ramis Dara, Derman Bayladı gibi güzel şarkı söyleyebilenler de… Ama hiçbiri kendini “dâhi” olarak tanımlamadı, eğer yanılmıyorsam… Bu, bir Doğu mütevazılığı mıydı acaba?
Konumuza dönersek… Billy, on yedinci yüzyılda dehanın tabiatı taklitle yetindiğini söylüyor. Ona göre bugünün dâhileri artık “yaratıcı”… Dolayısıyla kabiliyetli kişiler, kendilerinin yanında “ikinci sınıf vatandaş”…
Derken Greimas ile G. Matore’ye geliyor söz. Klasikler için sanatçının faaliyetinin “buluş”a dayanmasına… O buluş, daha önce bulunmuş olsa da…
O buluş, daha önce bulunmuş olsa da…
O kadar sakin ki Billy, makalenin bitmesine iki paragraf kalmış, kalemini kıpırdatmıyor. Ta ki M. André Cailleux’a söz verene değil… Efendim, bu Cailleux, dâhilerin eserlerini hangi yaşta verdiklerini araştırmış. “Klasik incelemelerden, biyografilerden faydalanarak birinci planda 150 insanın, Aristo’dan Henri Poincare’ye kadar filozofların, bilginlerin, sanatçıların, yazarların üzerinde durmuş. Basit bir kareli kâğıdın sütunları üzerinde, her hayat, on yaşından ölümüne kadar giden yatay bir çizginin üzerinde gösterilmiş. Eser verme devri, çizginin kalınlaştırılmasıyla belirtilmiş; başlangıcı bir işaret, sonu başka bir işaretle; şaheser dolu bir kare ile şaheserler devri söz konusu ise kalın, devrinkine eşit bir çizgiyle gösterilmiş.” Böylece, her insanın eser verişi, başlangıç devri, yükselişi, çoğu zaman da düşüşü bir bakışta okunur kılınmış.
Buna göre şairler için ortalama şaheser yaşı 35’miş; en erken 17, en geç 56 yaş aralığında olmak üzere. Müzisyenler için 18-68 aralığında 37; filozoflar için 32-80 aralığında 49’muş… Billy, buradan hareketle filozofların “olgunluk” sürecine en geç girenler olduğunu söylüyor. En erken girenlerin de şairler olduğunu…
Anımsıyorum da, Turgut Uyar, Tomris Uyar’ın “Elli yaşı aşmak, genç ve taze şiir yazmak isteyenler için bir sorun olmasa gerek, ama yaşlandıkça yazılan şiirin insanın yaşamında ayrı bir yeri oluyor mu? Burada “yaşlanma” sözcüğünü yalnızca bir birikime sorumlulukla sahip çıkma olarak kullanmıyorum. Düpedüz, yazarken bir değişiklik oluyor mu?” sorusunu şöyle yanıtlamıştı vaktiyle: “Şiir yazanda yaşlanmak… Laf olsun diye söylüyoruz, bence böyle bir yaşlanma söz konusu değil. Yirmi yaşımda ne kadar heyecanla yazıyorduysam, şimdi de aynı heyecanla yazıyorum. Ne var ki elli yıllık bir geçmiş, bende biraz dikkatli olma duygusu yaratıyor. Kendi ustalığımı kullanıp kolaya kaçmak istemiyorum. Elli yaşından sonra da -tekrar söylüyorum- aynı heyecan var, ama daha temkinli bir heyecan.”
Yine aynı söyleşide Cemal Süreya da şöyle demişti: “Yaşın şaire etkisi, deneylerin çoğalmasıyladır, bazı deneylerin anı haline gelmesiyle, bazı anıların geçersizleşmesiyledir. Demin ‘hormonal’ demiştin; gerçekte burada ‘memorial’ bir durum meydana geliyor. Birkaç yıl önce bir şeyler bitti bende. Bir sürü yönden sağlıklı bir adamım, ama eskiden bir sürü idealim vardı, çok küçük, kişisel idealler; birine yeniden rastlama olasılığı… Çocukluktaki bir sınıf arkadaşına sözgelimi (benim şiirim biraz erotiktir de, ondan bu noktaya geldim galiba). Evet, ona yeniden rastlamak, benim için belki mümkün olmayacaktı, ama köşede duran bir şeydi ve şiirimi yazarken belli birileri okusun isterdim; onlar okumasa bile, birileri var diye yazardım biraz da. Bir-iki yıl önce kendi yaşımı düşündüm… Bir de baktım ki, onların yaşı da benim kadar. Hepsi yaşlanmış. İnan olun böyle. Çevirdiğim Gönül ki Yetişmekte’de var. Sonunda kahramanın karşısına ak saçlı biri çıkıyor. Oradaki konuşmalarda adamın öyle bir vazgeçişi var ki… Yani duyguların bazıları ölüyor. Hangileri ama? Küçük hesaplar falan ölüyor. İnsan, daha filozofça bir kişiliğe bürünüyor. Demin şiirimle düşüncem arasındaki kopukluktan söz ettim, on yıl önce bunu söylemezdim; en azından, şu banda söyleyemezdim. İnsan bir hoşgörü kazanıyor, biraz daha düşünceye yaslanıyor. Bu bizim için bir tehlike olabilir mi acaba? Çünkü biz bir duygu şelalesiyle geldik.”
Benim için hayal kırıklığı oldu Andre Billy’nin makalesi… Ama sayesinde Cemal Süreya’ya, Turgut Uyar’a uzandım. Ha, diyebilirsiniz ki, “Dağılmış pazar meydanlarına benziyor memleket! Sen nelerle uğraşıyorsun.” Haklısınız… Huylu huyundan vazgeçemiyor işte.