Yarım kalmış aşklar gibi yarım kalmış eserler de…

Picasso’nun yarım bıraktığı resmi ben tamamladığımda “başka”, Bedri Rahmi Eyüboğlu tamamladığında “başka” bir tablo çıkmaz mı ortaya? Peki, Picasso yaşasaydı, “bu” Picasso’ya dönüşmek ister miydi? Buyrun kıyamete...

Edebiyat tarihi bol garnitürlü kocaman bir pasta olsa, iri dilimlerden biri, hiç kuşkusuz “yarım kalan” eserlere ait olur ve bu dilim, vaat ettiği lezzetler bakımından pekâlâ iştah açıcı bile sayılabilir. Tabii bile isteye yarım bırakılan eserleri dışarıda tutmak gerek; Selim İleri’nin “Daha Dün”ü gibi…

Yarım kalan eserler arasında yayımlanmış olanı da var, henüz yayımlanmamış olanı da… Virgülüne dokunulmamış olanı da… Bir başkası tarafından tamamlananı da… Burada ölçüt ne, okurun tercihi hangi yönde, kestirmek zor.

Siz ne kadar tehlikeli bulursunuz, bilemem, ama şöyle de bir durum söz konusu: Picasso’nun yarım bıraktığı resmi ben tamamladığımda “başka”, Bedri Rahmi Eyüboğlu tamamladığında “başka” bir tablo çıkmaz mı ortaya? Peki, Picasso yaşasaydı, “bu” Picasso’ya dönüşmek ister miydi? Açıyı genişletmek amacıyla iki soru daha: Bu “yeni” Picasso, kime, ne kadar hitap eder? Böylesi “şey” kimler tarafından, niçin talep edilir?

Çok Başka, Daha Derin…

Tanpınar mesela… Hayattayken okurla buluşturamadığı ve “Edebiyat Üzerine Makaleler”de “çok başka, daha derin ve ferdî meseleleri ele alan bir roman” olarak tarif ettiği “Aydaki Kadın” için ne düşünürdü, merak ediyorum doğrusu. Güler Güven’e, yaklaşık 4 bin sayfayı didik didik edip eserini okurla buluşturduğu (1987) için teşekkür mü, yoksa küfür mü ederdi, inanın bilemiyorum.

Hatırlayalım, lütfen: Edip Cansever, toplu şiirlerini basmak isteyen Adam Yayınları’na (Memet Fuat’a yani) ilk kitabı “Dirlik Düzenlik”ten sadece dört şiir alması kaydıyla rıza gösterir. Nitekim yayınevi Cansever’in ricasına uyar ve toplu basımı öyle yapar. Ancak Yapı Kredi Yayınları, Cansever’in sağlığındayken reddettiği tüm şiirleri “Sonrası Kalır”a almakta sakınca görmez. Hatta yayınevi bunlara, dergilerde yayınlanan, ama şiir kitaplarında yer almayan diğer şiirleri de ekler.

Bir okur olarak tercihimi YKY’den yana kullanırım; zira bir şairin tüm serüvenini, menfi yahut müspet yanlarıyla görmek kimin hoşuna gitmez ki… Ama soru şu: Eseri üreten kişinin kendi eseri üzerinde tasarruf hakkı yok mudur?

Nietzsche’yle Marx’ı Uzlaştırmak…

Ölümü sebebiyle yarım kalan “Eylembilim” için Talat Sait Halman çok iddialı sözler sarf ediyor bir yerde. Diyor ki: “Hiç denenmemiş bir roman tekniğini gün yüzüne çıkaracaktı”… Diyor ki: “60 İhtilali’nin, tek parti ve Cumhuriyet sonrası dönemin simli aynası olacaktı.” Sahiden böyle mi olacaktı, bilen beri gelsin.

Evet; Oğuz Atay, “Selim gibi, günlük tutmaya başlayalım bakalım. Sonumuz hayırlı değil onun gibi herhalde.” diye başladığı Günlük’ünde söz etmişti yarım bıraktığı bir hikâyeyi (Eylembilim) kısa bir romana dönüştürme arzusundan… Yaklaşık 40 sayfa kadar yazıyor da… Lakin tamamlayamıyor malum sebeple… Ve ölümünün üzerinden 11 yıl sonra, kızı Özge Atay Canbek’e, zarf içinde bir dosya geliyor. Dosyada, yarım kalan bu kitaptan gün ışığı görmemiş 74 sayfa çıkıyor. Ama bendeniz merak ediyor: O dosyadaki satırların sahibi, sahiden Oğuz Atay mıdır?

Meraklısı için ipucu olabilir mi acaba, “Tutunamayanlar”da geçen şu paragraf: “…Benim Üniversitelerim’de Nietzsche’yle Marx’ı uzlaştırmaya çalışan biri var. Ne garip değil mi? Bunu yapmaya fırsat bulamadan da ölüp gidiyor. Ne yapabilirdi acaba yaşasaydı? Böyle yarım kalan işler bana hüzün veriyor.”

“Özlemimle Ayal Ettim”…

Mübeccel İzmirli’nin söyleşisinden, Selim İleri’nin anımsamalarından öğreniyoruz ki, Sevim Burak, “pek eski yıllarda terzilik yapmış, modaevi açmış, hattâ diktiği giysileri bir manken gibi sergilemiş” bir yazar. Ve böylesi bir yazarın “Ford Mach 1”i yarım, “Everest My Lord”u keza öyle… Girift bir metin üstelik; sanki sahne için yazılmamış bir oyun… Bir roman, üç perdelik… Bir şiir, yerçekimsiz… Diyaloğun bittiği yerde öykü başlıyor; kimi fiiller neredeyse tüm zamanlarda çekiliyor (Bilmiyorlar / Bilemezler / Bilemeyecekler / Bilmiyor / Bilmez / Bilmiyorlarsa / Bilemezlerse / Bilemeyeceklerse / Bilemezlerse / Bilinmeyecek) ve imdada sık sık çizim ve şekiller yetişiyor.

“İyi ki, vaktiyle mektup varmış!” dedirten şu itirafta bulunur Sevim Burak, Amerika’da yaşayan oğlu Karaca Borar’a: “İnsan yapmak istediği, yapamadığı şeylerin peşinden gitmemeli. Bu özlemimle alay ettim EVEREST MY LORD’da…”

Peki, “tüm” yahut “olmuş” kabul edilen; hatta sahnelenmiş (Tiyatro Kumpanya) bir eser “yarım” kalabilir mi? Hatta “eksiltili” oluşu bile “yarım”lığını gideremeyebilir mi? Yahut: Ölüm onu tamamlayabilir mi?

Yarımdan Hikâyeye Zorunlu Geçiş…

Yusuf Atılgan’ın “Canistan”ı da yarım kalanlar sınıfının seçkin öğrencileri arasındadır, Bilge Karası’nun “Lağımlaranası ya da Beyoğlu” da…  Ele avuca sığmayan bir hiperaktif gibidir Tezer Özlü’nün “Kalanlar”ı… Yahut Nâzım Hikmet’in “Orası”… Fatma Aliye’nin “Levayih-i Hayat”ı ise arka sıralarda uyuyan bir tembel… En yakın arkadaşı da Ömer Seyfettin’in “Foya”sı, “Sultanlığın Sonu”su… Nerede duracağını bilemeyen Sevgi Soysal’ın “Hoş Geldin Ölüm”ü var bir de tabii…

Bu eserlerin yarım kalmasına bazen intihar, çoğu kere doğal ölümler sebep olmuş. Ancak bunlar dışında yer alanlar da var: ketlenme yahut tıkanma diye tarif etmeye çalışacağımız bu durum, çok nadiren, roman olarak düşünülmüş metnin “hikâye”ye yahut “uzun hikâye”ye dönüşmesiyle “mutlu” sonlanmış…

Bu doğrultuda Jane Austen’a bakalım. İki romanı yarım kalmış; biri “The Watson”, diğeri “Sanditon”… İkinci için yazarın yapabileceği bir şey yok. Ölüm gelip yakasına yapışmış… İyi, ama birinci için ne demeli? Edebiyat tarihçileri bunun için bize iki seçenek sunuyorlar. Bir taraf, Austen’ın romanı, babasının ölümü üzerine bıraktığını düşünüyor. Diğer taraf ise ilk romanın yaşattığı hayal kırıklığına bağlıyor bu hevessizliği ve ihmali…

Son Eser Olarak İlk İnsan

Austen’ın iki yarım kitabı da okurla buluşmuş vaziyette ama. Tamamlanmadan hem de… Küçük müdahaleler, önsözler, dipnotlar ve reçetelerle… Ancak bunu, yani okur karşısına “yarım” çıkmayı istemeyenler de var: Nabokov. Vasiyetinde “The Orijinal of Laura”nın hiçbir koşulda yayımlanmasını buyurunca, akan sular durmuş. Basılmamış bir süre… Bir süre ama… Sonrasında Dmitri Nabokov’un önsözüyle e-kitap olarak sunulmuş pazara.

Acaba bu eseri olmasa ne kaybeder Nabokov, henüz okumadığım için, doyurucu bir yanıt veremiyorum. Benzer şey, geçirdiği trafik kazası sonrası hayatını kaybeden Camus için de söylenebilir sanki… Ne dersiniz, o kaza sebebiyle çamura düşen “Le Premier Homme” (İlk İnsan) olmadan Camus’yü tarif etmek mümkün değil mi?

Müsaadenizle tüm sayıp dökmelerin yanına küçük bir ilavede bulunmak istiyorum: Yazarın yahut şairin, yayımlanmış bir esere yaptığı irili ufaklı müdahaleleri nasıl karşılamamız gerek? Belki yarım olduğu düşünüldüğü için yapıldı, yapılıyor bu tür müdahaleler? Ama biz hangi eseri baz alacağız: Okurla ilk buluşanı mı, ölmeden önce son müdahale ettiğini mi?

Bilenler bilir; Oktay Rifat bazı şiirlerinde bazı sözcükleri değiştirmiştir. Leyla Erbil, “Tuhaf Bir Kadın”da bir ucu Lenin’e, bir ucu Atatürk’e uzanan siyasi bir cinayetin (Mustafa Suphi) izini sürer. Yeni bilgiler edindikçe bunları kitabın yeni basımlarında kullanır. Bu durumda, bu eseri “tamamlanmış” kabul edebilir miyiz? Etmezsek, ne değişir?

Sorular, sorular…

Velev'i Google Haberler üzerinden takip edin

ÖNERİLEN İÇERİKLER

WP Twitter Auto Publish Powered By : XYZScripts.com