İstanbul Devlet Opera ve Balesi'nin yeni prodüksiyonu La Traviata Operası.
Sanat, bir şehirde yankılanan en eski fısıltıdır. Kültür, o şehre ruh veren en derin damardır. Eksildiğinde, kaybolan yalnızca bir etkinlik ya da bir sahne değil; bir toplumun aynadaki yansımasıdır.
İstanbul, bu mirası yüklenip, tarihin derinliklerinden bugüne uzanan, her taşı, her köşesi anılarla dolu bir şehir. Boğaz’ın kıyısında yankılanan bir keman sesi, Kadıköy’de duvarlara işlenmiş bir grafiti, Beyoğlu’nda bir tiyatro salonunda yankılanan replikler… Tüm bunlar, bir kentin yaşayan dokusunun parçaları. Ama bazen, bir şehre yakışan zenginliğin eksikliğini hissetmemek mümkün değil. İstanbul, taşıdığı potansiyelin çok uzağında bir sanat hayatına sahip…
Geçtiğimiz hafta şehrin sokaklarında, salonlarında, sinemalarında kültür ve sanat adına güzel şeyler yaşandı. Beyoğlu Sineması, yerli müzik belgesellerine ev sahipliği yaparken, Kadıköy’de çeşitli sergiler ve sahne performansları sanatseverleri ağırladı. Büyük sahnelerden bağımsız sanat atölyelerine, İstanbul’un farklı köşelerinde küçük de olsa anlamlı izler bırakan etkinlikler vardı.
Belki de mesele, İstanbul’un sanata ne verdiğinden çok, sanatın İstanbul’a ne kattığında gizli. Çünkü bazen küçük bir etkinlik bile bir insanın ruhuna bambaşka kapılar açabilir. Ve ne kadar az olursa olsun, sanat olduğu sürece bir şehir, her zaman biraz daha yaşanabilir olur.
Sanatın Sessiz Çığlığı: İstanbul Neden Geride Kaldı?
Peki, İstanbul neden sanatın taşıyıcı gücünü tam anlamıyla kuşanamıyor? Neden bu şehrin sokakları, diğer dünya metropolleri kadar sanatla yoğrulmuyor? Paris’in geniş bulvarlarında yankılanan tiyatro replikleri, Tokyo’nun neon ışıkları arasında sergilenen modern sanat eserleri, New York’un galeri açılışları ya da Londra’nın her hafta yeni bir performans sanatçısına ev sahipliği yapması… Tüm bunlar, şehri yaşayan ve değişen bir organizmaya dönüştüren unsurlar. İstanbul ise hâlâ bir adım geride, kendi potansiyelini gerçekleştirmekten kaçınan bir ruh hali içinde.
Oysa rakamlara bakıldığında, İstanbul’un nüfusu bu büyük kentlerle yarışacak düzeyde.
Peki, sorun nerede?
Fotoğraf: Selahattin Sevi / Velev
İstanbul kendi izleyicisini, aristokrasisini yahut burjuvasını yaratamadı mı? Şehri ayakta tutan insan zinciri, sanatı yalnızca bir boş zaman eğlencesi olarak mı görüyor? Bir sergi açılışı, bir tiyatro gösterisi, bir performans, bir müzik festivali neden hâlâ dar bir çevrenin içinde sıkışıp kalıyor?
Bütün bu soruların ortasında, bir gerçek var: Sanat var olduğu sürece şehirler nefes alır. İstanbul’un sokaklarında hâlâ sanatın izleri var. Ama bu izler, çok daha büyük ve gür bir akışa dönüşebilir. Belki de asıl mesele, İstanbul’un sanata ne verdiğinden çok, sanatın İstanbul’a ne katabileceğini görmekten geçiyor. Çünkü bazen küçük bir etkinlik bile bir insanın ruhuna bambaşka kapılar açabilir. Ve ne kadar az olursa olsun, sanat olduğu sürece bir şehir, her zaman biraz daha yaşanabilir olur.
Opera Sahnesi Eksikliği: İstanbul’un Büyük Boşluğu
Koskoca İstanbul’un doğru dürüst bir opera sahnesi yok. Var olanlar ise kapasite ve sanat vizyonu açısından oldukça yetersiz. Oysa dünya metropollerinin simgesi haline gelen büyük opera binaları, sadece birer sanat merkezi değil, aynı zamanda o şehrin kültürel kimliğini belirleyen yapılardır.
Paris’in Opéra Garnier’si, yalnızca bir opera sahnesi değil, barok ihtişamıyla bir sanat tapınağıdır. İçinde yankılanan notalar, Paris’in kültürel kimliğini güçlendirirken, her yıl binlerce sanatseveri kendine çeker.
Londra’daki Royal Opera House, dünyanın en prestijli sanatçılarının sahne aldığı, Avrupa’nın en önemli kültür merkezlerinden biridir.
Tokyo’da, modern ve yenilikçi performanslarla kendini sürekli güncelleyen New National Theatre, Japonya’nın sanat anlayışını çağdaş bir biçimde sunmaktadır.
New York’taki Metropolitan Opera ise, yalnızca Amerika’nın değil, tüm dünyanın sanat merkezi olarak kabul edilir.
Bu şehirlerin her biri, sanatın en önemli dallarından biri olan operaya hak ettiği değeri vermekte. İstanbul ise bu alanda hâlâ geride. Atatürk Kültür Merkezi’ndeki opera salonu, büyük ve köklü sahnelerle kıyaslandığında ne kapasite ne de uluslararası etki açısından aynı seviyede.
Zorlu Performans Sanatları Merkezi ise bir felaket… Koltuklar sahneyi o kadar dik tasarlanmış ki… Akustik olarak da, konfor olarak da uygunsuz. Yeryüzünde olup bitenleri izleyen bulut üstündeki bir meraklı gibisiniz.
Süreyya Operası için bir şey söylemek haksızlık olur. Eti belli, budu belli… Kaldırabileceğinden fazla anlam ve yük bindirmemeli… Bir ihtiyaca karşılık geliyor sadece. Hepsi o kadar!
Oysa şehirde farklı bölgelerde, farklı ölçeklerde opera sahneleri açılmadığı sürece, İstanbul’un kültürel kimliği eksik kalacak.
Şehrin Kayıp Mekânları: İstanbul’da Sanata Yer Var mı?
İstanbul’da eksik olan yalnızca bir opera binası değil. Şehir, sanata ev sahipliği yapacak temel mekânlardan da yoksun. Sergi salonları, konser salonları, etkinlik mekânları açısından büyük eksiklikler var. Sanatın gelişmesi için gereken alanlar yok denecek kadar az. Daha da basiti, İstanbul’da sokak sanatçılarının, çalgıcıların, gösteri topluluklarının rahatça performans sergileyebileceği meydanlar bile yok.
Peki, diğer dünya kentleri nasıl?
Fotoğraf: Yasin Akgül / AFP
Paris’te yalnızca sanat galerileri değil, sokak performanslarına uygun geniş alanlar mevcut. Montmartre ve Place du Tertre, ressamların, müzisyenlerin ve sanatçıların özgürce üretim yapabildiği meydanlardır.
Londra’da Trafalgar Square ve Covent Garden, sanatçılara tahsis edilmiş alanlar gibidir. Günün her saatinde bir sokak çalgıcısına, jonglörlere veya tiyatro sanatçılarına rastlamak mümkündür.
New York’ta Times Square başlı başına bir gösteri alanıdır. Central Park’ta düzenli olarak konserler ve açık hava performansları gerçekleşir.
Tokyo’da Shibuya Meydanı, Ginza ve Ueno Parkı, sanatı sokağa taşıyan dev bir sahne gibidir. Burada bağımsız sanatçılar ve gösteri grupları düzenli olarak izleyiciyle buluşur.
İstanbul’da ise sanat için ayrılmış böyle alanlar yok. Sokak çalgıcıları, bir köşe başında birikerek polis tarafından uyarılmayı bekliyor.
Sergi mekânları yetersiz. Konser salonları az. Var olanlar ise ya yüksek fiyatlarıyla ulaşılmaz ya da teknik altyapısı zayıf.
Peki, bunu yalnızca ekonomi ile açıklamak ne kadar doğru? Gelir seviyesi yüksek olan her kent sanatın merkezi midir? Hayır. Çünkü mesele sadece para değil, mesele sanata olan ihtiyaç ve ona verilen değer.
O zaman asıl soruyu sormak gerekir: İstanbullunun sanata ihtiyacı yok mu? Sanat talep edecek sakini nerede?
Şehir ve Sanat: Yalnızca Mekân Meselesi mi?
İstanbul’un eksikleri yalnızca opera binaları, konser salonları ya da sergi mekânlarıyla sınırlı değil. Asıl eksiklik, belki de sanata açlık çeken ve buna zaman ayırabilen bir kesimin hâlâ tam anlamıyla oluşmamış olması. Şehir, her anlamda büyüyüp genişlerken, sanata duyulan ilgi ve ona ayrılan vakit aynı ölçüde artmadı. Sanat, ne yazık ki küçük bir çevrenin merakı ve takibiyle sınırlı.
Hatırlayalım, İstanbul 2010 yılında Avrupa Kültür Başkenti seçildiğinde dahi, bu unvanın hakkını verecek bir etkinlik yoğunluğu yaşamadı. O yıl, şehre sanatın merkezi olma sorumluluğu yüklenmişti, ama bu sorumluluk, uzun vadeli bir kültür politikasıyla desteklenmedi. Büyük projeler ve sürekli devam edecek bir sanatsal üretim ortamı yerine, dönemsel etkinliklerle yetinildi. Paris’in, New York’un, Tokyo’nun ya da Londra’nın sanat takvimiyle kıyaslandığında, İstanbul’un kültürel etkinlik anlamında hâlâ büyük bir boşluk içinde olduğu açık.
Peki, bu yalnızca bir siyasal güdüleme, yönlendirme meselesi mi? Elbette değil. Sanat, yalnızca hükümet politikalarıyla ayakta kalmaz. O, şehirlerin damarlarında dolaşan, sokağı ve insanı besleyen bir olgudur. Sanatın bir ihtiyaca dönüşebilmesi için toplumun onu içselleştirmesi gerekir. Bu yönde ısrarlı bir talebin olması gerekir. Hava gibi, su gibi ihtiyaç duyulması gerekir.
Eksik Olan Şey: Sanatın Zorunlu Bir İhtiyaca Dönüşememesi
Sanat, ne sağın ne de solun tekelinde… O devir geçti. Ancak İstanbul’da ve belki de daha geniş bir ölçekte Türkiye’de, sanat hiçbir zaman bir zorunluluk olarak görülmedi. Bir hayat pratiğine dönüşmedi. Eğlenceli, merak uyandırıcı veya vakit geçirilecek bir uğraş olarak kabul gördü, fakat bir toplumun ruhunu inşa eden asli unsurlardan biri haline gelmedi.
Buradaki eksiklik nerede? Sanat eğitimi mi? Sanatı toplum içinde bir statü sembolüne dönüştüren yaklaşımlar mı? Devlet politikalarındaki yetersizlik mi? Ailelerin çocuklarına sanatı sadece “ders başarısı” üzerinden sunmaları mı? Muhtemelen bunların hepsi bir noktada etkili, ama yine de bir eksik var: Adını koyamadığımız, elle tutulamayan, fakat sanatın bir ihtiyaca dönüşmesini engelleyen bir eksiklik…
İstanbul’un sokaklarında dolaştığımızda şunu görüyoruz: Sanat, sadece belirli bir kesime aitmiş gibi duruyor. Oysa sanat, onu arzulayan herkesindir. Herkesin de… Neden insanlar tiyatroya, sergiye, operaya gitmeyi öncelikli bir ihtiyaç olarak görmüyor? Buradaki eksikliği yalnızca ekonomik sebeplerle açıklamak, işin kolayına kaçmak olur. Daha derinde bir şey var.
Sanata yönelik yoğun ve istikrarlı bir talebin oluşmaması, belki de sanatın toplum için anlamlandıramadığı bir boşlukta durmasından kaynaklanıyor. Şu soruyu sormadan edemiyoruz: İnsanlar sanata neden ihtiyaç duymuyor? Eğer sanat, nefes almak kadar hayati bir şeye dönüşmezse, İstanbul’daki her meydana bir konser salonu yapılsa bile, bu büyük boşluk asla dolmayacak.