Yalnızlık, sessizlik ve bir kadının çevresine örülen cam kafes

Bir gün uyanıp dünya ile aranıza görünmeyen bir duvar örüldüğünü fark etseniz ne yapardınız? Kimseye ulaşamasanız, kimse sizi duymasa ne olur? Yalnızlık ne zaman bir tehdit değil de bir hayatta kalma biçimine dönüşür? Peki, Türkiye’de bugün o görünmeyen duvarlar nerede başlıyor – ve biz ne zaman yazmaya başladık, konuşamadığımız her şey için?

Marlen Haushofer’in 1963’te yayımlanan Die Wand (Duvar) adlı romanı, dünya edebiyatında sessiz bir yankı gibi dolanan, fakat okuyanı yıllarca peşinden sürükleyen türden bir metindir. Ne çarpıcı bir başlangıcı vardır, ne de alışıldık bir finali. Çünkü bu roman, bir olaydan çok bir ruh hâlini, bir felaketten çok onun içine çöken yankısını anlatır.

Hikâye şöyle başlar: Adı verilmeyen bir kadın, kuzeninin evinde konaklamak üzere Alpler’de bir dağ evine gider. Ertesi sabah, kuzeninin köye indiği, ama geri dönmediği bir sabahın ardından kadın, ormanın içinde dolaşırken aniden görünmeyen bir duvara çarpar. Şeffaf, hareketsiz, geçilemez bir duvar. Diğer tarafta hiçbir hareket yoktur artık. Ne bir kuş uçar, ne bir duman yükselir, ne de bir insan sesi gelir. Dünya sessizleşmiş, donmuş gibidir. Ve o an kadın anlar ki: Bu dağ başında, görünmeyen bir duvarla dünyanın geri kalanından tamamen yalıtılmıştır. Artık sadece kendisi, bir köpek, bir inek, bir kedi ve doğayla baş başadır.

Roman, klasik anlamda bir olay örgüsüyle ilerlemez. Geri dönüş yoktur. Yardım umudu yoktur. Kıyamet yaşanmış mıdır, savaş mı olmuştur, bir salgın mı? Bilinmez. Kadının bilmesi de gerekmez zaten. Çünkü artık olan biten değil, olanla yaşamak sorusudur önemli olan.

Haushofer’in romanı bu noktada bambaşka bir düzleme geçer: Sessizliğin dili, yalnızlığın sesi, doğanın ritmi, alışkanlıkların içsel yankısı… Kadın bir günlük tutar; başta kurtulmak umuduyla, sonra yalnızca aklını kaybetmemek için. Bu günlükte, zamanla hem doğayı tanırız, hem de kadının ruhunda oluşan çatlakları, kabulleri, kırılmaları hissederiz.

Kadın, mevsimlerle birlikte değişir. Bir ağacın gölgesini hesaplar, hayvanların huyunu öğrenir, ekin eker, odun taşır, doğumlara ve ölümlere tanık olur. Ama belki de en çok, sessizliğin insan ruhunu nasıl şekillendirdiğini anlatır bu roman. Sözle değil, eylemle; duyguyla değil, varoluşla.

Kadının adı yoktur. Duvarın sebebi yoktur. Yardım da yoktur. Sadece “var olma”nın kendisi vardır. Ve bu varoluş, okuyucuya her satırda şu soruyu fısıldar: İnsan, sadece doğayla ve kendi kendisiyle baş başa kaldığında kim olur?

Romanın gücü burada yatar: distopik bir olaydan değil, içsel bir dönüşümden söz eder. Modern dünyadan soyutlanınca, insan gerçekten yalnız mıdır, yoksa ilk kez sahiden kendisi mi olur?

Çarpıcı olan ise şudur: Bu kadın hayatta kalmakla yaşamak arasındaki farkı iliklerine kadar hisseder. Çünkü hayatta kalmak için bir düzen kurar; yaşamak içinse anlam yaratır.

İşte bu anlam arayışı, Die Wand’ı, modern bireyin görünmeyen duvarlarla çevrilmiş ruh hâline dair alegorik bir manifesto hâline getirir.

Türkiye’de Görünmeyen Duvarlar

Marlen Haushofer’in Duvar’ında, kadını dünyadan koparan şey fiziksel bir duvardır. Görünmeyen, ama varlığı inkâr edilemeyen, hiçbir şekilde geçilemeyen, yalıtan bir duvar… Türkiye’deyse bu duvar metaforik: Ama bir o kadar da hissedilir, somut, içten içe büyüyen bir şey.

Biz, o kadının yaşadığı gibi bir fiziksel kopuş yaşamadık belki. Ama ruhsal, kültürel, sosyal bir yalıtılmışlık içinde yaşıyoruz yıllardır. Her yıl, her yeni seçim, her yeni yasa, her yeni sansür, her yeni zam… bir tuğla daha koyuyor o duvara.

Eskiden kamusal alan vardı: Parkta oturmak, arkadaşlarla sinemaya gitmek, bir sergide karşılaşmak, bir kitapçıda buluşmak… Hepsi ve dahası mümkün, hatta olağandı. Artık bu alanlar ya yok ya da çok pahalı, çok ürkütücü, çok politik. Bir konser bile “sakıncalı” bulunabiliyor. Bir söz, bir afiş, bir gülümseme bile tutanak altına alınabiliyor. Yani artık yalnızca fiziksel değil, zihinsel bir kuşatma altındayız.

En tehlikelisi ne, bilmiyorum. Gel gör ki insanlar bu duvarın farkında, ama konuşamıyor. Çünkü her itiraz, her serzeniş, her ses bir biçimde susturuluyor. Bir korku salınıyor topluma. Herkes duvarın arkasında yalnız, ama aynı zamanda birbirine çok uzak. Tıpkı Haushofer’in kadını gibi. Yanında bir köpeği, bir kedisi, birkaç nesne var. Ama konuşacak kimse yok. Bizimse evimizde WiFi var, sosyal medya var, Zoom görüşmeleri var. Ama derdimizi “hakiki” biçimde anlatabileceğimiz kaç kişi kaldı?

İçeride tutsak olanlar var, evet. Ama dışarıda olanlar da özgür mü?

Hayır, bence… Hayır; çünkü burada özgürlük yalnızca fiziksel bir durum değil; konuşabilmekle, sorgulayabilmekle, dertleşebilmekle, birlikte düşünebilmekle ilgili.

Günümüzde Türkiye’de yaşayan gençler başta olmak üzere, birçok insan evine kapanmış durumda. Zorunluluktan değil, bir tür içe çekilmeden. Tıpkı Duvar’daki kadın gibi… Ormana çıkıyorlar belki, ama doğayla baş başa kalmak için değil; kalabalıktan uzaklaşmak için. Sessizliğe sığınıyorlar. Konuşmuyorlar, çünkü ne deseler yanlış anlaşılacak. İronik ama gerçek: Herkesin konuştuğu bir ülkede, kimse gerçek manada konuşamıyor.

Ve tam da bu noktada, şu soru beliriyor zihnimizde: Acaba hepimiz, görünmez duvarlarla çevrili bir ülkede, kendi iç günlüklerimizi tutmakla mı yetiniyoruz artık?

Ne sitemimizi dışa vurabiliyoruz, ne hayal kurabiliyoruz.

Peki, bu yalnızlık, bu içe kapanış, bu görünmez duvarlar bizi nasıl dönüştürüyor? İçimizde neleri susturuyor, neleri büyütüyor? Ve biz bu hâl içinde ne yapıyoruz — yazıyor muyuz, susuyor muyuz, yoksa yalnızca dayanıyor muyuz?

Camdan Duvarlar Arasında: İçimize Kapanan Bir Toplum

Duvar’daki kadın bir sabah uyanır ve dünyanın geri kalanıyla arasında görünmeyen bir engelin, adeta bir cam duvarın oluştuğunu fark eder. Ne sesi dışarı ulaşır, ne dışarının sesi ona. Artık tamamen kendi başınadır. Yalnızlık, önce fiziksel bir durum gibi görünür; zamanla metafizik bir varoluş biçimine dönüşür.

Roman boyunca kadının hayatta kalma çabalarını, doğayla kurduğu ilişkiyi, hayvanlarla konuşarak insan sıcaklığını telafi etmeye çalışmasını okuruz. Ama asıl iz bırakan, bunların arasına serpiştirilmiş iç seslerdir.

Çünkü Haushofer’in karakteri yalnızca doğayla değil, kendi geçmişiyle, belleğiyle, suçluluklarıyla, korkularıyla da baş başadır. Günlük tutar. Çünkü bilmektedir: yazmazsa, varlığı buğulu camın arkasında silinip gidecek.

Türkiye’de, özellikle son on yılda, yalnızlık toplumsal bir hâle dönüştü. İnsanlar kendilerini kalabalıklar içinde dahi görünmez duvarlarla çevrili hissetmeye başladı. Eskiden birlikte yaşanabilir olan alanlar (parklar, meydanlar, meclisler, forumlar) şimdi sessiz, ketum ve gölgeli. Herkes birbirine mesafeli. Dostluklar geriledi, sohbetler azaldı. Sosyal medya hesaplarımız bile bir tür “cam kafes” artık: İçeri sesimizi duyuruyoruz ama yankısını alamıyoruz.

Haushofer’in romanı bu anlamda bir tür alegoriye dönüşüyor. Kadının etrafındaki görünmez duvar, bugün Türkiye’de yaşanan sessiz yalnızlaşmanın edebî bir karşılığı gibir: Gençlerin eve kapanması, insanların fikir beyan etmekten kaçınması, siyasî ya da toplumsal konularda konuşmaktan geri durması, herkesin sadece “kendine yetmeye” çalışması…

Bunlar, görünmeyen duvarların örüldüğünün işaretleri değilse nedir?

Kadın, romanda zamanla doğayla bütünleşmeye, hatta ona teslim olmaya başlar. Kendisine yüklenen “kadın” rollerinden, kentli insan olmaktan, sosyal ilişkilerden arınır. Yavaş yavaş kabuğuna çekilmez yalnızca — kabuğu olur. Yani savunması da yalnızlığıdır artık.

Peki biz, bu ülkenin insanları olarak, görünmeyen duvarların arasında neye dönüşüyoruz?

Söyleyeyim: Konuşmaktan çok düşünmeye, sormaktan çok şüphe etmeye, sığınmaktan çok tahammül etmeye… Yani biz de savunmamızı yalnızlıkta buluyoruz. Ama bu dönüşümün sessizliği ürkütücü. Çünkü yalnızlaşan bir toplum, zamanla kendi yankısından başka bir şey duymaz olur. Ve insan yalnızken değil, yalnızlığını duyamadığında savunmasızdır en çok.

Duvarın Ardından Konuşmak: Yalnızlığı Aşmak Mümkün mü?

Duvar, sonuna dek umutsuz bir metin değildir. Sessizlik ve yalnızlık her satıra sinmiştir belki, ama kitabın özü karanlık değil, derinliktir. Marlen Haushofer, görünmez bir duvarın arkasında kalan kadının hayatta kalmasını anlatırken hem fiziksel bir direnişi hem de zihinsel bir varoluşu resmeder: Sessizce, ama kararlılıkla yaşamaya devam etmek.

Kadın karakter, bir yerden sonra hayatta kalmak için yazmaya başlar. Yazmak, onun için yalnızlığı belgelemek değil, yalnızlığın içinden konuşabilmektir. “Konuşacak kimsem kalmadı, o yüzden yazıyorum,” demek gibidir bu.

Türkiye’de, bugün, pek çok insanın yazıya, şiire, müziğe, sinemaya, kısa mesajlara, sosyal medya gönderilerine sığınmasının sebebi de budur belki. Çünkü insanlar, doğrudan konuşamadıkları bir zamanda, duvarların ardından fısıldamak zorunda kalıyorlar.

Öyle ya, günümüzde yalnızlık bireysel bir tecrübe olmaktan çıktı. Kitlesel bir içe kapanışa dönüştü.

Yalnızca siyasi baskılar, yalnızca ekonomik zorluklar değil; birlikte yaşama kültürünü kaybetmemiz, topluca sevinemememiz, hatta birlikte üzülmeyi bile beceremememiz bu görünmeyen duvarları yükseltti.

Ama duvarları yükselten bizsek, çatlakları da biz açabiliriz.

Belki, bir gün birinin elini cam duvara koymasıyla başlar her şey. Diğer tarafta başka bir elin aynı noktaya gelmesiyle…

Velev'i Google Haberler üzerinden takip edin

ÖNERİLEN İÇERİKLER

WP Twitter Auto Publish Powered By : XYZScripts.com