Ses, şehirlerin üzerinde dalgalanıyor. Gökyüzüne yükselip camlardan içeri sızıyor, caddelerde yankılanıyor, duvarlara çarpıyor ve yine geri dönüyor: Kurtuluş yok tek başına…
Bir sokak satıcısının ağzından dökülmüş olabilir bu söz, elinde tuttuğu solmuş gazeteyi bir kıyıya bırakırken. Belki bir fabrikanın buharla tüten avlusunda yankılanmış, bir işçinin avuçlarına ter olarak sinmiş. Ya da bir okulun koridorlarında, birbirine tutunan gençlerin dillerinde, bir sınav kaygısına, bir gelecek endişesine bulanmış olabilir.
Brecht mi söylemişti, biri mi ona atfetmişti, bilmiyoruz. Çünkü bazen kelimeler, bir kaynaktan doğsa da zamanla herkesin olur; bir nehir gibi genişler, farklı vadilere dökülür. Kim bilir, belki Brecht de bir başkasından duydu, belki o söz yüzyılların içinden süzülüp gelmişti.
İnsanlığın ilk yalnızlık isyanı mıydı bu cümle, yoksa en son çaresizliği mi?
Ama artık hepimizin ağzında. Amaçsızca tekrarlandığında bir duvar yazısı gibi soluklaşıyor, içi boş bir yankıya dönüşüyor. Oysa kim gerçekten bu cümleyi iliklerinde duyuyor? Kim, tek başına olmanın ağırlığını ve kurtuluşun neye tekabül ettiğini soruyor kendine? Bir sloganın ağırlığı, onu kaç kişinin söylediğiyle değil, kaç kişinin gerçekten anladığıyla ölçülmez mi?
Bu söz, yalnızca bir ülkeye, bir zamana ait değil. Dünyanın dört bir yanında, farklı dillerde, farklı bağlamlarda yankılanmış bir düşüncenin yankısıdır. Latin Amerika’nın tozlu meydanlarında, sendikalar ve direnişçilerin dudaklarından dökülmüştür. Arjantin’de, Şili’de, Brezilya’da, askeri diktatörlüklerin baskısı altında kalan halk, duvarlara kazımıştır: La liberación no es individual. Özgürlük bireysel değildir
İspanya’da, İç Savaş’ın ateşinde, Madrid’in barikatlarında yankılanan başka bir versiyonu vardı: No hay salvación sin el pueblo. Halk olmadan kurtuluş olmaz. Savaşın ortasında, silah arkadaşlığını yalnızca bir strateji olarak değil, bir varoluş biçimi olarak görenler için bir düstur haline gelmişti.
Fransa’da, 1968’in sokaklarında, gençlerin protestolarında farklı bir çehreye büründü: Seul, on meurt. Ensemble, on vit. Yalnız ölünür, birlikte yaşanır. Üniversite duvarlarına sprey boyalarla yazıldı, Paris’in dar sokaklarında çınladı.
Türkiye’de ise, 1980’ler, 90’lar, 2000’ler… Farklı kuşaklar, farklı mücadelelerde bu sözü ödünç aldı. Bir grevde, bir yürüyüşte, bazen bir şarkının nakaratında duyuldu. Ama gerçekten ne kadar yaşandı?
Gerçekten söylenmesi gerektiğinde, bu cümle bir taş gibi ağırdır. Sırtında bir halkın yükünü taşıyanların, yalnızlıktan sıyrılıp birbirine tutunmak zorunda olanların bildiği bir şeydir. Yalnız kurtuluş olmaz, çünkü yalnız olmak zaten kaybetmektir. Ama kurtuluş, sadece sözcüklerle de olmaz. Bir pankartın üzerine yazınca kendiliğinden doğmaz. Bir meydanda bağırınca, bir duvarın üzerine kazıyınca gerçekleşmez.
Ancak yan yana durunca, gerçekten aynı korkuya, aynı umuda ortak olunca, işte o zaman cümle kendini gerçekleştirme cesareti bulur. Kurtuluş yok tek başına demek, yalnızca bir çağrı değil, aynı zamanda bir uyarıdır: Gerçekten var olmak istiyorsan, başkalarına dokunmak zorundasın. Yoksa sadece bir yankıya dönüşürsün.
Ve yankılar özgürlük getirmez. Sadece geçmişin boş duvarlarına çarpar, sonra unutulurlar.
Ama bugün, her şey hızla tüketiliyor. Sözler de, sloganlar da, anlamlar da…
İlk kez duyduğumuzda içimizi titreten bir cümle, tekrar edildikçe aşınır mı? Yoksa daha fazla kişi sahiplendikçe güçlenir mi? Belki de asıl tehlike, bir sözün içini boşaltarak onu bir alışkanlığa dönüştürmektir. Kurtuluş yok tek başına, artık duvar yazılarında, şarkı sözlerinde, sosyal medyada, protesto pankartlarında… Ama her tekrar edilişte biraz daha mı silikleşiyor?
Brecht’in oyunlarındaki devrimci ruh ile bugünün dünyası arasında kaç ışık yılı var? Kapitalizmin gölgesinde bireysellik yüceltilirken, birliğin gücü hâlâ mümkün mü? Sokaklar artık sesini yükseltenlerden çok, sessizce yürüyenlerle dolu. Birinin omzuna başını yaslayarak ağlamayı unuttuk, çünkü her şeyin dijitalde çözülmesi gerektiğini sanıyoruz.
Yalnızlık bir tercih haline gelirken, birliktelik sadece nostaljik bir hatıra mı? Kurtuluş yok tek başına derken, aslında artık inanmadığımız bir duayı mı tekrar ediyoruz?
Belki de gerçek soru şudur: Bu cümleyi bugün söyleyenler, gerçekten yan yana durmaya cesaret edebilir mi?